Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Travma ve tabular

Bir ülkede tabularla klişeler ne kadar çoksa entelektüel düzey de o kadar düşüktür.

Çünkü “yasaklar ve ezberler”, düşüncenin sınırlarını daraltır.

Düşünce, tabuların duvarlarına çarpa çarpa hep kendi ezberlerini tekrarlar.

Hâlbuki entelektüel olabilmenin birinci şartı, ezberden, tekrardan kurtulmak, sormak, sorgulamak, sınırsız bir alanda sürekli olarak araştırmak, yeni çözümler, yeni anlayışlar, yeni düşünceler yaratabilmektir.

En azından, yaratılmış olanların farkına varabilmektir.

Türkiye’de entelektüellik havuzu çok sığ.

Bunun da çok temel bir nedeni var.

Sistemimizin neredeyse tümü “yalana” dayanıyor.

Gerçeklerin önünden “tabularla klişeleri” kaldırırsanız ardındaki “yalanlar” çırılçıplak ortaya çıkacak.

O yalanları saklayabilmek için çocukları daha ufacık yaştan alıp beyinlerini iğdiş ediyorlar, onlara “vatanseverliğin”, sorgulamamak, asla soru sormamak olduğunu söylüyorlar, entelektüel her merakı “ihanetle” damgalıyorlar.

Kürt meselesinin geçmişini, Ermeni soykırımının aslını, Atatürk’ün siyasal kimliğini, siyasi yapımızın gerçek iskeletini, Lozan’ın maddelerini, Ali Şükrü Bey’i kimin vurdurduğunu, İzmir suikastının içyüzünü merak edin de bakın neler oluyor.

Sadece bu Cumhuriyet’in geçmişini değil İttihatçıların yaptıklarını bile sorgulamak yasak bu ülkede.

Ermeni meselesiyle Cumhuriyet’in bir ilgisi yok, ama İttihatçıların bu günahını tartışabilmek bile mümkün değil.

Faili meçhul cinayetleri, siyasi suikastları, katliamları, soykırımları tarihimize yazan, koskoca bir imparatorluğu yabancı bir ülkeyle işbirliği yaparak yıkan bu adamları biz neden hiç olmazsa entelektüel düzeyde yargılayamıyoruz?

Bunu merak etmiyor musunuz?

Niye İttihatçılar ve onların günahları böyle “kutsal”, neden onların yaptıkları asla konuşulamaz tabular?

İki nedeni var bunun

Birincisi, Cumhuriyet’in kuruluşunda, daha sonra bizzat o Cumhuriyet tarafından tasfiye edilen İttihatçı kadrolardan yararlanıldı.

İkincisi ve daha önemlisi, halkın “düşman ilan edilen padişahlar” dışında hiçbir yöneticiyi “yargılamaya ve sorgulamaya” alışması istenmedi.

Mustafa Kemal’in hiç hoşlanmadığı ve ülkeye sokmadığı Enver Paşa bile eleştirilmedi.

Ermeni katliamını Mustafa Kemal kendisi lanetledi ama halkın bunu konuşmasına izin vermedi.

Bu olay bizim tarih kitaplarımızda yer almadı.

Tabuların o demir kozasının ilk çekirdeğini İttihatçılar oluşturdu.

Bu yazdıklarım içinde sizi en fazla “soykırım” kelimesinin sarstığına eminim.

Düşüncelerimiz o kadar dar bir yere hapsolmuş, öylesine sığ bırakılmış ki tek bir kelime bile o düşünceleri depreme uğratmaya yetiyor.

Tek bir kelimeden bile korkan bir zihin yapısına sahibiz.

Ve bundan rahatsız olmak aklımıza gelmiyor.

Ezberimize almadığımız her düşünceyle, hatta her kelimeyle karşılaştığımızda, ruhumuz dipten doruğa titriyor.

Düşüncelerden vazgeçtim, kelimelerden korkar hale gelmişiz.

“Ben senin gibi düşünmüyorum,” demeyi beceremiyoruz, onun yerine, “sen düşüncelerini söyleme” diyoruz.

Nasıl çaresiz ve zavallı bir görüntü verdiğimizin bile farkında değiliz.

Karanlık bir hücreye hapsedilmiş bu zihinsel esaretten nasıl yeni düşünceler, yeni tartışmalar çıkacak, bu ülke geleceğini bu hadım edilmiş zihinsel yapısıyla nasıl inşa edecek.

Bizim yeni görüşlere, yeni fikirlere, yeni tartışmalara ihtiyacımız var.

Bunun için de geniş bir zihinsel alan yaratmak zorundayız.

Türkiye’nin belki de asıl büyük devrimi bu olacak.

Sartre, “Düşünce özgürlüğünün olmaması, düşündüğünü söylememek değildir, düşünememektir,” diyor.

Bizi düşünmemeye mahkûm ettiler.

Biz bu mahkûmiyeti nedense büyük bir iştiyakla taşıyoruz.

Bugünkü sistemi sürdürmek isteyenler, yalanların üstüne kurdukları egemenlik çadırının direği sallanmasın diye “tabuları” her gün biraz daha güçlendirmeye çalışıyorlar.

Ermeni meselesini bile konuşturmamalarının nedeni, bunun Türkiye’ye bir maliyeti olmasından değil, sizin içine hapsolduğunuz o zihniyet hücresinde bir küçük delik açılmasından korktuklarından.

Bu yasaklar o hale geldi ki, geçen gün “devrimlerin bir travma yarattığını” söyleyen bir politikacı, meslektaşları ve gazeteciler tarafından yaylım ateşine tutuldu.

Oysa, bütün devrimler gibi o devrimler de bir travma yani bir sarsıntı yaratmıştı.

Zaten bir “travma yaratmamış” olsa, aradan seksen yıl geçtikten sonra bile o olaylar konuşulduğunda toplum yeni bir “travma” geçirip, “hayır, hayır böyle şeyleri konuşamayız” diye bağırır mı?

O travmanın nasıl bir şey olduğu, bugün “travma” sözcüğüne gösterilen tepkiden belli.

Tutun ki söylediği yanlış, bir adamın bir fikir söylemesinden bu kadar ürkecek ne var?

Korkan bir çocuk gibi elimizi yüzümüze kapayıp görmemeye, duymamaya çalışıyoruz.

Yeni bir düşünceyle karşılaştığında, zihnimiz zonkluyor.

Artık bu zihinsel hapishaneden kurtulmalıyız.

Düşüncelerden, tartışmalardan, kelimelerden korkacak bir şey yok.

Her yeni fikir, her yeni tartışma, her yeni kelime, düşüncelerimizin ve geleceğimizin önünü açacak.

Bugün varlıklarını ve iktidarlarını yalanlara dayamış olanların haksız egemenliklerini sarsıp yıkarak, kurtuluşumuzu sağlayacak.

Taraf, 25.6.2008

Ahmet Altan

26.06.2008


 

“Askersiz militarizm”

Erken cumhuriyet dönemindeki inkılaplar, toplum tarafından bir ‘ travma’ (darbe, yara) olarak mı yaşandı? AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Fırat böyle diyor ve bunun bir ‘saptama’ olduğunu belirtiyor: “İyi oldu ya da kötü oldu, demedim ama böyle oldu.”(...)

‘Atatürk inkılapları’ arasında nedense sayılmaz ama 1932’de alınan Türkçe Ezan kararı bence bu kategoriye dahildir.

Toplumun büyük çoğunluğu, köylüler dahil, ‘Türkçe Ezan’dan hiç hoşlanmamıştı. Gizli saklı ezan okurken yakalanan nice insan, jandarma dipçiği yemiş, hatta nezarete atılmıştır.

Millet, eline geçen ilk fırsatta (yani Demokrat Parti, CHP’yi alt edince) ‘Türkçe Ezan’a son vermiştir.

Ama diğer alanlarda aynı şey olmadı: Mesela kimse “ Metreyi, kiloyu boş verin; arşına, dirheme dönelim “ demedi. Kadınların seçme ve seçilme hakkı kaldırılmadı. Takvim konusunda da geriye dönüş olmadı.

Fırat’ın sözlerinden sonra saçma sapan yorum çıktı: Efendim, “ travmaya yol açtı “ sözü milletvekili yeminine (“Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalmak”) aykırıymış.

Saçmalamayın!

Ne alakası var?

Yukarıda anlattığım gibi, harf inkılabının 80 yıl önce bazı kesimlerde travma yaratması başka, 2008 Türkiye’sinde, “Eski harflere dönelim” demek başka.

Dengir Fırat’ın böyle bir talebi var mı? Yok. O halde, nasıl oluyor da milletvekili yeminine aykırı davranıyor?

Bence Fırat’ın dile getirdiği türden saptamaların (ve eleştirilerin) çoğalması ve tartışılması gerekiyor.

Aksi halde her tarafı çarpık olan ‘resmi tarih’ ve ‘resmi ideolojiden’ nasıl kurtuluruz?

İşte size bir örnek:

Bazı arkadaşlar, Atatürk döneminde silahlı kuvvetlerin “siyaset dışı” kaldığını iddia ediyor.

Bence yanlış.

Asker 1923-1938 arasında siyasetin tam göbeğindeydi. Çünkü Atatürk dönemi boyunca, Genelkurmay Başkanı, hükümetin “doğal” üyesiydi.

Fabrikaların kurulacağı yerden, açılacak yeni yollara, GK Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın onayı alınırdı.

Komutanların her şeye karışabildiği bir rejim için nasıl “ordu siyaset dışıydı” denebilir? (‘Milliyetçi’ çizgideki Prof. Ümit Özdağ o döneme “askersiz militarizm” adını veriyor!)

Demokrat olamıyorsunuz, onu anladık da; bari fikriniz hür olsun!

Sabah, 25.6.2008

Emre Aköz

26.06.2008


 

Atatürk kültü

Bundan bir ay kadar önce liberalizm konulu uluslararası bir konferans vesilesiyle hayatımda ilk kez Bodrum’a gittim.

Gitmişken de ünlü tatil beldesinin en göz alıcı yerine, yani Bodrum Kalesi’ne uğradım. Gezenler herhalde bilir; bu kalenin müze bölümünde batık teknelerin sudan çıkarılıp yeniden inşa edilmiş kalıntıları var. Bu kalıntıların en büyüğü de, Türk arkeologların binbir zahmetle ortaya çıkarıp sergiledikleri bir Eski Yunan gemisi.

Gemi beni etkiledi elbette, ama asıl görülmeye değer şey, onun yanındaki duvarın yüksekçe bir noktasında asılı duran Atatürk portresiydi. Atatürk’ün aşağıya doğru bakan pozunun altında da aynen şöyle yazıyordu: ‘İZLENDİĞİMİZİN BİLİNCİ İÇİNDE ÇALIŞIYORUZ.’

Yani, Türk arkeologları, çalışmalarını yürütürken Atatürk tarafından ‘izlendiklerine’ inanıyor ve bunu da gururla ilan ediyorlardı.

Ne dersiniz, bu işte bir gariplik yok mu?

Var. Hem de Türkiye’deki ‘Atatürk kültü’nün her detayında var. Resmi törenlerdeki dile bakın mesela. Hemen her ülkede saygıyla anılan tarihsel liderler vardır. İnsanlar da onlar hakkında hakkında övücü konuşmalar yapar. ‘Büyük devlet adamıydı, önemli hizmetleri oldu, huzur içinde yatsın’ gibi şeyler söylerler. Ama bizler sadece Atatürk hakkında konuşmuyor, ‘Atam!’ diye başlayan cümlelerle ona hitap ediyoruz. Okul öğrencilerine ‘Ey bugünümüzü sağlayan Ulu Atatürk’ diye başlayan sadakat yeminleri ettiriyoruz. Yani, sanki Atatürk bizi duyuyor, yakarışlarımızı işitiyormuş gibi davranıyoruz.

Bakın, İstanbul’daki bir okulda düzenlenen ‘Atatürk Konulu Şiir Yarışması’nda birinci seçilen bir beşinci sınıf öğrencisi neler yazmış:

‘Sen göklerdesin Atatürk’üm! Sen bizi yukarıdan izleyensin,

Hiç ayrılmadın yerinden. Sen kaderimizi çizensin.

Sen bizi yaşatansın, Sen ölümden kurtaransın!’

Bu garip ‘itikat’ sadece ilkokul öğrencilerinin değil, koca koca adamların yazdığı metinlerde de ifade buluyor. Çok satan bir gazete, Türkiye-Hırvatistan maçından söz ederken saha kenarındaki Atatürk resminin yaydığı metafizik güçlere atıfta bulunuyor. ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, tüm Türkiye’yi heyecana boğan maçı izleyenler arasındaydı’ diyen gazete ekliyor: ‘Fatih Terim’in, maç boyunca Atatürk’ün varlığından güç aldığı anlaşıldı.’

İnananlarına güç veren Ulu Önder, bazen mucizeler gösteriyor, bir dağ üzerinde bize suretini yansıtıyor. Silüetinin düştüğüne inanılan Damal ilçesindeki Karadağ sırtları, bir anda kutsal mekan haline geliyor. Yöre halkı ‘Atatürk mucizesi’ sebebiyle şenlikler düzenliyor, ziyaretçiler halay çekiyor.

Bu kadar yüce bir varlık hakkında eleştirel laflar etmek ise, tahammül edilemeyen bir sapkınlık. Bu yüzden, Atatürk devrimlerinin toplumun bazı kesimlerinde travma yarattığı gibi her tarihçinin bildiği bir gerçeğe işaret eden Dengir Mir Mehmet Fırat, bir anda medyanın hışmına uğruyor.

Peki hepimiz gibi bir insan olan Atatürk’ü niçin bu kadar ‘insanüstü’ bir hale getirmiş durumdayız?

Amerikalı düşünür Richard J. Neuhaus, din ve devlet ilişkilerini incelediği ‘Çıplak Kamusal Alan’ (The Naked Public Square) adlı eserinde bu soruya cevap veren önemli bir yorum yapar. Neuhaus’ın ‘çıplak’ dediği, geleneksel dinden tamamen arındırılmış kamusal alandır. ‘Ancak,’ der Neuhaus, ‘çıplak kamusal alan uzun süre çıplak kalamaz; geleneksel dinden oluşan boşluğu bir süre sonra ‘yapay din’ doldurur.’

Bizim de işte tüm kamusal alana ipotek koymuş bir ‘yapay din’imiz var.(...) Bu dinin mensuplarının kendilerini ‘akıl ve bilim’ yolunda sanması ise, işin en komik yanı.

Star, 25.6.2008

Mustafa Akyol

26.06.2008


 

Konuşulmayan üç konu

Eski ve bilge gazetecilerin çok sevdiğim bir gazetecilik/haber değerlendirmesi ‘en az konuşulan’, ya da ‘en az önemli’ gibi duran konuların aslında belirleyici, gerçeğe en fazla ayna tutan konular olabilme ihtimalinin yüksekliği yönündedir.

Basında en az yazılan, bir kere küçük bir haber olup arkası gelmeyen, fikr-takibe konu olmayan meselelerin izini sürmek bizleri belki de ülkenin en önemli gerçekleri ile yüzyüze getirebilir.

Bu konuya ilişkin üç örnek vermek istiyorum; bunlardan üçü de parasal, akçalı konular gibi duruyor, doğrudur ama boyutları akça boyutunu da aşan konular.

Konu bir: star gazetesi başyazarı Prof. Dr. Mehmet Altan Salı günkü (24 Haziran) yazısında ülkemizde çok az konuşulan, hatta çok yakın bir zamana kadar hiç konuşulmayan bir konuya, büyük paraların söz konusu olduğu bir alana, silah alımlarına ilişkin bir yazı yayınladı.

Normal demokrasilerde on milyar doları aşan bir meblağın kamu otoriteleri tarafından harcanması söz konusu ise bu harcama kalemlerinin kamuoyunun bu kadar ilgisi ve bilgisi dışında gerçekleşmesini olağan karşılamak olanaksız.

Savunma ve silah alımları ile ilgili harcamaların hem uygunluk denetiminin (şekli) hem de yerindelik denetiminin (amaca uygunluk) ülkemizde adeta hiç konuşulmadığnı aslında hepimiz biliyoruz; işin ilginç tarafı bir kısmımız bunu uygun ve gerekli bulur iken, bir kesim ise yavaş yavaş bu durumun anormal bir durum olduğunun farkına varıyor.

Türkiye’nin zaman içinde normal bir demokrasi ve hukuk devleti olması silah alımlarının ve tüm savunma harcamalarının uygunluk ve yerindelik denetiminin gereği gibi yapılmasından geçiyor.

Silah alımları konusunu adeta hiç konuşmadığımız dikkatinizi çekiyor değil mi?

***

Konu iki: star gazetesinin yine aynı tarihli, dünkü 24 Haziran sayısında İstanbul Narkotik Şube polislerinin Beylikdüzü’ne yaptıkları bir operasyonda bir arabanın bagajında 60 kilogram eroin ele geçirdikleri haberi yer alıyor.

Operasyonda ele geçirilen kişilerden birinin de DTP (Demokratik Toplum Partisi) Hakkari Yüksekova ilçesi belediye başkan vekili olduğunu yine aynı haberden öğreniyoruz.

Eroin işinde bugün yakalanan kişinin DTP’li olması çok belirleyici değil zira geçmişte Avrupa’ya uzanan aynı hat üzerinde MHP’li senatörlerin de yakalandığını hatırlıyoruz; yani, yıllık parasal portesinin ne kadar olduğu hiç bilinemeyen eroin ticaretinin partiler, ideolojiler üstü bir şey olduğu zaten aklı başında herkesin tahmin ettiği hatta bildiği bir konu.

Bu konuda beni en çok ilgilendiren mesele Hakkari Yüksekova ilçesi meselesi; Türkiye Cumhuriyeti toprakları içinde, devletin egemenliğinin mutlak olduğu ya da olması gereken bu ilçe senelerdir maalesef eroin üretimi ve ticaretiyle beraber anılıyor ve bu çok sevimsiz şöhret bitmek bilmiyor, hatta her geçen gün bu ilçemizin adını bu berbat konuyla daha çok duyar oluyoruz.

Başka alanlarda, mesela ismi ‘W’ ile yazıldığı için yedi yaşında bir çocuğu sınır kapısından döndürmeye gücü olan kudretli ve kuvvetli devletimizin bir ilçeyi kontrol altına almada bu büyük aczini anlamada doğrusu zorlanıyorum; aynı bağlamda anlamakta zorlandığım kardeş bir konu da Van ilimiz sınır kapısının şöhreti.

Bu iki konuyu yani Van sınır kapısı ve Yüksekova konusunu ne kadar az konuştuğumuza dikkat ettiniz değil mi?

Konu üç: Üçüncü konu yine 24 Haziran günü bendenizin star gazetesinde bana emanet edilen köşede ABD Başkan adayı Obama’nın bir siyasal hamlesi nedeniyle gündeme getirdiğim siyasetin, siyasi propaganda harcamalarının finasmanı meselesi; bu konu zaten bizim basında çok az yer aldı, benim önerimin de (24 Haziran star gazetesi) çok gündeme geleceğini zannetmiyorum.

Siyasetle yatıyor, siyasetle kalkıyoruz ama nedense bu işin finasmanı konusu hiç gündemimize gelmiyor değil mi?

***

Bu üç konuyu yani savunma harcamaları ve silah alımları konusunun uygunluk ve yerindelik denetimi konusunu, maalesef ülkemiz üzerinden yapılan, yapılagelen eroin ticaretinin tüm unsurları ve boyutları konusunu ve siyasetin finasmanı meselesini en az türban ve laiklik konuları kadar konuşmadığımız zaman ülkemizin ‘normalleşemeyeceğini’ söylemek kehanet olmasa gerek.

Türban ve parti kapatma meseleleri belki de bu üç konu, silah alımları, eroin ve siyasetin finasmanı pek konuşulmasın diye sürekli gündemde; bu da bir fikir değil mi?

Star, 25.6.2008

Eser Karakaş

26.06.2008


 

Böyle giderse hiçbir şey tartışamayız!

AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat’ın bir Amerikan gazetesine söylediği ‘Atatürk devrimleri toplumda büyük travma yaşattı’ sözlerinin yankısı Ankara’da büyük oldu.

Dün muhalefet partilerinin gündemindeydi, CHP ve MHP liderleri Fırat’a sert tepki gösterdi. Bahçeli “Cumhuriyetle sorunlu ve kavgalı geçmişinin hıncını bu hezeyanlarla dışa vurmuştur.” dedi. Baykal da “Fırat’ın sözleri AKP’nin niçin Anayasa Mahkemesi karşısında olduğunu gözler önüne serdi.” dedi. Bu tartışmanın bir süre daha devam edeceği kesin.

Özellikle hassas dönemlerde bir siyasetçinin konuşmasına dikkat etmesi gerektiğine kuşku yok. Hele mensubu olduğunuz parti Anayasa Mahkemesi’nde kapatma talebiyle yargılanıyorsa... Ve de sona yaklaşıldıysa... Ben Fırat’ın açıklamasına bu noktadan yaklaşmayacağım. Haklı veya haksız olduğuyla da pek ilgili değilim. Söylediklerinin doğru olup olmadığını, tarihî gerçekleri ne derece yansıttığını konunun uzmanları ayrıca değerlendirir.

Sizin de mutlaka dikkatinizi çekiyordur, Türkiye’de bir süredir aykırı düşünceye karşı inanılmaz boyutlarda tahammülsüzlük var. Bazı çevrelerin herhangi bir konunun konuşulmasına, tartışılmasına zerre tahammülü yok. Karşımıza sorun olarak çıkan birçok konu ‘konuşulmaz, tartışılmaz’ denerek etrafına duvarlar örülüyor. Tabular kavileşiyor, yenileri ekleniyor. Fırat’ın sözleri rejim krizi olarak yorumlanacak sözler mi? Atatürk’e hakaret anlamına mı geliyor? 1920’lerde o günün şartları içinde gerçekleşen devrimler 2008’de eleştirilemez mi? İlk yıllarda en katı biçimde uygulanan şapka devriminden bugün eser yok. O dönem şapkasız sokaklarda dolaşmak mümkün değildi, şimdi şapkalı birine rastlayamazsınız. Bir siyasetçi tarihe eleştirel bakamaz mı?

Sadece Fırat’ın sözlerinden yola çıkarak varmıyorum bu yargıya. Bülent Arınç, Meclis başkanlığı sırasında ‘Laiklik yeniden tanımlanmalı.’ dedi. Başına gelmedik kalmadı. Acımasız bir linç kampanyasının hedefi oldu. Bu ilk kez mi söyleniyor? Hayır. Daha önce siyasiler tarafından tekrar edilmiş bir cümle bu. Sağ politikacıları geçtik, merhum Bülent Ecevit’in laiklik konusunda benzer açıklamaları arşivlerde duruyor. Ne kadar inkar edilirse edilsin, Türkiye laikliğin uygulaması konusunda problemleri olan bir ülke. Laiklik niye konuşulamasın, neden tartışılamasın? Bu korku neden?

Anayasa’yı tartışmak da neredeyse imkansız hale geldi. Yeni anayasa ihtiyacı, siyasi ve sivil toplum örgütleri tarafından defalarca dile getirilmiş bir konu. Bu uğurda geçmişte taslaklar hazırlanmış. Şimdi Ankara’da bir siyasetçi ‘yeni anayasa’ der demez hemen ağzına acı biber sürülüyor. Dün CHP lideri Baykal konuşmasında konuyu buraya getirdi ve kesin ifadelerle ‘Anayasa değiştirilemez’ dedi. Laikliği konuşma, başörtüsünü tartışma, Kemalizm’i eleştirme, cumhuriyet tarihine yan gözle bakma... Modern ve çağdaş bir ülkede bu kadar kısıtlama olabilir mi?

Farkında mısınız, daraltılan sadece siyasetin alanı değil. Düşünce ve fikir özgürlüğünün sahası daraltılıyor. Söylenenler yanlış olabilir, art niyet de taşıyabilir, hatta belli siyasi amaç uğruna dile getirilmiş olabilir. Burada yapılması gereken konuşanı susturmak, düşünceyi boğmak değil; yanlışın karşı görüşle çürütülmesi, doğruların ortaya konması... Bu çok mu zor? Türk toplumu yanlışla doğruyu seçecek bilince ve donanıma sahip. Yanlış konuşan konuştuğuyla kalır.

Bu ülkenin sistemden kaynaklanan yapısal sorunları var. Bunları konuşmaktan, tartışmaktan korkmamak lazım. Laiklik, rejim, Atatürkçülük konuşmayı kısıtlayarak, tartışmayı yasaklayarak korunmaz. Aksine konuşmak, tartışmak daha da kuvvetlendirir. Rejimi bu şekilde koruma anlayışı her şeyden önce devlet düzenine zarar veriyor. Aman, rejimi güçlendirmek isterken devleti yıkmayalım, milleti parçalayalım. Ne yazık ki Ankara gelişmelerine bakıldığında böyle bir tehlikenin söz konusu olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Zaman, 25.6.2008

Mustafa Ünal

26.06.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Gezi Eki Pdf

Bütün haberler

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır