Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 05 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

301 ve izafiyet

Einstein’ın izafiyet, görelilik kuramı Kuzey Irak operasyonu nedeniyle son yılların popüler deyimiyle bir geyik muhabbeti konusu haline gelmiş durumda.

Amerikan Savunma Bakanı’nın Ankara ziyareti sonrası yetkili bazı kişilerin ‘Irak’tan mutlaka çekileceğiz ama bir gün sonra mı, bir sene sonra mı bunu bilemeyiz’ benzeri ifadalerinden bile önce TSK’nın geri çekilmeye başlaması ve operasyonu sonlandırması zaman kavramının izafiyeti konusunda şakalara neden oldu.

Bu arada şunu da belirtmek şart; operasyonun daha fazla şehit vermeden, daha fazla yurttaşımızı kaybetmeden sonlandırılmış olması insan hayatını herşeyden önemli görenler için başlı başına bir sevinç kaynağı.

Son günlerde pankartlarda gördüğümüz ve Atatürk’e ait olduğu söylenen bir ifadeyi ‘Mevzubahis olan insansa, gerisi teferruattır’ biçiminde benimsemek daha çağdaş bir anlayış olsa gerek diye düşünüyorum.

* * *

(...)

Son günlerde, aylarda izafiyet kavramının siyasete girişi bence Kuzey Irak operasyonundan ziyade 301 konusuyla gündemde.

Bilgisayarınızda Google’a ‘301 haftaya TBMM’ye inecek’ benzeri bir şey yazın karşınıza çok sayıda bilgi çıkıyor ve çok resmi ve yetkili kişilerin siyasi demeçlerinden oluşan bu ifadeler çok ama çok farklı tarihlere ait.

22 Temmuz seçimleri öncesinden başlayan, seçimler sonrası yoğunluğu daha da artan bu demeç trafiğinde kullanılagelen ifade hep ‘bir hafta içinde 301 tasarısının Genel Kurul’a ineceği’ biçiminde.

Ama, haftalar haftaları kovalıyor ve Genel Kurul’a inen bir tasarı ortada hala yok.

Benim de bu işten anladığım bir hafta meselesinin siyasal iktidar sözcüleri tarafından gerçekten çok ama çok izafi bir biçimde anlaşıldığı.

* * *

Başta MHP sözcüleri olmak üzere birilerinin 301 meselesini türklüğe hakarete izne indirgemesi hiç de anlamlı, mantıklı değil.

Türklüğe hakaret çok hukuksal bir konu zaten değil ve konunun yasa metninde ve gerekçesinde kullanımı da çağdaş bir yurttaşlık ve ulus tanımıyla hiç uyuşmuyor, bu detaya girmek istemiyorum.

301 konusunda haklarında dava açılan insanların da türklüğe hakaret gibi bir dertleri zaten yok, onlar birilerini rahatsız etmek pahasına eleştiri haklarını kullanıyorlar; bu yasayı yazanların ve şayet bu izafi bir hafta bir biçimde sonlanırsa yeniden yazacak olanların Anayasamızın 90. maddesi çerçevesinde bizi de bağlayan AİHM’nin ünlü ‘Handyside’ kararını mutlaka ve mutlaka okumuş olması şart.

Bu 7 Aralık 1976 tarihli kararın (AİHM) iyi bir çevirisinin yapılıp başta Sayın Başbakan ve Sayın Adalet Bakanı’nın önlerine konması gerekiyor.

Bu karar hukuken Türkiye’yi, devletin erklerini bağlayıcı nitelikte ama bu hukuki konuyu ciddiye alan pek yok.

Handyside kararı yargıçlarımız tarafından içselleştirilmiş olsaydı (bu aslında bir hukuki zorunluk) Sayın Erdoğan da muhtemelen bir şiir nedeniyle hapse girmezdi, Yargıtay da Hrant’ın 301 kararını onaylayamazdı.

Bir kararın (AİHM) iyi anlaşılması ve içselleştirilmesi Türkiye’ye çağ atlatabilir ama önemli olan niyet.

Star, 4.3.2008

Eser Karakaş

05.03.2008


 

Barışa inanmak (mı)!

Hâlâ İsrail’in barış istediğine inanan varsa ona son üç günde öldürülen onlarca Filistinli bebenin kefenlerini göndermeli.

Dünyanın en demokratik seçimi ile Ocak 2006’da Hamas’ı seçti diye iki yıldır İsrail’in uyguladığı en acımasız ve insanlık dışı ambargo altında yaşamak zorunda bırakılan Filistinliler şimdi de İsrail’in katliam ve soykırımı ile karşı karşıya.

Soykırım kelimesini de ben değil İsrailli yetkililer kullanıyor ve ‘Tüm Filistinlilerin kökünü kazıyalım’ diye ekliyor.

Peki neden?

Efendim 40 yıldır İsrail işgali altında yaşayan Filistinliler zaman zaman İsrail köylerine yönelik füze fırlatıyormış. Füzeler ne yapıyor?

Seralardaki domates ve biberlere zarar veriyormuş. İsrail de bunun intikamını çocuk, kadın, yaşlı demeksizin tüm Filistinlilere yönelik toplu katliama girişiyor.

Filistinlilerin füzeleri bahane.

Çünkü Filistinliler bu ilkel füzeleri son 2-3 yıldır fırlatıyor. Ama İsrail 40 yıldır Batı Şeria ve Gazze’yi işgal altında tutuyor.

Üstelik İsrail denilen devlet de 1948’de Filistinlilerden zorla alınan toprak üzerinde kurulmuştur. Filistinlilere bırakılan Batı Şeria ve Gazze bölgeleri ise 1967’de işgal edilmiştir.

İsrailliler için öldürmek, genetik sorun halini almıştır. Dünya bu gerçeği anlamadığı ve İsrail’e ‘DUR’ demediği sürece coğrafyamızda barış ve esenliğin egemen olmasını hiç kimse beklemesin.Bekleyenler varsa onlara da bir çift sözüm olacak:

“Lütfen saf olmayın.’’

Bu bölgedeki TÜM ama TÜM sorunların dolaylı ve dolaysız nedeni İsrail’dir.

Bu coğrafyada son 100 yıldır yaşanan TÜM acıların nedeni Filistin’de bir Yahudi devletini kurmak ve bu devletin güçlenerek tüm bölgeye egemen olmasını sağlamaktır.

Bu hedeflerin gerçekleşmesi için şimdiye kadar işlenmiş ve bundan sonra işlenecek tüm cinayeler mübahtır.

Mübah kılan da ABD’nin kendisidir.

ABD’nin bölgemize yönelik tüm savaş ve planları da İsrail içindir. Yoksa durduk yerde ABD neden Afganistan’ı, Irak’ı, Somali’yi işgal etsin?

Neden Körfez ülkelerinde onlarca askeri üs kurup bölge halklarını korkutup tehdit etsin? Neden bölgemizdeki tüm gerici, faşist, işbirlikçi iktidarları koruyup desteklesin? Neden Lübnan açıklarına savaş gemilerini göndersin?

Neden İsrail’i, Suriye ve Lübnan’a saldırtsın ve hiç kimsenin sesini çıkarmasına izin vermesin?

Neden iki İngiliz askeri üssünün bulunduğu Kıbrıs’ta Türk halkının tanınmasına karşı çıksın? Neden İran’a terörist devlet muamelesi yapsın sonra da bu bu ülkenin lideri Ahmedinecad’ın kendi işgali altındaki Bağdat’a gelmesine izin versin?

Neden Türk ordusunun Kuzey Irak’a girmesi için önce YEŞİL Işık yaksın sonra da Iraklı Kürtlerin gönlünü almak ve bildik kirli oyunlarına dönmek için bu ışığı bir hafta sonra KIRMIZI’ya dönüştürsün?

Geçen salı günkü yazımın son cümlesinde ‘Ben bu Irak işinde bir gariplik seziyorum’ demiştim. Bir gariplik olmadığını söyleyenler Savunma Bakanı Gates’in Washington dönüşünde uçakta gazetecilere verdiği demece baksın. İtiraf edeyim ki; ben 25.sınır ötesi harekatın önceki 24 harekattan daha farklı olabileceğini ve Türkiye’nin bu kez daha kararlı davranarak PKK sorununu güvenlik ve siyasi boyutu ile çözme fırsatı yakalayabileceğini düşünüyordum. Ebette savaş taraftarı değilim. Tüm sorunların bölge ülkeleri ve halkları tarafından barışçı yollarla çözülmesi gerektiğine inanırım ve hep bunu savunurum. Bu nedenle de Türkiye’nin ABD’nin oyununa gelmemesi gerektiğini söylerim. Çünkü ABD’nin bölgemize yönelik politikasının özünde halkları ve ülkeleri birbirine düşman kılmak ve kırdırmak vardır.

İç yansımaları bir tarafa bırakırsak Türkiye, PKK sorununun çözümüne yönelik yakaladığı fırsatı kaçırdı ve dışarıda büyük bir imaj kaybına uğradı.

Herkes Türk ordusunun Irak’a Amerikalıların verdiği izin ölçüsünde girdiğini ve onların ‘Bu kadar yeter’ demesiyle oradan çıktığını konuşuyor.

Oysa 1 Mart Tezkeresi’nin reddedilmesinden bu yana herkes Türkye’nin Washington’a nasıl kafa tuttuğunu ve bunun sonucu olarak başta Arap ve Müslüman ülkeler olmak üzere tüm dünyada nasıl saygınlık kazandığından söz ediyordu.

Akşam, 4.3.2008

Hüsnü Mahallî

05.03.2008


 

Gazze kıyımına da Oscar verin!

Hamas, İsrail’e roket saldırısı düzenliyor, saldırıda “bir” evet rakamla “1” İsrailli ölüyor. Karşılığında İsrail, Gazze’ye saldırıyor, “yüz” Filistinli ölüyor, rakamla “100”. Ama saldırılar durmuyor. Durmayacak da! Yahudilerin soykırıma uğradığını anlatan filmler Oscar almaya devam ediyor. Filistinlilerin öldürüldüğünü, katledildiğini anlatan bir filme ise henüz rastlanmadı. Çünkü bu filmi çekebilmek için gerekli eğitimi almış bir Filistinli yok. Çünkü ortada bir Filistin devleti yok.

İsrail saldırıları, bombardımanları altında yaşamaya çalışan bir halk var sadece. Sinemanın dahi çocuğu Steven Spielberg, daha önce 4 kez aday gösterildiği halde alamadığı Oscar heykelciğini, 1994 yılında çektiği ve Yahudilerin soykırımını anlatan “Schindler’in Listesi” filmiyle almıştı. Ünlü yönetmen, ödül töreninde ağlamış ve “Ne yazık ki soykırıma uğrayan 6 milyon Yahudi bu filmi göremedi” demişti. Yahudi soykırımını anlatan filmler hâlâ Oscar almaya devam ediyor. İsrail uçakları Filistinli öldürmeye devam ediyor.

Türkiye, İsrail’den silah almaya devam ediyor. Türkiye Başbakanı, İsrail’i sert bir dille eleştirmeye devam ediyor. İsrail tankları, Filistinli bebekleri öldürmeye devam ediyor. Türkiye, İsrail’den casus uçak almaya hazırlanıyor. Türkiye İsrail’i kınamaya hazırlanıyor. Bir Filistinli kaç Yahudi ediyor? Henüz hesap kapanmadı. Çünkü İsrail Başbakanı, Gazze’de Filistinli çoluk çocuk kadın-yaşlı öldürmeye devam edeceklerini açıkladı. Yani “1” Yahudi’nin kıymeti henüz belli olmadı. Operasyon bitince bilânço ortaya çıkacak. Belki Filistinliler savaşı bırakıp film çekmeye başlamalı. Belki bu saçma savaş da o zaman biter.

Belki bir Filistinli yönetmene de Filistin soykırımını anlatan bir filmden dolayı “Oscar” verirlerse, bu savaş gerçekten biter. Ama biliyoruz ki, bitmez. Bitmeyecek, kıyamete kadar bu savaş sürecek! Ama önce Filistinli çocukların henüz kundaktayken ölmemesi gerekiyor. Büyümeleri ve yıkılmamış bir okul bulmaları... Eğitim almaları ve yönetmen olmaları... Ve film çekmeleri gerekiyor. Bütün bunlar için daha çok ama çok zaman gerekiyor. Hepsinden önemlisi İsrail’in hesabı kapatması gerekiyor.

Bugün, 4.3.2008

Nuh Gönültaş

05.03.2008


 

AKP, Avrupa’ya sırt mı dönüyor?

Ak Parti’nin (AKP) Avrupa Birliği (AB) ile ilişkileri de anlaşılmaz bir noktaya dayandı. Hatta AKP’nin AB’ye sırt dönüyormuş gibi bir izlenim vermesi, iktidar ile liberal aydınların yollarının ayrılmasının nedenlerinden biri olarak gösterilmeye başlandı.

Her şeyden önce bir konuyu açıklığa kavuşturalım. Eğer bugün Türkiye, Avrupa Birliği ile müzakere sürecine girebilmiş ise, bu sürecin gerçekleşmesinde liberal aydınlarımızın büyük katkısı vardır.

Bu bir değerlendirme, bir analiz değil.

Ben bire bir yaşadım.

Ankara’da yaşadım.

Brüksel’de yaşadım.

2004-2005 döneminde, Türkiye’ye yeşil ışık yakılması döneminde, AB ülkeleri temsilcilerinin, AB başkentlerinde karar verme mekanizmasının başındaki kişilerin, kimlerle görüştüklerini, neler sorduklarını biliyorum.

Avrupa Komisyonu’nun AKP ile ilgili olarak kimlerden etkilendiğini, bizzat yaşayarak gördüm. Türkiye ile müzakerelerin açılmasını Türk liberal aydınlarının sağladığını söylemiyorum. Ancak, bu kesimin etkisi son derece önemli ve ağırlıklı olmuştur.

Eğer Türkiye Kıbrıs hendeğinden atlayabildiyse…

Eğer Türkiye, bazı önemli başkentleri ikna edebildiyse, bu liberallerin önemli katkılarıyla gerçekleşmiştir.

Unutmayalım ki, isimlerini bildiğimiz bu kişilerin sözleri, bir Başbakanımızın, bir Dışişleri Bakanımızın söylediklerinden çok daha inandırıcıdır.

Şimdi ne oldu da, AKP hayal kırıklığı yaratır konuma geldi.

En büyük etken, AKP’nin AB’yi boşladığı izlenimi veren tutumudur. Siz istediğiniz kadar aksini söyleyin. İstediğiniz kadar “ cek-cak”lı vaadlerde bulunun, AB’nin boşlandığı izlenimi son derece yaygındır.

Liberal kanadı adeta büyüleyen yaklaşım, iktidar partisinin eski tabuları yıkmak istemesi ve bu konuda son derece kesin adımlar atmasıydı. Bir din partisi olmadığını, AB üstünden göstermesiydi. Birden bire kalıplaşmış normlar yerine, yepyeni bir yaklaşımı ortaya koymasıydı.

AB bir umut, Türkiye’yi uygar dünyanın kalbine taşıyacak, birinci lige çıkaracak olan bir sıçrama tahtasıydı.

Sonra ne oldu da, bu ittifak bozuldu ?

Birçok neden sayılabilir. Hrant Dink ve Rahip Santoro cinayetlerinden tutun da, türban tartışmalarına kadar birçok gerekçe sayılabilir. Ancak bence en temel neden, AKP’nin AB misyonuna gereken önemi vermemesi, adeta sırtını dönmesiydi.

Hayal kırıklığı ve yolların ayrılması, işte böyle başladı.

Şimdi bu soru sorulduğunda, hem Başbakan, hem de kimi özel sektör liderleri ve tabii AKP yanlıları, hep aynı gerekçelerle ortaya çıkıyorlar.

“…Eğer AB ile ilişkiler yavaşladıysa veya Türk kamuoyunda AB heyecanı azaldıysa, bunun nedeni iktidar değildir. Avrupa Birliğinin tutumudur. Daha doğrusu, Fransız Devlet Başkanı Sarkozy ile Alman Başbakanı Merkel’in yaklaşımlarıdır. Onlar engelliyor, bu durumda biz de gereken adımları atamıyoruz. Hem özel sektör, hem de kamuoyu heyecanını kaybediyor. Bizi değil, onları suçlayın…”

Hayır, bu yaklaşım yanlış.

Sarkozy ile Merkel işi zorlaştırıyor, ancak AB reformlarının bu noktaya kadar gerilemesinin nedenleri değillerdir.

Türkiye, 2006 ve 2007’yi tamamen iç politika nedenleriyle kaybetti. Doğru dürüst hiçbir reform yapmadı veya yapamadı. Bu gerçeği, Cumhurbaşkanı Gül dahi açıkça söyler duruma geldi.

Açılış kriterlerinden hemen hemen hiçbiri, doğru dürüst yerine getirilmedi.

Sorarım sizlere, bunları da Sarkozy ve Merkel mi önledi ?

301’in bugünlere kadar sürünmesi bu liderlerin tutumundan mı kaynaklandı ?

Özel Sektör, AB dosyasını hükümetten hiçbir adım görmediğinden dolayı rafa kaldırmadı mı?

Birbirimizi aldatmayalım.

Sarkozy ve Merkel’in arkasına saklanmayı bırakalım. Biz , üstümüze düşen binlerce görevden hiç değilse bir bölümünü yapalım yeter. Sorumluluklarımızı tamamladıktan sonra, bakalım bu engellemeler işe yarayacak mı ?

Başkalarıyla uğraşmak yerine, kendi işimize bakalım.

Peki, bugünkü durum değişebilir mi ?

AKP yine liberallerle barışır, Türk kamuoyu AB’ye olan heyecanını yine kazanabilir mi ?

Hem de çok kolaylıkla…

Yeter ki, İktidar hareketlensin.

Yeter ki, reformlar hızlansın.

Yeter ki, Erdoğan bu ilişkilere eskisi kadar önem versin ve üzerine gitsin.

Sorumluluklarını yerine getirmiş ve AB müktesebatına uyum sağlamış bir Türkiye’yi dışarıda bırakmaya, ne Sarkozy ne de Merkel’in güçleri yeter.

Karşımızdaki gerçek engel, yine bizleriz.

Posta, 4.3.2008

Mehmet Ali Birand

05.03.2008


 

Üniversiteye tarikatlar girecek diye çeteler mi girsin?

Ergenekon adlı karanlık çetenin uzantıları araştırılırken ‘Kuvvayı Milliye’ veya ‘vatanseverler’ gibi adlarla kurulan bazı çetelerin, beş rektör ve iki dekanla ilişki içinde oldukları ortaya çıktı.

Örgüt üyeleriyle telefon görüşmelerinin kayda alındığı öne sürülen bu isimlerin, başında bulundukları üniversitelerde ‘ulusalcı kadrolaşma’ya gittikleri, kampüslerinde düzenledikleri oturumlarda bu yönde propaganda yaptıkları belirtildi.

Hatta şu anda tutuklu bulunan bir doçentin kimi profesörler hakkında resmi ideoloji karşıtı oldukları gerekçesiyle apaçık iftiralarda bulunduğu, onları ‘yetkili merciiler’e fişlediği ortaya çıktı. Tamamen saptırılmış birtakım verileri birleştirerek, yargısız infaz mekanizmasını devreye sokarak akademisyen muhbirliğine soyunan bir doçentin, özgür ve evrensel düşünceyle hangi düzeyde bir ilişkisi olabilir?

Yine bir başka üniversite rektörü -ki şu anda mahkûm edildi- vaktiyle ‘irticacı’ diye fişlediği 65 akademisyenin işine, sicillerinde usulsüzlük yapmak suretiyle son verebilmiş. Koskoca rektörün, bu öğretim üyelerinin siciline “cemaatçi, radikal dini akımlarla bağlantılı, devlete karşı düşmanca tavır içerisinde, uyumsuz” gibi ifadeler yazarken vicdanlı olmak ve adil davranmak gibi bir kaygı gütmemesi nasıl kabul edilebilir? Yalan dolan hükümlerle, süslü iftira kampanyalarıyla, hamasi slogan soytarılıklarıyla mı ‘cumhuriyetimizin kazanımları’na sahip çıkacağız?

Cumhuriyet mitingleri sürecinde kimi büyük şehirlerde Vatansever Kuvvetler Güçbirliği hareketinin üyeleriyle görüşen bazı rektörler, küçük çocukların para karşılığı bayrakla yürütüldüğünün de ortaya çıktığı bu gösterilere kendi üniversitelerinden öğretim üyeleri ve öğrencilerin de katılmasını teşvik etmişler. Bayrağın bir ayrımcılık nesnesi haline getirilip salt bir kesimin sembolü olarak benimsetilmesine katkıda bulunmakla mı evrensel düşünebilen bir gençlik yetiştirilecek? Öğrenciler gerekirse ayrımcı, bölücü veya faşizan olabilir ama yeter ki rejimi tehdit etmesinler diyerek mi ilelebet yaşatacağız devletimizi?

Bir başka üniversitenin rektörü, geçtiğimiz günlerde görevinden ayrıldıktan sonra bir açıklama yaptı ve gazeteden okuduğumuza göre, üç yıl önce başbakanı üniversiteye geldiğinde konuşturmaması için YÖK’ün eski başkanından talimat aldığını belirtti. “Üniversiteler Atatürkçü düşünceyi özümsemiş, laik cumhuriyet ilkelerinin yer bulduğu kurumlardır” diyerek itirazını gerekçelendiren rektör, başbakanın laiklik düşmanı olduğundan zerre kadar kuşku duymamış ki, ziyareti sırasında protokol konuşması yapmaması için de epey uğraşmak zorunda kalmış.

Bir ideolojiyi muhafaza eder gibi görünerek, son derece onurlu bir ‘devlet nöbetçisi’ gibi haykırarak, vatansever ve kuvvacı yakıştırmaları sadece kendine uygun görerek rektör makamına yükselebilen kişilerin vicdanı kaç kat örtünün altına gizlenmiş bilinmez. Ama bazı üniversitelerin giderek çete üyelerinin cirit attığı yerler haline dönmesini şu ana dek hiç dert etmeyen onca akademisyen, onca yazar çizer var. Mesela yine bir üniversite rektörü şöyle bir gerekçeye başvurabiliyor gönül rahatlığıyla: “98 yılı öncesinde üniversiteler tarikatların, cemaatlerin kol gezdiği, çocukların baskı altına alındığı yerler haline gelmişti. Türban yasağı kalkarsa yine eskiye döneriz.” Yani: Dışarıda zaten tarikatçı olduğu varsayılan birtakım kızlar, üniversiteye başlarını açarak girdikleri sürece tarikatçılık engellenebiliyor böylelikle. Müthiş bir akıl yürütme doğrusu. Peki, 98 sonrası üniversiteler ulusalcı çetelerin, suç örgütlerinin, bombayla yakalanan kuvvacıların rektörlerle kirli bağlantılarının tespit edildiği yerler olmaya devam mı etsin bu mantıkla?

Kendilerine eleştirel bakanlardan bile birer ‘rejim düşmanı’ üretmek ve bu düşmanı imha etmek suretiyle hep aynı cumhuriyet elitinin iktidarını sürdürmesine hizmet eden rektörlerle nasıl dolduruldu peki üniversiteler? Bu kişilerin liyakatine bakıldı mı yoksa kabaca ideolojileri mi yeterli oldu oraya atanmaları için? Kadrolaşma dedikleri tam da bu değil midir?

Zaman, 4.3.2008

Leyla İpekçi

05.03.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri