Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 29 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Amerika, darbeler ve bir anı

27 Nisan e-muhtırasının üzerinden bir yıl geçti. Muhtıranın yarattığı gergin ortam 2007 seçimlerinde dağılmış gibi görünse de bu gün içinde bulunduğumuz sürecin gerçeklerine bakarsak, 27 Nisan’ın ağırlığının henüz yoğun bir şekilde yaşandığını söylemek çok da yanlış olmaz.

27 Nisan’ın hemen ertesinde ABD’den gelen tepkinin benzeri bir söylem, dünkü Milliyette manşete çekildi. Milliyetin haberinde “ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın Avrupa İşlerinden Sorumlu Yardımcısı Dan Fried, Amerikan yönetiminin AKP’ye açılan kapatma davasında ve laiklik tartışmalarında taraf olmak istemediğini söyledi. Fried, Türkiye’deki mevcut anlaşmazlığın “demokrasi ve anayasal laik sistemle tutarlı bir şekilde çözüme kavuşturulması beklentisi”ni ifade etti. Burada dikkati çeken anayasal laiklik sistemi ifadesi. Bu anlatım 27 Nisan muhtırasının ardından, uzun mücadeleler sonucunda ABD dışişleri birimlerinin üretmiş oldukları bir kavram. Hatırlanacağı gibi e-muhtıranın ardından ABD’nin dışişleri temsilcileri bir açıklama yaptılar ve Türkiye’de laiklikten yana olduklarını belirtmişlerdi. Bu ifadenin Başkan Yardımcısı Cheney’in ofisinin dayatması/bastırması sonucunda, dışişleri bakanlığının metnine girdiği biliniyor.

Elbette bu ifadenin arka planını bilenler, Türkiye’deki sivil(imsi) ve askerî cenahtan etkili ve yetkili bireylerin uzun süredir Washington DC’de darbe kulisi yaptığını hatırlayacaklardır. Türkiye de demokrasiden yana tavır alanların, AB’ye başvuruları Ertuğrul Özkökgiller’i acayip derecede rahatsız ederken, Washington DC’de yapılan darbe kulisleri konusunda sanki üzerlerinde ölü toprağı serpilmiş gibi “tıs-tık” yok. Bu sessizliğin nedeni mekân yani Washington mu, yoksa konu yani bir 3 basamaklı darbe planının 2,5’uncu safhası mı? Doğal olarak merak ediyor insan. Bu çerçevede Zeyno Baran’ın Genelkurmay 2. Başkanı ile görüşmesinin hemen ardından, 2007’de Türkiye’de darbe olasılığını yüzde 50 olduğunu yazdı. Genelkurmay 2. Başkanı’nın, Cheney’in ofisi ile yakın ilişkiler geliştirdiği de yine bu anlatım içinde söyleniyordu. Bunları, hemen sonrasında da Hudson Enstitü’deki meşhur komplo senaryosu ve Yasemin Çongar’ın demokrat yazıları takip etti.

Bütün bu ilişkiler ağının sonucunda, 27 Nişan e-muhtırasının ardından yapılan ilk açıklamada Türkiye’de laikliğin korunmasının gerekliliğine de vurgu yapıldı. Bu bir anlamda ABD’nin darbeye yeşil ışık yaktığı ya da bütünüyle karşı olmadığı tavrını ifade ediyordu. Bu ifade geçen süreç içerisinde yumuşatılarak “Anayasal Laiklik” ifadesine dönüştürüldü. Böylece hem Anayasaya saygıya, hem de laikliğe vurgu yapıldı.

Dünkü Milliyet’in manşetinin az biraz arka plan okumasını da yapan insanlar; “bayram değil seyran değil eniştem beni neden öptü” duygusuna kapılıyor. ABD’de yapılan darbe kulisleri yeniden mi ısıtılarak canlandırıldı demeden edemiyor insan.

ABD de özellikle Cheney’in ofisi, Türkiye de darbeye destek verecek bir görünüm arz ediyor. Ancak böylesi anti demokratik bir suç eyleminden sonra, bundan kazançlı çıkacak devletin Rusya olacağını da hemen belirtmek gerekiyor. Tıpkı Irak’a açılan savaşın kârlı çıkanının Iran olması gibi. Bunu nereden mi biliyoruz? Darbe destekçisi sivil(imsi) ve resmî kesimlerde çok ciddi bir AVRASYACI ekibin varlığından haberdarız. İşte bunu da oradan biliyoruz. Hatırlayınız Putin’in konuşmasını Genelkurmay’ın sitesine kim koydurmuştu?..

Türkiye’de herkesin bildiği bir “ismi” bizzat birinci elden dinlemiş kişiler olarak bir anımız ile darbeler ve ABD arasındaki ilişkiye bir nokta koyalım. 1960 İhtilalinin hemen arkasından, ABD’nin Ankara büyükelçiliğinde junior officer (alt kademe memur) olarak çalışan, bizim de çok yakından tanıdığımız bir ABD’li yetkili, darbeden sonra komitede yer alan albaylardan ikisinin (kendisi bu isimleri de veriyor ama biz burada yazmıyoruz) kendisini bir otele çağırdığını kendisi ile konuşmak istediklerini anlatıyor. “Ben,” diyor ABD’li yetkili “‘bir junior officer olarak darbe komitesinden yetkililerin benle ne konuşmak isteyebilirler ki’ diye düşünerek otele gittim. Otelde beni iki albay bekliyordu. Merhabalaştıktan sonra Albaylar bana dönüp; ‘ABD, Türkiye’nin tarım politikasının nasıl olmasını arzu eder?’ diye bir soru yönelttiler. Ben doğrusu bu soru karsısında şaşırıp kaldım” diyor ve ekliyor; “Bu kadar da bağımlılık beklemiyorduk.” Bu anının bize birinci elden aktarıldığını burada bir kere daha ifade etmeliyiz.

Bakmayın vatanseverlik adına mangalda kül bırakmayan bu ulusalcı sahtekâr hokkabazlara... Bunların bir kısmı ABD’de, bir kısmı Rusya ve Çin’de, ülke pazarlama kulisleri yapıyorlar. Ne karşılığında mı? Elbette, ‘darbe ve iktidar’ karşılığında...

Darbe yapıldıktan sonra oluşacak psikolojik ortam hangi darbeci kanadın etkin olacağını belirleyecek. Köpürtülen bunca AB ve ABD karşıtı söylemden sonra, darbeciler için bile ABD’nin peşine takılmak zorlaşabilir. Cheney’in kotarılmış darbeci danışmanlarına duyurulur.

Keşke ABD’deki yetkililer ve ABD’li yetkililerle görüşmek için her türlü ödünü onlara karşı vererek demokrasiyi kesintiye uğratmak için çalışanlar, Taraf'tan Yasemin Çongar, Ahmet Altan, vb.’den, bu konuda yaptıkları aptallığın bu ülkeyi kan gölüne çevirebileceği ve ‘herkesin aklını başına almasının gerekliliği’ konusunda danışmanlık hizmeti alsalar.

Hangi konuda mı?.. Elbette ‘En kötü demokrasinin bile Ortadoğu’da en iyi militari / polisiye sistemden yüz bin kat daha iyi olduğu konusunda.’ Bizden söylemesi!..

Taraf, 28.4.2008

Önder Aytaç-Emre Uslu

29.04.2008


 

Golan manevralarının sebebi hikmeti

ABD yönetiminin neocon kanadının, Başkan George W. Bush’un İran’a bir tokat bile atmadan görevini tamamlamasına gönlünün razı gelmediği malum. Hal böyleyken, İran’a saldırıdan en son rahatsız olacak İsraillilerin, ‘Tahran’la yakınlaşmaktan başka çare bulamamış Suriye ile flört’ görüntüsü pek dikkat çekici. Aslında bu ‘flört’, İsrail işgali altındaki Golan Tepeleri’nin iadesi odaklı müzekerelerin 2000’de çökmesinden beri tekrarlanıp durduğundan bıkkınlık yarattı. Belki de tek farkı İsrailliler için dünün ‘ancak kolaylaştırıcı rol üstlenebilir’ dediği Türkiye’nin bugün arabulucu pozisyonuyla arz-ı endam etmesi. O vakit sormak lazım: Bayram değil seyran değil, eniştem beni niye öptü?

Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’tan öğreniyoruz ki, İsrail Başbakanı Ehud Olmert, geçen hafta Başbakan Tayyip Erdoğan’ı arayıp Şam’a önerisini iletmesini istemiş. Öneri İsrail’in Golan Tepeleri’nin iadesi ve 1967 sınırlarına çekilmesi karşılığı Suriye ile barışa hazır olduğu şeklindeymiş. Erdoğan da arabuluculuğunu esirgememiş tabi, Esad’a telefon açıp Olmert’in kendisine garanti verdiğini söylemiş. Başbakan arabuluculuğunu cumartesi birlik Şam’a gidip Esad’la beş saat mesai yaparak pekiştirdi.

İfşaatlar ne hikmetse Şam’dan geldi, İsrail ketum. Olmert manidar biçimde Golan’da tatil yaparken ofisinden sadece ‘Başbakan’ın nisan ortasında İsrail basınına verdiği demeçleri geçerli’ açıklaması geldi. Neydi bu demeçler? Olmert, “Onlar (Suriyeliler) bizim ne istediğimizi, biz de onların ne istediğini gayet iyi biliyoruz” demiş ve iki ülkeyi barışa götürecek yeni sürecin başlaması için fırsat olduğunu eklemişti.

Zaten bu meselede ‘fırsat’tan bol şey yok. Türkiye’nin ‘kolaylaştırıcı’ sıfatıyla arabulucuları buluşturduğu 2004’te ortaya bir çerçeve anlaşma dahi çıktı. İsrail’in Ürdün Nehri ile Celile Denizi (Kinneret Gölü) suları üzerindeki denetimini sürdürmesi, tampon bölge oluşturup ortak park kurulması, sınırın askerden dörtte bir oranda arındırılması gibi konularda uzlaşılmıştı. Rivayet o ki Suriye, Lübnan’daki Hizbullah ve Filistin’deki Hamas’a desteği çekmeye, İran’dan uzak durmaya dahi razı gelmişti. Önce ilke anlaşması imzalanacak, taraflar yükümlülüklerini yerine getirince de barış anlaşmasına imza konulacaktı. Tabi anlaşmanın kilidini oluşturan İsrail’in 1967 sınırlarına çekilmesine gelince iş yokuşa sürüldü. Suriye 5 yıllık takvimle bunun tamamlanmasını isterken, İsrail’in ‘ölme eşeğim ölme’ tabiriyle 15 yılda ısrarı herşeyi sonuçsuz bıraktı.

İsrail için 1967’de işgal, 1981’de ilhak ettiği Golan stratejik önemde. Kıt olan su kaynaklarının dörtte birini Golan’dan karşılıyor. Tamamını iadesi zaten mümkün değil. Bizzat gördüğüm için gayet iyi biliyorum. Çeşit çeşit sebze ve meyve yetişen, üzüm bağları ve balık çiftlikleriyle dolu cennet gibi bir diyar yaratmışlar. 50 bine yakın Suriyeli’nin kovulmasını müteakiben İsrail’in yerleşime açtığı bölgede bugün 33 yerleşim biriminde 18 bin Yahudi yaşıyor. Ama bölgenin daha kalabalık sahipleri özel Golan Yasası’yla vatandaşlık hakkı da tanınan 20 bin Dürzi. Ve çoğu Suriye vatandaşlığından vazgeçmiyor.

İsrail’in hep şık bir koz olarak kullandığı Golan’ı kısmen iadesi, hadi imkânsız demeyelim lakin hiç kolay değil. Şam’dan çok esaslı birşeyler koparması gerekir. İsrail’in ünlü lideri Menahem Begin, Golan’ı ilhak kararı BM’de sorun olduğunda Knesset’teki soruları “Sizler ilhak kelimesini kullanıyorsunuz, bense kullanmıyorum” demişti. Olmert de bugün gizli kanallardan kozunu nasıl oynarsa oynasın kamuoyu önünde Golan’ın iadesini hiç anmadı. Zira İsrail’de Golan’ı aslında kontrolünden birşey yitirmeden vermek dahi her baba yiğidin harcı olmaz.

Bu Golan oyununda Suriyeliler de aslında ümitkar filan değil. Bu yüzden Esad, asıl barış sponsorluğunu ancak ABD’nin yapabileceğini, bunun için de Washington’da yeni başkan ve yönetimi beklemek gerektiğini söylüyor. Hatta bir teze bakılırsa Esad’ın Olmert’le Türkiye üzerinden gizli pazarlığını ifşasının sebebi hikmeti de Bush yönetimine misillemeden ibaret. Hani İsrail uçaklarının Türkiye hava sahasını kullanarak geçen yıl 6 Eylül’de vurduğu Suriye’nin Dar el Zor bölgesindeki El Kibar tesisi. Esad’ın ifşaatları ne hikmetse bu tesisin havadan çekilmiş fotoğraf ve video görüntülerinin ABD Kongresi’ne ‘nükleer silah üretildiğine dair kanıtlar var’ nidalarıyla sunulmasıyla eşzamanlı geldi. Ana akım medyanın Irak’ın kitle imha silahlarına dair yalancılığı test edilip onaylandığından, aslında askeri depo olduğu da söylenen bu tesisle ilgili nükleer iddialara rağbet eden çıkmadı. Tersine bağımsız Amerikalı uzmanlar, etrafında dikenli tel, askeri kontrol noktası yahut hava savunması dahi olmayan bu mekânda öyle nükleer tesis bulunsa bile silah üretecek düzeyde plutonyum filan üretilemeyeceğini beyan etmekte gecikmedi.

Velhasıl insan düşünmeden edemiyor. Eğer yılan hikâyesine dönen Golan’la ilgili diplomatik manevralar hakikaten İsrail-Suriye barışı yapılmasına dair değilse niye? Yoksa İran’la filan mı alakalı...

Radikal, 28.4.2008

Ceyda Karan

29.04.2008


 

Üzmez olayı üzdü

Bazı işler bilinir, ama kimse sesini çıkarmaz.

Bazıları da bu işleri bilir ama gizler, tâ ki günü gelince servis edilir..

Bu işlerin servis edilmelerindeki maksat, ya o kişiyi bitirmektir, ya da o kişi üzerinden bir çevreye kara çalmaktır. Ya da her ikisi..

Media, siyaset, iş, sanat çevresinde bol miktarda benzer olaylar vardır..

Hep olayların günü beklenir..

Bazı işlerin savunulacak bir tarafı yoktur.. Yazık, ayıp, günah, çirkin. Ne derseniz deyin. Ancak bu tip olayların üzerinden belli bir çevreyi, bir inanç topluluğunu küçük düşürmeye çalışmak da aynı şekilde aşağılık bir şeydir..

Üzmez hakkındaki iddialar ortada. Ama suçlanan kişi henüz kendini savunmadı. “Susma Hakkı”nı kullanmış.. Konuşur ya da konuşmaz, kabul eder ya da etmez, karar açıklandığında, karar esas bilgiler ortaya çıktığında neyin ne olduğunu öğreneceğiz.. Ortada bir yanlış, suçlu, sorumlu birileri varsa o kim olursa olsun onu savunamayız.. Ama bir komplo sözkonusu ise onu da bilmek hakkımız..

Üzmez adı hep gündemde oldu. Malatya olayının ardından siyaset dünyasında da adından söz ettirdi. Anıları, ilişkileri ile, sohbetleri ile Üzmez bir şekilde hep gündemde kaldı.

Müslüm Gündüz basıldığında onun evindeydi..

Tartışmalı bir evlilik yaptı.

Esprili biriydi.. Mübalağa ederdi. Hazır cevaptı.. Tartışmayı severdi. Taşı gediğine koymasını bilirdi..

Sağcı, milliyetçi, dindar bir imajı vardı..

Dostları bu isnatlara çok üzüldüler. Gerçeğin bir an evvel ortaya çıkmasını bekliyorlar..

Zina bizim inancımızda büyük bir günahtır.. “Belki nikah yapmıştır” denebilir, ama bu da örfe, yasalara aykırı, en azından yakışıksız bir durum..

Ben bu işin bir komplo olmasını temenni ediyorum. Basında çıkan haberlere konu iddialar sağlıklı bir ruh halinin ürünü değil..

Her şeye rağmen fasıklardan gelen haberlere araştırmadan inanmama konusunda sabırlı bir direnç içinde olduğumu söylemem gerek..

Gerçek ne olursa olsun, bu durum bizi yaralamıştır.. Eğer komplo ise bu konuda da söyleyecek sözümüz var. Biz bu tür komploları ilk kez yaşamıyoruz.. 28 Şubat öncesi de yaşandı benzer olaylar.. Bugün de Topkapı Sarayındaki din görevlisi, tesettür defilesi ve çok evlilik tartışmaları, Üzmez olayının arkası arkasına patlak vermesinin planlı bir iş olduğunu düşünüyorum.. Yani olayın gerçek olması halinde bile, Üzmez ve benzer olaylara adı karışan kişilerin üzerinden bir kesime yönelik bir planın yürürlüğe konmasından derin bir kuşku duyuyorum..

Bu iddialar bazı siyasilere ve işadamlarına da yöneltilebilir. Bu iddialar da gerçek olabilir.. Bu durumda bile bu işin zamanlamasına ve asıl hedefe dikkat etmek gerek..

Birtakım kişiler çıkıp birtakım kişilere iftira da edebilir. Hayali itiraflarda da bulunabilir. Biz bunları daha önce yaşadık. Çölaşan ve Yazgülü, yıllar önce Milli Gazete’nin ilan bürosunda çalışan bir çocuğu nasıl bir itirafçı olarak para karşılığı kullandıklarını hatırlamakta zorluk çekmeyeceklerdir.

Daha önce Hasan Karakaya ve Hasan Maden’in nasıl bir komploya kurban edilmeye çalışıldığı, gözaltına alınıp, nelerle suçlandığını biliyorsunuz.. İtirafçı bir tanık da bulmuşlardı aslında. Ama tutmadı..

Bu işler bir Tv’nin ünlü bir spikerinin başından geçince, kimse o camiayı, o kurumu hedef almazken, bu iş bir Vakit yazarı için sözkonusu olunca farklı bir anlam kazanıyor..

Ha! Tabii şu da var, saçının tek telini bile göstermeme disiplinine sahip bir çevrede bu tür bir işin çok daha fazla yankı yapacağından kuşku yok, ama öbür tarafta zaten her gün bu tür olaylar yaşanıyor. Bu olaylar vakayı adiyeden sayılıyor.. Magazin sayfaları, arka sayfa güzelleri ile zaten bu iş onlarda bir sektör.. Frikik haberlerinin bini bir para.. Porno sitelerini kim işletiyor? Fuhuş sektörü kimin denetiminde?

Manken kızların “aşk hikayeleri”ni biliyorsunuz.. Siz bu işleri Aykut Işıklar’a sorun, o anlatsın.. Asansörde stajyer kızları, temizlikçi kızları sıkıştıran anlı şanlı yazarları, televizyon starlarını vesaire, vesaire..

Üzmez’e isnat edilen şeyler, burada değil Filipinler’de ya da Tayland’da yapılsaydı, diğer kimi gazetecilerin yaptıkları gibi... Aslında bu isnatlar, bu kadar sorun olmayacaktı belki de, malum çevrelerin gözünde!

Allah(cc) indinde ise, kim nerede ne yapıyorsa, onun yaptığının karşılığı bellidir..

Toplumsal aktörler başkalarına göre özel hayatlarında çok daha dikkatli olmak zorundalar.. Ne yaptıkları kadar, yaptıklarının nasıl anlaşıldığını düşünmek zorundalar.. Şeffaf olmak zorundalar.. Sonra bir yanlışlarının bedelini bütün bir camia ödemek zorunda kalıyor..

Bazı şeylerin şuyuu vukuundan beterdir..

Daha da önemlisi, kim, kime, nasıl güvenecek?

Üzmez’i hücreye almışlar. Mahkemeden çıkarken, “Komplo kurdular, dava sonrası söyleyeceklerim var” demiş. Bakalım mahkemede ne diyecek?..

Ahir ömründe, bu yaşlı adamın, mahkemede söyleceklerini merakla bekliyorum..

Bana sorarsanız, ister gerçek, ister iftira olsun, bu olayın, bugün, bu şekilde ortaya çıkması bir komplodur. Bundan sonra da benzer komploları bekleyebilirsiniz.. Bazan komplo gerçekler üzerine kurgulanır.. Bu konuda uygun adam bulmakta hiç de zorlanacaklarını sanmıyorum.. Çünkü onlar bu işi iyi biliyorlar..

Bir korkumsa, hapishanede Üzmez’in başına bir işler gelmesi korkusu. Ya konuşmadan giderse.. Ya da ağır psikolojik baskı, ilaç ya da bir başka şekilde, akli dengesi bozulursa..

Dilerim bu iddialar iftira olsun. Bütün bunlar bir kâbus gibi, bir an önce geçip gitsin.

Ve dahi, bu işler birileri için ders olsun!

Vakit, 28.4.2008

Abdurrahman Dilipak

29.04.2008


 

AKP neden tökezledi?

Geçtiğimiz Perşembe akşamı İstanbul’da AKP gençlik kollarının bir sohbet toplantısına konuşmacı olarak davetli idim; kalabalık ve çok ilgili bir salonda kısa süren bir sunuşumdan sonra soru-cevap bölümüne geçtik, daha doğrusu bir tür sohbet toplantısına başladık.

Ve bendeniz toplantının bu sohbet kısmında AKP’nin, 22 Temmuz büyük seçim zaferine, Sayın Baykal’ın üç gün balkona dahi çıkamamasına rağmen yaklaşık yedi ay sonra gelinen noktanın nedenleri hakkında önemli ipuçları elde ettim.

Toplantının sohbet bölümünde konu ister istemez kaçınılmaz bir biçimde AKP’nin kapatma davasına geldi, bendeniz 22 Temmuz’dan günümüze siyasal dengelerin nasıl ve neden değiştiğine ilişkin görüşlerimi sundum.

Toplantıya katılan kişiler de konuya ilişkin kendi görüşlerini anlattılar ve bu görüşler de büyük bir ağırlıkla benim sunmaya gayret ettiğim görüşlerden farklıydılar.

Bu farklılığı kısaca açıklamaya çalışacağım.

22 Temmuz’da AKP’nin elde ettiği çok önemli siyasal pozisyon üstünlüğünün yedi ay gibi kısa bir sürede yitirilmesi ve partinin bir kapatma davasıyla karşı karşıya kalmasının nedeninin ben bir süredir AKP’nin yaptıklarında değil de yapmadıklarında aranması gerektiğini dile getirmeye çalışıyorum.

AKP şayet 2004 Aralık yani AB müzakere kararının alınmasından ve Ekim 2005’de müzakerelerin fiilen başlamasından sonra 2003-2004 reform sürecini aynı hız, cesaret ve kararlılıkla devam ettirebilse idi büyük bir ihtimalle 27 Nisan muhtıra garabetiyle de, 367 meselesiyle de ve en önemlisi kapatılma davasıyla karşı karşıya kalmazdı diye düşünüyorum.

Benim görüşüm AKP’nin bugün bir kapatılma davasıyla karşı karşıya olmasının altında yatan temel gerekçenin AKP’nin yeterince radikal olmaması diye özetlenebilir; benim burada kastettiğim radikalizm doğal olarak evrensel hukukla, evrensel meşruiyetle örtüşen, uyumlu bir radikalizm yani ‘asmayalım da besleyelim mi’ türü Kenan Paşa radikalizmi değil.

Ortada da evrensel hukukun kurumlaşmış bir yapısı AB ve AB’nin Türkiye’den katılım ortaklığı belgeleriyle resmileşmiş tam üyelik talepleri var; şayet AKP, AB katılım ortaklığı belgelerinde ifadesini bulan talepler doğrultusunda radikal dönüşümlerine devam etseydi benim naçiz kanaatim AKP’nin bugün çok daha güçlü ve küresel anlamda da daha güçlü bir meşruiyet sahibi olacağına ilişkin.

Dışa açık piyasa ekonomisinin gereklerini mesela tarım ve hizmetlerde gümrük birliği koşullarını gerçekleştirmeyi, evrensel sivil-asker ilişkilerini, mesela devlet protokolü ve çift başlı yargı konularını ülkemizde eksiksiz çözmeyi AKP başarabilseydi, ifade özgürlüğünde çağdaş adımları daha önce atabilseydi bugün kimse böyle bir partiye kapatma davası açmaya tevessül edemezdi diye düşünüyorum.

O akşamki toplantıda sohbet etme olanağı bulduğum AKP üyesi arkadaşlar ise benim görüşümün yaklaşık tam tersini savundular ve AKP’nin 2003 başından beri yeterince uzlaşmadığı, kurumlarla uyum sağlamada zorlandığı için kapatma davasına muhatap olunduğunu ve özellikle askerle uzlaşmada sıkıntı yaşandığı için problemlerle karşı karşıya gelindiğini iddia ettiler.

Benim de bu AKP’li arkadaşlara cevabım, uzlaşmanın eşitler arasında yatay ilişkilerle gerçekleşebileceğini, AKP’nin yüzde 47’lik oy oranıyla CHP, MHP, DTP, DSP ve hatta TBMM’de olmayan siyasal partilerle, sivil toplum kuruluşlarıyla uzlaşma arayabileceğini ama kendi emrinde olması gereken bürokrasiyle uzlaşma aramanın demokrasinin ruhuna aykırı olacağını anlatmaya çalıştım.

O akşam toplantıda AKP’ye açılan kapatma davasının nedenlerine ilişkin iki farklı görüş ortaya çıktı; birincisi ve benim savunduğum görüş AKP’nin evrensel hukuk çizgisinden çıkmadan yeterince radikal olamadığı için tökezlediği, AKP’li arkadaşların görüşleri ise fazla radikal davrandıkları için tökezledikleri doğrultusunda.

Zaman muhtemelen kimin haklı olduğunu gösterecektir.

Star, 18.4.2008

Eser Karakaş

29.04.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri