Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 30 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Tehlikenin farkında mısınız?

İktidarla muhalefet aynı demokrasi çizgisinde buluşup şöyle bir ses verebilirler mi: “Rejime dıştan müdahalelere hep birlikte hayır diyoruz. Askeri darbelere de, hukuki darbelere de hayır! Bizim için nihai hesaplaşma yeri, demokrasilerin gerçekleştiği son yerdir, yani seçim sandığıdır, milletin oyudur.”

Şöyle devam edebilirler mi:

“İktidar ve muhalefet partileri olarak, Türkiye’yi siyasal partiler mezarlığı olma ayıbından kurtaracak, gerçek demokrasi ve hukuk devletini rayına oturtacak anayasal düzenlemeler konusunda uzlaştık.”

Noktayı birlikte koyabilirler mi:

“AKP’yi kapatma davasını düşürecek ve laikliğe ilişkin haklı kaygıları giderecek şu düzenlemelerle açıklamaların yapılmasında anlaşma sağlanmıştır.”

Olabilir mi?

Ne yazık ki hayır.

Olabilse, işte o zaman Türkiye’nin yakın geleceğine dönük kara gölgeler ortadan kalkmış ve iyi niyetli sağduyu çağrıları yerini bulmuş olurdu.

Ama maalesef çok partili demokrasiye adım attığımızdan beri iktidar ve muhalefet partileri, böyle bir ‘demokrasi mucizesi’ni yaşatmadılar bu ülkeye.

Yaşatmış olsalar, Türkiye çoktan rayına girmiş, aş ve iş sorunlarını çözmüş, Yunanistan gibi, İspanya ve Portekiz gibi AB’nin birinci sınıf demokrasileri içindeki yerini almış olurdu.

Bunu başaramadık.

Bugün hâlâ neler yaşıyoruz.

CHP lideri Baykal, seçim sandığında yenemediği AKP’nin yargısal darbe yoluyla tasfiyesine umut bağlamış durumda.

MHP lideri Bahçeli, yargısal darbe yoluyla AKP’nin başını, Tayyip Erdoğan’ı yok etmeyi amaçlıyor.

Bu tablodan uzlaşma çıkmaz.

Sadece kavga çıkar.

Geçmişte örneklerini çok gördüğümüz, 27 Mayıs’ın, 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün, 28 Şubat’ın öncesinde ve sonrasında yaşadığımız o siyasal istikrarsızlık ve kavgaların bu ülkeye ne kötü bir maliyet ödettiğini, nasıl kayıp yıllar yaşattığını çok iyi bildiğimiz halde, ne yazık ki yine aynı yolun yolcuları gibiyiz.

Kurtulamayacak mıyız?

Yine kavga mı?

Yine kayıp yıllar mı?

Bu tablodan yine kavga çıkmaması için şimdilik tek bir çıkış yolu gözüküyor. Bu da Anayasa Mahkemesi’nin kendi içinde “Yargısal darbeye hayır!” demesidir.

Bu ihtimal var mı?..

Bilemiyorum.

Bildiğim bir şey var. Türkiye geçmişte olduğu gibi yine tehlikeli sularda yol almaya başladı. Ve tehlikede olan, kimilerinin sandığı gibi ‘laiklik değil demokrasi’dir.

Evet Erdoğan hükümeti, muhafazakarlık anlayışı ve laikliğe dönük bazı yaklaşımlarıyla toplumun bir kesiminde haklı kaygı ve tepkilere yol açtı ve de bu konuyu fazla önemsemedi.

Evet Erdoğan hükümeti, üniversitede başörtüsü-türban yasağının kaldırılmasına tüm öncelik ve enerjisini verirken, ‘sivil anayasa’yı unuttu.

Evet Erdoğan hükümeti, son birkaç yıldır demokratikleşme alanında ipe un serdi.

Evet Erdoğan hükümeti, Avrupa Birliği’ni 2005’den beri boşladı.

Evet Erdoğan hükümeti, Şemdinli’de, Hrant Dink cinayetinde, 301’de demokrasi ve hukukun üstünlüğüne yan çizdi.

Evet Erdoğan hükümeti, Kürt sorununda başlangıç noktasından farklı olarak milliyetçi rüzgarlara dümen kırdı.

Evet Erdoğan hükümeti, 2003-2004 darbe tertiplerini herkesten iyi bildiği halde demokrasi ve hukuk düğmesine basamadı.

Bütün bunlar gerçek.

Bunlardan dolayı Başbakan Erdoğan’ın, AKP’nin eleştirilmesi gerekir, eleştiriliyor da...

Ama bütün bunlar için AKP’den hesap—askeri ya da hukuki—darbeyle değil, seçimle sorulacaktır.

İşin püf noktası budur.

Demokrasi bunu gerektirir.

Bu ülkede bugüne kadar ne yazık ki iktidar ve muhalefet partileri arasında darbelere geçit vermeyen bir anlayış birliği kurulamamıştır. Demokrasi bir ortak platform olarak bir türlü içtenlikle benimsenmemiştir.

Dün de öyleydi.

Bugün de öyle.

‘Devlet’le, sivil ve asker bürokrasi ile oynamayı, oynaşmayı seven partilerimiz, sözde sosyal demokratlar dahil, siyaset sahnemizden hiç eksik olmadılar, olmuyorlar. Çok kolay devletçi olurken, demokrat olamıyorlar.

Bin yıldır yaşıyoruz bu gerçeği.

Ama aklınızdan çıkarmayın:

Bugün Türkiye’de asıl tehlikede olan demokrasi ve hukuktur.

Bu ülkede askeri ya da hukuki darbeciler ve de Ergenekon’cular, hiç kuşkunuz olmasın, Türkiye’nin AB ve demokrasi yolunu kesmeyi bir numaralı hedef olarak bellemişlerdir. Yargısal bir darbe, onları bu hedefin çok yakınına getirecektir.

Bu tehlikenin farkında mısınız?

Anayasa Mahkemesi, Türkiye’yi böyle bir maceraya atabilecek bir yargısal darbeye geçit verecek mi?

Yani kazık meselesi.

Milliyet, 29 Mart 2008

Hasan Cemal

30.03.2008


 

YouTube açıldı, şimdi nereyi kapatsak?

İçeriğinde 4 milyara yakın video bulunduran görüntü paylaşım sitesi YouTube’a giriş epeydir mahkeme kararıyla yasaktı, biliyorsunuz.

Geçen akşam nihayet site yöneticilerinin içerik denetimi konusunda verdikleri sözlerden sonra tekrar erişime açıldı.

Yetkililer belki “bak doğru yaptık, sonunda kerataları dize getirdik” diyorlardır.

Ama YouTube’u erişime bir açıp bir kapatmak, yasakla sorunu çözmek gerçekten doğru olabilir mi hiç!

“Aç kapa, aç kapa... YouTube’u yalama yaptık” diye konuşuyor yeni yetmeler kendi aralarında...

İnternet sitelerinde “YouTube mu kapanmış, ben bilmem beyim bilir!” başlıklı kara mizah dolu yorumlar yapıyorlar.

Daha o yaşta yargısından yürütmesine, bu ülkenin bütün “iktidar” kurumlarının dünyayı, gelişmeleri ve interneti algılamakta nasıl zorlandığını görüyorlar.

Hayal kırıklıklarını bir parça bastırabilmek için dalga geçmeye vuruyorlar kendilerini.

Ne yapsınlar?

İnternetteki olumsuz içerik karşısında korkunun ecele faydasının olmadığını, bu içeriği önlemek konusunda yasakçılıktan farklı ve çok daha akılcı yollar aranması gerektiğini “büyükler”ine nasıl anlatacaklarını bilemiyor çocuklar!

***

Yazı arşivimi karıştırırken karşıma çıktı.

2002 yılının şubat ayı...

O zamanlar YouTube falan yok tabii ama çok bilgili(!), çok modern(!) basınımız birkaç ergenin intiharını bahane ederek “gençlerin internet haberleşmesini sınırlayalım,” “gençlik sitelerini kapatalım” diye tutturmuş!

Ben de Sabah’taki köşemde “internetten korkma, kendinden kork” başlığıyla bu konuya değinmişim.

Bu işlerin “sallandır iki siteyi, bakalım bir daha oluyor mu!” mantığını kaldırmayacağını yazmıştım.

Üzerinden yıllar geçmiş o günlerin...

İnternet bağlantısı cep telefonlarının bile vazgeçilmez özelliği haline gelmiş.

Üstelik de bu alanda yeni ve iddialı bir yasa çıkıp yürürlüğe girmiş...

Ama “kafa”mız değişmiş mi? Hayır.

İnternete şehir efsaneleri ve paranoyalarla beslenmiş bir gözle bakışımızda değişiklik var mı? Yok.

***

Geçen gün 15 yaşında bir çocuk bana şunu sordu ciddi ciddi:

“Bugün YouTube’u yasaklamayı rutin hale getirenlerin yarın toptan çözüm olsun diye Google’ı engellemeye kalkmayacağını kim garantileyebilir?”

Cevaplamakta duraksadım.

Ülkeyi yöneten akranlarım adına “Kuşkunda yerden göğe haklısın” demekten utandım.

Iıı, üüü gibi sesler çıkartıp lafı dolandırdım.

Sonra “canım Google başka, bir yere gitmeni önlemek için otoyolu ulaşıma kapatmak gibi bir şey olur bu” dedim. “Yok daha neler! Olmaz, hayat durur” dedim.

Dedim ama cümlemi bitirdiğim anda fark ettim ki...

Aslında bizim yasakçı kafamız hep böyle işlemiyor muydu!

Sıkışınca en kolayı yapar, yolu geçişe kapatmaz mıydık! Elmalar çürük çıkınca manavı kapatmaz mıydık! (...)

Artık bilişim dünyasının işleyişi bu “kafa”ya hiç uymuyormuş...

Ne gam!

Zihnimden geçenlerden ürktüm. Sustum.

İyi eğitimli, gözlerinden zekâ fışkıran çocuk halime bakıp göz kırptı.

Güldük sonra...

Buruk biçimde...

Vatan, 29 Mart 2008

Haşmet Babaoğlu

30.03.2008


 

Harvard’a şeriat mı geliyor yoksa?

Dünyanın en prestijli üniversitelerinden kabul edilen Harvard son günlerde ateşli bir tartışmanın içinde. Sebep, okulun spor salonlarından birinin haftada altı saatliğine Müslüman kız öğrencilerin spor yapması için erkeklere kapatılması. Sivri kalemler karara karşı çıkan yazılar yazıyor. ABD’nin saygın üniversitesini İslamileşme korkusu sardı.

* * *

Muhafazakâr duruşu ile tanınan ünlü eşcinsel blogcu Andrew Sullivan, Daily Dish adlı bloğunda durumu “Harvard’da şeriat” olarak adlandırdı. Üniversitenin kendi yayınında ise “aşırı uyum politikalarını” eleştiren agresif yazılar çıktı.

* * *

Üniversitede İslamofobia’yı tırmandıran olay harem-selamlık salon tartışması ile de sınırlı kalmadı. Geçtiğimiz haftalarda Müslüman Öğrenci Birliği’nin düzenlediği “İslami Bilinçlenme Haftası” (Islamic Awareness Week) boyunca öğle ezanı Harvard’ın kütüphanesine giden merdivenlerde yankılandı.

* * *

Ezanın hoparlörlerle üniversitede yankılanmasını üç öğrenci 13 Mart’ta bir yazı yazarak protesto etti. Gerekçe olarak, ezanda yer alan “Muhammed’in Allah’ın tek elçisi olduğu” sözlerinin diğer inançlara karşı toleranssızlık olduğu gösterildi.

* * *

Tartışma giderek büyüyor. Müslüman öğrenciler kendilerinin daha görünür olmalarının rahatsızlık yarattığını ileri sürüyorlar. Ancak arka planda şu soru kendini gösteriyor: Batı dünyasını etkisi altına alan İslam korkusu özgür düşünce ve toleransın en üst düzeyde olması gereken üniversitelere mi sıçrıyor? Öyleyse bu korkunun haklı gerekçeleri olabilir mi?

* * *

Müslüman öğrencilerin inançları ile ilgili talepleri Harvard Üniversitesi ve ABD ile sınırlı değil. Yale’de bazı kız öğrenciler inançlarına aykırı olduğu için erkeklerle aynı yurtta kalmayı reddetti. Kendilerine yeni barınma imkânı istedi. Ancak üniversite yönetimi bu talebi geri çevirdi. Avustralya’da bazı öğrenciler ders saatlerinin namaz vakitlerine göre düzenlenmesini, kız öğrencilere özel yemek salonları açılmasını talep etti. İngiltere’de ise birkaç tıp öğrencisi ameliyat odalarında önlüklerinin kollarını dirseklerine kadar sıvamayı dinlerine aykırı saydı.

* * *

Şimdilik Batı dünyası bu, kendilerine yabancı dinin talepleri karşısında şaşırıp kalıyor. Peki ne olacak? ABD başörtüsü ile basketbol oynamak isteyen, harem-selamlık yurtlar talep eden öğrencilere alışabilecek mi? Yoksa iş dönüp dolaşıp Fransa’daki gibi başörtüsü yasağına kadar gidecek mi?

* * *

Amerika Birleşik Devletleri özgürlüklerin üzerine yükselen bir ülke. Anayasa her türlü farklılığın serbest ifadesine izin veriyor. Üstelik öyle Türkiye’deki gibi işine gelmeyince yenisi yazılan bir anayasa değil söz konusu olan. Bu yüzden Fransa gibi yasakçı bir tutum içine girmesi imkânsız ABD’nin. Ancak ortada henüz çözülmemiş bir durum olduğu ortada. Kısacası İslam’ın topluma entegre edilmesi ile sorunları olan tek ülkeyi kendimiz zannetmeyelim. Biz üniversitelerde başörtüsü yasağını konuşurken ABD’deki üniversiteler de paralel tartışmalar içinde şu sıralar.

Akşam, 29 Mart 2008

Nagehan Alçı

30.03.2008


 

Yargı devletten taraf

Eski Yargıtay Başkanı Prof. Sami Selçuk’un, “ 2007’nin Hukuk Olayı: Anayasa Mahkemesi’nin 367 Kararı “ adlı kitapçığını, Türkiye Günlüğü dergisi okurlarına hediye ediyor.

Sami Selçuk’un 367 kararını lime lime eden uzun makalesini daha önce okuduğum için, kitapta yer alan ‘ zihniyet’ eleştirileri daha fazla ilgimi çekti.

Selçuk özetle şunu diyor: Yüksek yargı mensuplarının siyasi içerikli davalara yaklaşımı, adaletin gerçekleşmesini engeller nitelikte.

Örneğin eski Başkan Osman Arslan, Kasım 2007’de Adalet Akademisi’nin genç hukukçularına önce “ Yargıçlığın temel öğesi yansız olmaktır “ diyor. Hemen ardından şöyle devam ediyor:

“ Ancak bazı kararlarınızda Türkiye Cumhuriyeti’nin korunması ve yaşatılmasında taraf olacaksınız. (...) Demokratik, laik, hukuk devletine sahip çıkmada tarafsınız. (...) Buralarda tarafsız olma lüksünüz yoktur.”

Başkan Arslan emekliye ayrılırken de benzeri sözlerle aynı fikri tekrarlıyor:

“ Yargıçlar, Türkiye Cumhuriyeti’nden yana taraftır. Çünkü Cumhuriyet insanın özüne ve haysiyetine en uygun rejimdir. Ay yıldızlı bayraktan yana taraftır. Çünkü bayrak dalgalanmazsa siz de hakimlik yapamazsınız. “

Bir başka örnek de 2001’den. Yüksek Seçim Kurulu Başkanı, her zaman “ Çanakkale’de, Sakarya’da verilen şehitlerin kanlarını “ gözeterek karar verdiğini açıklıyor.

Tam bu noktada hukukun evrensel kurallarından birini hatırlatıyor Selçuk: “ Hiç kimse kendisinin yargıcı olamaz .” Ünlü “ nemo judex “ kuralı bu. Yani yargıç kendi davasına bakamaz.

Eğer bayrakla, şehit kanıyla ya da rejim kaygısıyla karar alıyorsan... O zaman adalet dağıtmıyor, kendi davanı güdüp, kendi siyasi tercihini dayatıyorsun demektir.

Peki, yargı mensuplarının görüşü olamaz mı? Elbette olur. Uzayda yaşamıyorlar ki! Onlar da bu ülkenin insanı.

Ama bir yargıç cüppesini giydiği an, o görüşlerini bir yana bırakacak. Çünkü sadece bu şekilde, hukuka uygun, adaletli bir karar alabilir.

Ancak bunun istenmediğini görüyoruz: Büyükler küçüklere açık açık “ taraf olacaksınız “ diyor. Yani onları “ siyasi/ideolojik kararlar almaları “ için teşvik ediyorlar.

Sonra da kriz çıkıyor!

Not: “ Peki bayrağı kim koruyacak “ derseniz... Kanunlar var, Meclis var, hükümet var, asker var, polis var. Bayrağı korumak yargıçların işi değil.

Sabah, 29 Mart 2008

Emre Aköz

30.03.2008


 

‘Bilmiyorum seninle sonumuz ne olacak’

Her Vahamet Krizi’nin sonu ‘budur’ işte Sululuk? Sıkıştırılmaların ardından patlayan zırvalık? Saçmalık?

Ama sabahtan beri, Türkiyedeki Demokrasinin Feci Halleri’ne Selami Şahin’in bu ‘(ölümsüz) mısraını içimden tekrar tekrar etmeden edemiyorum.

Hakikaten Demokrasi’yle değil; Demokrasiye Geçiş İhtimali’yle dahi bugünlerde ‘Bilmiyorum, seninle sonumuz NE olacak.’

Raportör ORTADAN bi raporu uygun gördü. “Kapatsanız da olur ağbicim; kapatmasanız da,” dedi. (NE DESİN?)

İktidar Partisi+DTP: bu 2 kapatmayı gerçekleştirirse Özürlü Türk Demokrasisi ya da daha gerçekçi bir tanımlamayla Yargının Derebeyleri, halkın yüzde (hatırı feci sayılır) bilmemkaçının oyu ÇÖPE GİDECEK! YOK SAYILACAK.

“İstediğin kadar git sandığa, ver oyunu iki gözüm. Bizim beğenmediğimiz tercihleri yaptığın anda kapatırız

Demokrasi İhtimalini” güçlü mesajı, bir kez daha Bu Millet’in suratına (şrak şrak) tokat gibi inecek.

İşin Vahameti’ni kavrayanlarla kavramayanlar arasında savaş var.

Demokrasinin Özü’nü benimseyenlerle “Aa, olmaz bu millete demokrasi!

BİZDEN iyi mi bileceksiniz yani?” diyenler arasında SAVAŞ!

Bi de tabii UZLAŞIN! UZLAŞIN! Nerde uzlaşalım? Demokrasi, pek tabii ki bir uzlaşma rejimi/seçeneği/düzeni. Ve fakat birtakım abuk sabuk KANUNİ KILIFLARLA sen zırt pırt benim Demokratik Tercihlerime/Seçimlerime karışmayı/onları kesip atmayı/yok saymayı şiar edinmişsen Benim yaptığım Demokratik Tercihleri KABUL EDİLEMEZ addedip kendine vehmettiğin bu güce ottan ve yoktan/gazete küpürleri ve bağlamından arındırılmış konuşmalardan SÖZÜMONA DELİLLER YARATIKLANDIRIP ‘Kaparım ulan ben senin çeşmeni!’ alikırankanunkesenliğinde takılabiliyorsan Senle nasıl baş edilir, bilemiyorum.

Senle sonumuz ne olacak, bilemiyorum.

Onun için de içinde bunaldığım Vahamet Krizleri’nin akabinde üstad Selami Şahin’in ölümötesi (şarkı) sözlerine sığınıyorum.

Bu fırtınalı denizlerde sığınılacak bi sonraki liman, Selami Şahin Fıkraları ya da Cevapları olabilir ki ancak, dilerim o zaviyelere düşmeyiz diyorum. İnsaf!

AK Parti şudur da budur!

AK Parti senin halkının seçtiğidir!

DTP senin halkının Meclis’e buyur ettiğidir.

Sen DTP’yi, AK Parti’yi gözlerinin üstünde kaşları olduğu için ve daha pek çok içini daraltan nedenden beğenmiyorsan, kalkıp Kanuni Kılıflar biçerek (harbiden utanç verici kumaşlardan) onları kapatmaya/sonlandırmaya kalktığın anda—Esasında MİLLETİN İRADESİni sonlandırmaya kalkıyorsun.

MİLLETİNİN TERCİHLERİNİ tasvip etmiyorsun/müridi olduğun Kemalizm Dini’nin hurafeleriyle çatıştığını düşünüyorsun/için daralıyor/rejimini -gıda rejimini- tehlikede görüyorsun ve DURUMA EL KOYUYORSUN.

Elini koyduğun şeyi bil ve tanı.

El koymaya yeltendiğin şeyi yalan yanlış etiketleyip kendini teselli etme.

“KANUNUN BİZE VERDİĞİ YETKİYE DAYANARAK-”

“Pardon, NE?”

Bu kanunlar silsilesi (12 Eylül Beyinleri’nin kalemlediği) sana elbette ki böylesine Kadir-i Mutlak bir yetkiyi ihsan etmiyor.

Sen böyle bir yetkiye EL KOYUYORSUN.

Böyle bir yetkiyi kendi kendine tanıyorsun. Tanıyabiliyorsun.

Sonra da Uzlaşmacı Kalemşörlerin imdadına yetişiyorlar. ‘Kuvvetler Ayrılığı’ yazıyorlar. ‘Yargının Gücü’ yazıyorlar. ‘Hukukun Bağımsızlığı’ yazıyorlar.

‘Yargının Statü Bekçisi Olarak İzansız Taraflılığı’ yazacak halleri yok ya.

Senin en berbath kumaşlardan çalıp çattığın kılıfa, altın ibrişimlerden teğel atabilmek için başı gözü dağıtıyorlar.

Sen de şımarıyorsun, pek tabii ki.

Alabildiğine anti-demokratik yaklaşımının, kapatma ‘davanın’ haklı olduğuna kendini daha da, daha da inandırıyorsun.

İvme kazanıyorsun.

Kartopulanıyorsun.

Güç topluyorsun.

“Bu memlekete (en ufak modelinden) bi Demokrasi’yi dahi çok görüyorum. Bu milletin tercihlerini iplemiyorum. Kendime herrr şeyin üstünde vasıflar/güçler/kudretler/yetkiler tayin ediyorum. Var mı bana yan bakan?” diye bağıracak halin yok ya.

Esasında bunu bağırdığın halde, ‘kibar bir sessizlik/haz’a sistemin içinde’ ayaklarına da yatıyorsun.

“Bırakalım, Yargı kararını versin.”

“Sessizce, efendice bekleyelim.”

“Debelenmeyelim, debelenmeyelim” yazılarıyla haksızlık ekmeğine yağ sürdürüyorsun. Nasipleniyorsun.

367 Kararı halen kafalarımızda yankılanıyor. Çok ‘kanuni’ydi- öyle değil mi? Yargının Yansızlığı.

Anayasa Mahkemesi’nin kararını beklerken, Demokrasi (İhtimalimize) Selami Şahin’in ikinci mısraıyla sesleniyorum:

“Belki bu aşk ölümsüz, belki yarım kalacak.”

Radikal, 29 Mart 2008

Perihan Mağden

30.03.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri