Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 13 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Yargı ve askeriye...

Star’da Ahmet Kekeç kendine has samimi üslubuyla konuya eğilmişti. Hangi konuya. Taraf Gazetesi’nin çığlık çığlığa bağıran ‘Bu cinayeti görün’ manşetine. Öyle çok cinayet işleniyor ki, bu hangisi?

Manşet altı spotlar hangisi olduğunu şöyle anlatıyor:‘Danıştay Başsavcısı Tansel Çölaşan darbe hukukunu savunarak hukuku öldürdü.

Ama yüksek yargı temsilcileri ve medya, bugün üçüncü gün, cinayeti görmezden geliyor.’

***

Başsavcı ne yapmış?

‘Danıştay Başsavcısı Çölaşan, Ankara Barosu’nun düzenlediği toplantıda 27 Mayıs darbesini, bu darbenin mahkemesini, o mahkemenin verdiği idam kararlarını ballandıra ballandıra övdü.’

Yüksek yargı ne yapmış?

‘Yüksek yargının öteki temsilcileri, dün kendiliğinden tepki göstermek bir yana, Taraf’ın bu konudaki sorularını bile cevapsız bıraktı. Kimi telefona çıkmadı, kimi konuşmayacağını söyledi.’

Medyada durum ne?

‘Konuşmanın yapıldığı toplantının ev sahibi Ankara Barosu ise tepki gösterdi ama açık kapı da bıraktı: ‘Düşüncelerini açıkladı.’

Yine, biri hariç, medya organlarının canı yanmadı.’

Taraf’ın bu manşetinin yayınlandığı gün star’da Ahmet Kekeç kendine has samimi üslubuyla konuya eğilmişti... Sabah’ta Emre Aköz de eleştiriyordu başsavcıyı... Kimi diğer gazete ve köşe yazarlarında da benzer tepkilere rastladım.

Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek de ‘Kim bu ülkede çözüm arayacaksa hukukun içinde aramalı. Yargı mensuplarının açıklamaları kurumları tartışmalı hale getiriyor’ dedi.

Ama gerçekten yargıda derin bir sessizlik hakimken, medyanın büyük bir kesimi konuyu gündeme almaktan çok uzaktı.

***

Anayasal suç olan askeri darbelere...

İnsanlığın gündeminden kalkan idamlara...

Siyasal yanlışlara ölümle ceza vermelere...

Karşı çıkmak ‘hukukun’ gereği.

Ama biz ne kadar ‘hukuk devletiyiz’ ki?

***

TESEV’in yaptığı araştırmaya yanıt veren yargı mensupları ne diyor?

‘Hukuk’a karşı devlet’i tutacaklarını’ söylüyorlar.

Hukuk olmayınca devlet olamaz ki...

Peki, yargının ‘devlet’ olarak algıladığı ne?

Tabii ki ‘askeri bürokrasi.’

28 Şubat post modern darbesi sırasında yüksek yargıya ‘brifing’ verilmedi mi?

Çok büyük çoğunluk buna koşa koşa, gocunmadan gitmedi mi?

‘Darbe’ anayasal suç iken, ‘darbecilerden’ hukuk brifingi alan yargı...

***

Yakına gelelim...

Şemdinli savcısı ne oldu?

AK parti Hükümeti’nin...

Özellikle de dönemin Adalet Bakanı’nın yeşil ışığıyla...

İddianamede askerleri suçladı diye hayatı yokedilen bir savcı karşısında kimsenin çıtı çıktı mı?

Barolar...

Yüksek yargı...

Siyaset...

Medya...

Hep birlikte ‘üç maymun’ oynanmadı mı?

***

Türkiye maalesef hukuk üretmiyor.

Bu zaafın üzerinden nasıl gelebiliriz?

Dünyalaşarak, AB’nin elini tutarak.

Çünkü...

‘Güce tapınmayı’ kendine göre daha akılcı bulan bir toplum ile...

Köhnemiş mevcut yapıyı parçalayıp atmak yerine siyasal iktidar olup onu ele geçirmeye çalışan 12 Eylül siyaset kurumu ile...

Bu iş zor.

***

Görmüyor musunuz?

Sivil anayasa sözü unutuldu gibi...

Genelkurmay’ı Savunma Bakanlığı’na bağlayacak olan anayasa’nın 177. maddesinde de...

‘İfade özgürlüğünü’ sağlayacak olan Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesinde de...

Bir gelişme yok.

Siyasal hesaplar buralarda hep köklü değişimlerin önünü kesiyor...

***

Taraf Gazetesi’nin çığlık çığlığa ‘cinayet işliyorsunuz’ diye bağırması..

‘Hukuktan yana taraf olun’ demekle aynı şey.

Kim hukuktan yana ki?

Hukukçunun kendi bile değil.

Başsavcı bunun güzel örneklerinden biri.

***

‘Askeriyeden yana...’

‘Siyasal iktidardan yana...’

‘Devletten yana...’

‘Güçlüden yana...’

Olarak sorunları çözemiyoruz.

Topluca ‘hukuktan yana’ olmadıkça buraların ve herkesin canı daha çok yanacak.

Kurnazlık sonunda hep fatura ödetir çünkü.

O nedenle akıllı toplumlar hep hukuktan yanadır.

Star, 12.3.2008

Mehmet Altan

13.03.2008


 

Bana ilişme, mahcup olursun!

Danıştay Başsavcısı çıkıp, ‘Menderes ve arkadaşlarının idam edilmesi toplumsal coşkuyla karşılandı’ diyor, ‘her darbenin mutlaka kötü sonuçlar doğurmayacağını’ söylüyor ama militarizmle ödeşmesi ve bu konuda rüşt ispat etmesi gereken sosyal demokratlarımız susuyor.

Mustafa Özyürek, bu ‘itiraf gibi’ çıkışa ne diyor örneğin?

Esprili benzetmeleri ve ‘İncili Çavuş’ fıkralarıyla muhalif gönüllerde taht kuran kıymetli Haluk Koç ne diyor?

Genelkurmay Başkanı’nı, ‘Niçin daha çok kan dökmediniz, niçin daha ilerilere gitmediniz’ diye eleştiren hem sosyal, hem demokrat, hem de ‘barışçı’ genel başkan ne diyor?

(...)

Ortada apaçık bir ‘suç’ var.

Darbeleri övmek, demokratik normale müdahaleyi meşru ve haklı göstermek gibi...

Çölaşan istifa etmeli.

İstifa etmiyorsa, derhal hakkında soruşturma başlatılmalı ve görevden alınmalı.

Şimdi, suret-i haktan görünmeye çalışan eşhas, ‘Menderes ve arkadaşları konusunda bu kadar duyarlısın da, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamını niçin dert edinmiyorsun?’ diyecek.

Dediler de nitekim.

Posta kutumda bir dolu ileti var.

İleti sahiplerinden biri, ‘Siyasi suçluların asılmalarından daha iğrenç, daha feci olaylar yaşandı. Üç genç insan, hem de sivil parlamento kararınca asıldı. Bunları gündeme getirmeniz gerekmez mi?’ diyor.

Hadi gündeme getirelim.

Bakalım kim mahcup olacak!

İletisini, ‘üzülerek, selam ve saygılarıyla’ bitiren bu arkadaş, hem, ‘siyasi suçlular’ diyerek, zımnen ‘Yassıada Mahkemesi’nin kararına doğallık atfediyor (öyle ya, suçluysa layığını bulmalı), hem de bu satırların yazarını köşeye sıkıştırdığını sanıyor.

Menderes ve arkadaşlarının asılması bir ‘hukuk cinayeti’ydi.

Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının asılması da, aynı oranda hem bir ‘hukuk cinayeti’, hem de idam kararına onay veren parlamento açısından yüz karası bir olaydı.

Meraklı ve didikleyici bir göz araştırsın bakalım; ‘evet, asılsınlar’ diyen parlamenterler kimlerdi ve bunların partilere göre dağılım neydi?

Daha da önemlisi, 12 Mart’ın ‘balyoz hareketi’ne imza atan Başbakan Nihat Erim, hangi ‘sosyal ve demokratmış gibi’ yapan partinin sülbünden gelmeydi?

Zahmet olmazsa, ‘idam’ geleneğini meşrulaştıran ‘Özel Mahkemeler Tarihi’ni de bir kurcalayıversinler.

Çünkü, Türkiye Cumhuriyeti tarihi, bir anlamda, özel mahkemeler tarihidir.

İlerici Türk aydınının ‘devrimler’le meşrulaştırdığı ‘İstiklál Mahkemeleri’ onbinlerce rejim muhalifini yargıladı, binlercesini astı.

Tansel Çölaşan ve benzerlerinin ‘darbe değildir’ dediği 27 Mayıs’ın Yassıada Mahkemesi, ‘Sadrazam boğdurma’ geleneğine nazire yapar gibi, Türkiye’ye hizmet etmiş bir Başbakan’ı ve iki Bakan arkadaşını darağacına yolladı.

Sonra ‘Sıkıyönetim Mahkemeleri’ dönemi başladı.

Bu mahkemeler, 12 Mart ve 12 Eylül döneminde (yani 1971-1985 yılları arasında) yüzlerce idam cezası verdi; bu idamlardan 70 küsuru infaz edildi.

Sadece Deniz Gezmiş ve arkadaşları mı?

Bu mahkemeler, 18 yaşından küçük çocukları da astı...

Bana inanmıyorsanız, Tansel Çölaşan hanımefendiye sorun... Emin Çölaşan adlı gazeteci, 12 Eylül döneminde hangi cezaevlerini ziyaret etti? Kimlerle röportaj yaptı?

Röportaj yaptığı mahkumlar arasında Erdal Eren diye biri var mıydı?

Dahası, Erdal Eren kaç yaşındaydı?

Star, 12.3.2008

Ahmet Kekeç

13.03.2008


 

Çölaşan ve CHP’nin farkı ne?

Tansel Çölaşan’ın açıklamaları bürokrasinin belli bir kesiminde mevcut olan demokrasi ve hukuk devleti zihniyetinin tipik bir görünümünü sergiliyor. Çölaşan’ın bu bakış açısı CHP’den çok da farklı değil.

CHP’li yetkililerin, 27 Nisan e-muhtırasını ilk günlerde desteklerken, Kuzey Irak’ta gerçekleştirilen “Güneş Operasyonu” bitiminde Genelkurmay Başkanlığı ile yaşanan gerilim esnasında, bir yandan Genelkurmay Başkanlığı’na cevap yetiştirirken, diğer yandan da e-muhtıra ile alakalı olarak “biz aslında 27 Nisan e-muhtırasına üzülmüştük” şeklinde açıklamada bulunmaları; Danıştay Cumhuriyet Başsavcısı Tansel Çölaşan’ın, milli iradeyi rafa kaldıran 27 Mayıs harekâtını ve akabinde üç devlet adamının idamını överek onaylayan ifadeler kullanması, Türk demokrasisi ve hukuk devleti açısından istikrarsızlık göstergeleridir.

Bu tavır, CHP’nin demokrasi konusunda takındığı tutarsızlık ve çifte standardı ortaya koymaktadır: CHP, takındığı bu farklı tutumla, kendisine dokununca demokrat, rakiplerine dokununca demokrasi dışılıkları destekleyen bir tavır sergilemektedir. Sayın Çölaşan’ın ifadesi ise, hâlâ bürokrasinin belli bir kesiminde mevcut olan demokrasi ve hukuk devletini zedeleyen zihniyetin tipik bir görünümünü sergilemektedir. Bu her iki tutum da, Türk demokrasisi ve hukuk devleti açısından son derece yaralayıcıdır.

CHP’nin tavrı demokrasi açısından hatalıdır. Demokrasi, sadece iktidar partilerinin her halükârda demokrasiye sahip çıkmalarından ibaret değildir. İktidar partileri kadar muhalefet partilerinin de demokrasiye sahip çıkma yükümlülüğü bulunmaktadır. Demokrasilerin iktidar partileri kadar muhalefet partilerinin de sahipliğine ihtiyacı vardır. Birisinin her durumda ayrımsız olarak demokrasiye sahip çıkıp, diğerinin işine gelince sahiplenip, işine gelmediği zaman sahiplenmemesi, Türk demokrasisinin en ciddi handikabını oluşturmaktadır.

ASKERİ DARBE NEDEN SAVUNULUR?

Çölaşan’ın ifadesi de demokratik hukuk devleti açısından yaralayıcıdır. Demokrasi, esasen milli irade ve ona saygıyı gerektirirken, hukuk devleti de, yargı organlarının, anayasal düzenin ve Anayasa’nın üstünlüğünün sağlanması yönünde işlev görmesini gerektirir. Yüksek yargı organında etkili konumda bulunan Cumhuriyet Başsavcısı’nın, Anayasa ve hukuk dışı bir harekâtı “devrim” olarak niteleyerek methetmesinin, kamuoyunda doğuracağı sonuçlar itibariyle onaylanması mümkün değildir. Bu ifadeler, 1961 Anayasası yüceltilerek 27 Mayıs darbesinin desteklenmesi, kısaca, hukuk devleti ile temelden çelişen “amaca ulaşmak için her türlü (hukuk dışı da olsa) aracın meşrulaştırılması” şeklindeki Makyavelist düşüncenin övülerek desteklenmesi anlamına gelmektedir. Bu tutum, aynı zamanda 1950 yılında bir sivil bayram ve şölen havası içinde geçilen demokrasi düzeninin mahkûm edilmesi demektir. Oysa Türk toplumunun büyük ekseriyeti, hem demokrasiyi, hem de cumhuriyeti, dikkatle, özenle ve aynı derecede sahiplenmektedir. Birisinin diğerine alternatif olarak görülmesini kesinkes reddetmekte, cumhuriyetin demokrasi ile taçlandığı düşüncesinde birleşmektedir.

(...)

Ben halkın çok geniş bir kesiminin, cumhuriyeti demokrasi ile bütünleşik bir şekilde benimsediklerini düşünüyorum. Yapılan seçim sonuçları ve ortaya konulan çeşitli tepkiler, bu düşüncemi destekleyici niteliktedir. CHP ve benzer zihniyeti taşıyanların da artık tutarlı bir şekilde benzer tavırları sergilemelerinin zamanının çoktan geldiği kanaatindeyim. Toplumsal barış, karşılıklı saygı içinde bir arada yaşama, kamplaşmaların sona ermesi, demokratik iktidar-muhalefet ilişkilerinin sağlıklı zeminde sürdürülmesi, halkın büyük ekseriyetinin sergilemiş olduğu bu örnek tavrın doğru okunmasını gerekli kılmaktadır. Cumhuriyetin demokrasi ile çatıştırılması, hem Türk halkına, hem Türkiye Devleti’ne, hem de demokratik cumhuriyete yapılacak en büyük kötülüğü oluşturacaktır.

Yeni Şafak, 12.3.2008

Yrd. Doç. Dr. Adnan Küçük

13.03.2008


 

Na to kafa ine na to mermeri

Şimdi herkes Tansel Çölaşan’ı tartışıyor ya, Danıştay başsavcısı, çağdaş kadın, Emin Çölaşan’la evli... O da çağdaş bir adam, “gugıl mugıl” tanımıyor...

Bayan Çölaşan, Menderes, Polatkan ve Zorlu’nun idamlarının toplumda coşkuyla karşılanmış olduğunu söyledi, kıyamet koptu ya...

(Ben hatırlarım, derin bir sessizlikle karşılanmıştı, üstelik haber gazetelerin en dibinde tek sütuna, minicik verilmiş, ortalık dalgalandırılmamıştı... Menderes’ten nefret edenler bile sessizce üzülmüşlerdi... İşin buraya varmasını istememişlerdi...)

Ben çocuktum, belki Ankara’da, memur mahallesi Bahçelievler’de coşku yaratmıştır, onu bilemem.

Neyse, ben size daha bir “ibretlik vaka” anlatacaktım.

Bir başka çağdaş cumhuriyet kadını... Emekli albay Şenay Güray...

Şenay Hanım, geçenlerde “idrak ettiğimiz” Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla İstanbul’da, Çağlayan’da düzenlenen mitinge katıldı. (Biz Kaç Kişiyiz Hareketi partisi... Partiyi küçük harfle yazdım.)

Kürsünün arkasında birtakım kalpaklı adamlar, bunlar gazi olsalar gerek ama yaşları tutmuyor... En yaşlısı benden azıcık büyük... “Temsili gazi” herhalde.

Bu tür mitinglerin vazgeçilmez, değiştirilmez ve değiştirilmesi teklif edilemez başoyuncusu Tuncay Özkan’dan önce sahne alan, pardon, kürsü alan Şenay Hanım, bu gibi konuşmalarda gelenek olduğu üzere, Atatürk’e seslendi. Dedi ki:

“Sen ki Atam... Can çekişen bir hastaya şifa vermek üzere Allah tarafından görevlendirilmiş bir elçi, bir adı konmamış peygambersin... Sen, sarı saçlım, mavi gözlüm, neredesin?”

Sarı saç mavi göz edebiyatı zerre karar ilerleme kaydedememiş.

Belki de Deniz Baykal gibi adamlar kumral saçlı, kahverengi gözlü oldukları için seçim kazanamıyorlardır.

Rahmetli Ecevit de kara kuru, kavruk bir adam olduğu için 1977 seçimlerinde 213 milletvekilinde kalmıştı...

Fakat Cem Uzan’ın yüzde üçte kalmasına ne demeli o zaman?

Sakarya’da mı bir yerlerde, bir pankart hatırlarım bir Genç Parti mitinginden (bu sefer büyük harfle yazdım): “Senin de saçların sarı, senin de gözlerin mavi... Yoksa sen ikinci Atatürk müsün?”

Stockholm’e belediye reisi mi seçiyoruz kardeşim?

Fakat, sarı saç mavi göz edebiyatı bütün hızıyla sürse de, artık “sen kalk da ben yatam” numarası bayatlamış, yapmıyorlar.

Herkes kalkmasını istiyor ama, kimsenin yatmaya niyeti yok.

Onun yerine, “uzun uzun kavaklar, dökülüyor yapraklar, ben Atam’a doymadım, doysun kara topraklar” yaklaşımı öne çıkıyor.

Ya da, işini yapmayan doktora kızacaksınız: “Doktor doktor kalksana, ışıkları yaksana, Atam elden gidiyor, çaresine baksana!”

(Doktor kim, Profesör “Fisanje” mi? Hani şunun aslının nasıl yazıldığını bana öğretecektiniz yahu? Özdemir Bey, sen Fransızca bilirsin, alo?)

Neyse, bu arada hiç olmazsa Atatürk’ün “adı konmamış bir peygamber” olduğunu böylece öğrenmiş olduk.

O zaman bana “Anıtkabir’i peygamber türbesine, Nutuk’u kutsal kitaba çevirdiniz” dediğim zaman kızmasınlar. Ben Şenay Hanım’ın yalancısıyım.

Aaah ah, sevgili bürokrasi... Telefonlarımı dinleyeceğine lafımı dinleseydin bu kadar gülünç duruma düşmezdin!

Sabah, 12.3.2008

Engin Ardıç

13.03.2008


 

27 Mayıs’tan 28 Şubat’a

Danıştay Başsavcısı Tansel Çölaşan’a bak! Hanımefendi, 8 Mart’ta, kadını konuşacağına, darbeye methiyeler dizmiş. 27 Mayıs’a, darbe değil “devrim” demekle kalmıyor, Menderes’in idamından dolayı “toplumsal bir coşku” yaşandığından bile söz ediyor. Peki Menderes’in asıldığına “sevinen” kitleler, 1961 genel seçimlerinde, neden Demokrat Parti’nin devamı olduğunu söyleyen, Adalet Partisi ve Yeni Türkiye Partisi’ne oy verdi? Belli ki Tansel Çölaşan, kendi dar çevresinin hastalıklı düşüncelerini, “milletin nabzı” sanıyor. Hâlâ da aynı yolda ilerliyor.

Bir hukuk insanı, darbe için, “devrim” der mi? İdamı alkışlar mı?

Sabah, 12.3.2008

Nazlı Ilıcak

13.03.2008


 

“Danıştay’ın Türk milleti” hangi galakside yaşıyor?

Hani, “mahalle baskısı” diyorlar ya... Hani, “başörtüsünün üniversitelerde serbest bırakılması pek önemli değil ama; Hukuk mezunu başörtülü ileride savcı veya hakim olursa, başı açıklar aleyhinde karar verir” paranoyasını ileri sürüyorlar ya; bunun “mefhum-u muhalifi”ni, yani “tersini” hiç düşünmüyorlar... Oysa, “aklı ve mantığı” olan bir insan şöyle düşünür: “Yargı kürsüsündeki bayan başörtülü ise ve başı açıklar aleyhinde karar verebileceği iddia ediliyorsa, aynı iddia başı açık hakimler ve savcılar için de geçerlidir... Pekâlâ, onlar da başörtülü bir sanık aleyhinde karar verebilirler!..”

Öyle değil midir?..

Böyle karar vermezler mi?..

Tansel Hanım’ın “başsavcı” değil de “baş hakim” olduğunu varsayın ve söyleyin hele:

“Böyle bir kadından, başörtülü hanımlar lehine karar çıkar mı? Böylesine darbeci bir kafa, özgürlük lehinde bir karar verir mi?..”

Şu hâle bakın;

Bir “başsavcı” çıkıyor ve “idamları savunuyor!..

27 Mayıs darbesinin “kanlı bir ihtilâl” değil de, “devrim” olduğunu iddia ediyor!..

Düşünebiliyor musunuz;

Hem de, bir “kadın” söylüyor bunları!..

Kadınlar ki, “duygusal” olurlar!..

Kadınlar ki; sadece insanlara karşı değil, hayvanlara bile “merhametli” ve “yufka yürekli” olurlar!..

Kadınlar ki, “savaşlara ve “ölümlere karşıdırlar!.. Onlar “barış” isterler!..

Bu nasıl “kadın”dır ki;

“Darbe”yi savunduğu yetmiyormuş gibi, “Bir başbakan, iki bakanın darağacında sallandırılmasını!” neredeyse zil takıp oynayacak kadar normal karşılıyor!..

“Kadın” değil, sanki “militan”!..

Böyle bir “yargı mensubu”nun karşısında “özgürlük” nasıl savunulur?.. “Din” nasıl savunulur ve “örtü” nasıl savunulur?

Bir “kafa” ki, “örtü”ye hepten karşı!.. Örtüyü, bir “baskı aracı” olarak görüyor!..

Farz edin ki, Tansel Çölaşan “Savcı” değil, bir “hakim”dir ve karşısında da “başörtülü bir sanık” vardır!..

Söyleyin Allah aşkına;

Vereceği karar, hiç “başörtülü lehinde” olur mu?..

Var mı böyle bir ihtimal?..

Böyle “başı açık,” ama “beyni yasakçı ve darbeci” bir “kafa”dan hiç “örtü lehine” karar çıkar mı?..

Çıkmaz!.. Çıkamaz!.. Çıkabilemez!

Çıkmasının imkânı ve mümkünatı yoktur... Böyle bir ihtimal, tahayyül bile edilemez!..

Vakit, 12.3.2008

Hasan Karakaya

13.03.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri