"Gerçekten" haber verir 14 Temmuz 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Röportaj

Faruk Çakır - İsmail Tezer

İslâmî şuuru Risâle-i Nur'la kazandım

*Risâle-i Nur’u nasıl tanıdınız ve Risâle-i Nur’da sizi en çok etkileyen ne oldu?

Ben İzmir İmam Hatip Okulu orta üçüncü sınıfında iken yaz tatilinde Ankara’ya, Yusuf Ağabeyimin yanına gittim. Ağabeyim o zaman, yani 1959 tarihinde, Ankara’da Et-Balık Kurumunda çalışıyordu.

O zamana kadar Risâle-i Nur ve Bediüzzaman’ı sık sık duyardım. Çünkü gazeteler devamlı aleyhte yayın yaparlardı. Herhalde aleyhte yayımların etkisi ve kitap okuma zevkimi henüz elde edemediğim için, Risâle-i Nur eserlerini hiç okumuş değildim.

Yusuf Ağabeyim beni, Risâle-i Nur eserlerinin okunduğu bir yere götürdü. Burası, Ankara Ulus’ta bir apartmanın dairesi idi. Apartmanın zemin katında ‘Murat Lokantası’ adında bir lokanta vardı. Biz bu ismi adres gösterirken kullanırdık. “Ulus’ta Murat Lokantasının üstündeki dershaneye gittim” derdik meselâ…. Ben bu dershanede 2.5 ay bulundum. Her gün ders yapılırdı. İşarat-ül İ’caz’ın Arapçası basılıyordu. Ağabeyimle ben çalışmalara iştirak ederdik.

O zaman Ankara’da yürütülen faaliyetlerin önünde; Ankara vaizi, Said Özdemir Ağabeyimiz bulunuyordu. Atıf Ural da dershaneye gelenlerden idi.

Risâle-i Nur eserlerini hergün okumaya başladım. Bir gece rüyamda Bediüzzaman Hazretlerini gördüm. Yanlış hatırlamıyorsam bembeyaz giyinmişti. Beni dizlerine oturttu ve üç defa İhlâs Sûresini okudu.

Sabahleyin bu rüyayı Yusuf Ağabeyime anlattım. Ağabeyim şöyle dedi: “Tebrik ederim, daireye alındın.”

2.5 ay sonra İzmir’e döndüm. O zaman İzmir’de yalnız Rahmetli Mustafa Birlik Ağabeyin evinde ders yapılırdı. Derslere ara sıra Ahmed Feyzi Kul ile kardeşi Mehmet Feyzi Kul Ağabeyler de gelirdi.

Büyük bir heyecan ile Risâle-i Nur eserlerini okuyup yaymaya çalışıyordum. Meşhur İzmir-Kestane Pazarı yurdunda kalıyordum. Kısa zamanda 5-6 arkadaşın Risâle-i Nur eserlerini okumalarına vasıta oldum. Daha sonra tahsilimin devamı için İstanbul’a geldim.

Risâle-i Nur eserleri, bütün okuyan insaf ehli şahittir ki, çok etkileyici bir muhtevaya sahiptir.

Ben İmam Hatip Okulu talebesiydim. Hafızlık yapmıştım. Buna rağmen İslâmî şuur oluşmamıştı. Hatta beş vakit namazı doğru dürüst kılamazdım. Ciddî bir hedefim yoktu. Risâle-i Nur sayesinde manevî ve İslâmî dünyam oluştu. İslâmı lâfta değil, fiilen yaşamaya başladım. İslâma, Kur’ân’a ve imana hizmet etmek ana hedef haline geldi. İç ve dış âleme Kur’ânî esaslara göre bakmaya, olayları İslâmî esaslara göre değerlendirmeye başladım.

*Risâle-i Nur’u diğer tefsirlerden farklı kılan özellikler nelerdir?

Risâle-i Nur Külliyatının bir Kur’ân tefsiri olduğunda, bu hususta ilmî araştırmalar yapan âlimler ittifak halindedir.

Fakat Risâle-i Nur eserleri klâsik tefsirler gibi, Kur’ân-ı Kerim’i baştan sona sırf, nahiv ve belâgat kaidelerine göre yazılmış bir tefsir değildir.

Usûlüd-din dediğimiz iman esaslarını dile getiren Kur’ân âyetlerini ele almış, çürütmesi mümkün olmayan aklî ve naklî delillerle tefsir etmiştir.

Mehmet Akif’in:

"Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı / Asrın idrakine söyletmeliyiz Kur’ân’ı."

beytinde dile getirdiği hedefi, Bediüzzaman gerçekleştirmiştir.

Hüküm ifade eden âyetleri tefsir etmemiştir.

Bediüzzaman diyor ki:

“Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalplerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalpler ıslâh olsun, imanlar kurtulsun.” (Onaltıncı Lem’a)

İşte Bediüzzaman Hazretleri, bütün dünyada cereyan eden imansızlık ve manevî çöküşün şehadeti ile tam zamanında ve en isabetli teşhisi koyarak bütün himmet ve gayretini, dinin esaslarını ihya etmeye inkârcı sistemlerle bozulan kalp ve kafaların ıslâhına sarfetmiştir. Benzeri olmayan derin muhtevalı tefsirini de bu ana hedefin tahakkuku için yazmıştır.

‘Füruat’ dediğimiz fıkıh hükümleriyle, ahkâm âyetleriyle uğraşmamıştır.

Ömrünü bu sahalara harcamış bir ilim adamı olarak şu gerçeği açıkça ifade etmeliyim ki, Bediüzzaman Hazretlerinin çağdaşı olan hiçbir âlim, asrın hastalığına bu kadar isabetli teşhis koyamamış ve çareler sunamamıştır.

Meselâ; Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh, Hasan-ul Bennâ, Seyyid Kutub, Hamdi Yazır, İzmirli İsmail Hakkı, Mevdûdî vs. bütün bu zevat âlimdirler, çok çalışmışlardır, gayret göstermişlerdir. Ama hiçbir tanesi Bediüzzaman’ın teşhis ettiği yarayı teşhis etmemişler, etmeye çalışanlar da yeterli çareleri sunup asıl büyük dertlere derman olamamışlar. Gayretlerini asla küçümsemiyorum. Bütün dünyada müşahede edilen bir hakikati yad etmek istiyorum. Cenâb-ı Hak (cc) hepsinden razı olsun. Lütfu keremiyle onları ve cümlemizi mükâfatlandırsın.

Bediüzzaman Hazretleri klâsik izah tarzlarını bırakmış, ismine uygun çok orijinal izah tarzları getirmiştir. Yani; Kur’ân hakikatlerini ve imanî esaslarını asrın ihtiyacına göre terennüm etmiştir. Bunlar, delilden yoksun iddialar değildir. Eserler meydanda, insaf ehli her ilim sahibi Risâle-i Nur Külliyatını okuyup bu gerçeği görebilir.

*Risâle-i Nur Külliyatı içerisinde İşaratü’l-İ’caz’ın ayrı bir yeri var malûm. Siz bu eser hakkında neler söylemek istersiniz?

Risâle-i Nur Külliyatı içerisinde İşarat-ul İ’caz, Kur’ân-ı Kerim’in nazmının da mû’cize, harika olduğunu, insan gücünün üstünde olduğunu isbat etmiştir. Bu örnek bir eserdir. Bediüzzaman bu örnek Kur’ân tefsirinde Kur’ân-ı Kerim’in nazmının, yani; kelimelerinin, cümlelerin hatta harflerin dizilişinin mû'cize olduğunu, sarf, nahiv ve belâgat (beyan, meani ve bedi’ ilimlerinin ihtiva ettiği ebedî san’atlar) yönünden de isbat ve izah eder.

Duâya vesile olur ümidiyle bir hatıramı nakletmek isterim.

1976 yılında Muğla İl Müftüsü iken Haseki Eğitim Merkezine kursiyer olarak iştirak ettim. Bir grup arkadaşla İşarat-ul İ’caz eserini bir talebe olarak okuyup istifade etmeye başladık. Şu anda İslâm Âleminde ileri gelen büyük ulemadan Muhterem Halil Gönenç Hoca Efendi Hocamızdı. İşarat-ul İ’caz’ı bize okutuyordu. Kadı Beydavi, Nesefî, İbn-i Kesir gibi birçok dirayet ve rivayet tefsirlerini defalarca ve maharetle okutan bu çok muhterem hocamız zaman zaman okuturken:

“Ey Bediüzzaman! Hakikaten Üstadsın” demekten kendini alamazdı. Cenâb-ı Hak (cc) Halil Gönenç Hocamızdan razı olsun…

Bediüzzaman “bir ferdin fehminden ve karihasından çıkan bir tefsir, bihakkın Kur’ân-ı Azimüşşana tefsir olamaz” der. Ve “her biri birkaç fende mütehassıs olmak üzere muhakkıkin-ı ulemadan yüksek bir heyetin tetkikatıyla, tahkikatıyla bir tefsirin yapılması lâzımdır” diye de ekler.

Ayrıca “kaleme aldığım şu İşaratü’l-İ’caz adlı eserimi, hakikî bir tefsir niyetiyle yapmadım. Ancak ulema-i İslâmdan ehl-i tahkikin takdirlerine mazhar olduğu takdirde, uzak bir istikbalde yapılacak yüksek bir tefsire bir örnek ve bir me’haz olmak üzere, o zamanların insanlarına bir yadigâr maksadıyla yaptım” der.

*Günümüz tefsir ehli, İlahiyat camiası bunun neresinde? Sizce Bediüzzaman’ın bahsettiği “yüksek tefsiri” yapacak heyetin teşekkül zamanı daha gelmedi mi? Ne zaman teşekkül edecek?

Bediüzzaman Hazretlerinin “Bir ferdin fehminden ve karihasından çıkan bir tefsir, bihakkın Kur’ân-ı Azimüşşana tefsir olamaz” der. Ve “her biri birkaç fende mütehassıs olmak üzere muhakkikin-i ulemadan yüksek bir heyetin tetkikatıyle, tahkikatiyle bir tefsirin yapılması lâzımdır” diye de ekler.

Bu basiret, feraset ve akl-ı selimden kaynaklanan ilmî ifadeler; Kur’ân-ı Kerim’in tefsiri konusunda takip edilmesi gereken en isabetli yolu göstermektedir. Önce birinci cümleyi ele alalım.

“Bir ferdin fehminden ve karihasından çıkan bir tefsir, bihakkın Kur’ân-ı Azimüşşan’a tefsir olamaz.”

Niçin olamaz? Çünkü bir âlim ne kadar kabiliyetli olursa olsun her sahada uzman olamaz. Halbuki Kur’ân-ı Kerim’i tefsir ederken birçok ilim dalında uzman âlimlere ihtiyaç vardır. Meselâ; Kur’ân ibretler ve dersler alınsın diye geçmiş topluluklardan, onların yaşadığı yerlerden, harabelerinden ibret alınması için gidip görülmesinin lüzumundan bahseder. İşte bu noktada jeolog ve tarihçilere ihtiyaç var. Bir çoğunun anne rahminde nasıl teşekkül edip meydana geldiği anlatılır Kur’ân’da. Burada tıp bilginlerine ihtiyaç vardır. Sosyal hayattan bahseder. Sosyologlara ihtiyaç vardır. İnsanın ruhî yönünden bahseden âyetler vardır. Bunları anlamada ruhiyatçılara, psikologlara ihtiyaç vardır. Çocuk ve insan eğitiminden bahseden âyetler vardır. Bunların iyi anlaşılması için pedagog ve eğitimcilere ihtiyaç var. Birçok âyetlerde astronomiyi ilgilendiren konular ele alınır. Astronomi bilginlerine ihtiyaç vardır. Kelâmla ilgili âyetlerde kelâm ulemasına, İslâm hukukuyla (fıkıh) ilgili âyetlerin tefsirinde fıkıh ulemasına, tefsir usûlüyle (metedoloji) hususlarda usûlcülere ve nihayet Kur’ân-ı Kerim Arapça indiğine göre; sarf, nahiv, belâgat (beyan, meani, bedi), mekasid-uş Şeriat dediğimiz bütün semavî dinlerin ana hedeflerini gayet iyi bilmek lâzım. Bütün bu ilimlerin yardımıyla Kur’ân-ı Kerim’i asrımızın ihtiyacına göre terennüm edecek çaplı kabiliyetlerin bulunması lâzım. İşte Bediüzzaman, mezkûr birinci cümle ile; yukarıda kısaca temas ettiğimiz ve etme imkânı bulamadığımız birçok ‘olmazsa olmaz’ hususları nazara vermek istemiştir. Kısaca ikinci cümleyi de izah etmeye çalışalım: Burada Bediüzzaman ne diyor? “Herbiri birkaç fende müsehassis olmak üzere muhakkikîn-i ulemadan yüksek bir heyetin tetkikatiyle, tahkikatiyle bir tefsirin yapılması lâzımdır.” Benim anlayabildiğim şudur: Bediüzzaman Hazretleri, mükemmele yakın bir Kur’ân tefsirinin yazılması için meydana getirilecek ilmi heyette bulunması gereken şartları veciz (kısa) bir ifade ile dile getirmektedir. Şöyle ki: a- Kur’ân-ı Kerim’i bir âlim değil (ne kadar kabiliyetli olursa olsun), bir ilim heyeti tefsir etmelidir. b- Bu ilim heyetinde yer alacak olan her âlimin birkaç sahada ihtisas sahibi (uzman) olması lâzımdır. c- Heyette yer alacak âlimler, mükallid değil muhakkik yani; araştırıcı kaynaklara inen aklî ve naklî delilleri inceleyen, ilgi kurup sıhhatli sonuçlar üreten geniş muhakemeli kişiler olmaları lâzım. d- Bu ilmî heyetin acele etmeden fakat büyük gayretler gösterecek tetkik ve tahkik yani; kendi sahalarına giren âyetlerin tefsir ve izahında en ince ve derin araştırmaları yaparak en isabetli tefsire ulaşmaya çalışan gayretli ve himmetli ulemadan teşekkül etmesi lâzımdır. e- Bediüzzaman Hazretleri, yukarıda kısaca açıklamaya çalıştığımız şartları kendisinde bulunduran ilmî heyet tarafından “bir tefsirin yapılması lâzımdır” diyor. Yani büyük bir tefsirin yapılması lâzımdır, insanlığın böyle bir Kur’ân tefsirine ihtiyacı vardır. Bu önemli tefsir, çok uzun olmamalı, çok kısa da olmamalı. Eskimezlerimizin ifadesiyle; “efrâdı cami, ağyarı mani olmalı.” Kanaatıma göre; yapılması gereken bu tefsir 3 cildi geçmemeli, lüzumsuz izahlara gidilmemeli, çok öz beyanlar ihtiva etmelidir. İşarat-ül İ’câz örnek alınarak yapılacak bir tefsir konusunda “günümüz tefsir ehli ilâhiyat camiası” bu önemli konuyu arzu edilecek yeterli derecede kavramış değildir. Çünkü bu yüksek tefsiri meydana getirecek İslâm Ulemasından tahkik ehli kişilerin daha evvel kısaca izah ettiğimiz ilimlere sahip olmaları ve ayrıca, Risâle-i Nur Külliyatını iyi anlayıp bilmeleri, Üstad’ın İşarat-ul İ’câz’da ortaya koyduğu orijinal üslûbu mükemmel kavramaları lâzım. Bu, çok zeki, geniş çaplı ve hasbi ulemanın yetişmesini gerektirir. Kanaatıma göre böyle bir ulema kadrosu yeterli derecede oluşmamıştır. Amma güzel çalışmalar var. İnşallah bu çalışmalar olgunlaşır ve beklenen o “Yüksek Tefsiri” meydana getirir. Zaten Bediüzzaman Hazretleri de “Uzak bir istikbalde yapılacak yüksek bir tefsir” diyor. “Uzak istikbal” ifadesini de düşünmek lâzım. Ne zaman teşekkül eder bu yüksek ulema heyeti? Bu, çalışmaya ve güçlü kabiliyetleri bulup onları yetiştirmeye bağlı olan bir konudur. Ümid ve niyaz edelim ki çok uzamasın.

Yahya Alkın kimdir?

1945 Rize ili Çayeli ilçesi Yenice Köyü doğumlu. İlkokulu kendi köyünde bitirdi. Hıfzını İzmir’de tamamladı. Sakarya İmam-Hatip Okulunu bitirdi. 1968 yılında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünü (bugünkü Marmara Ü. İlahiyat Fakültesi) bitirdi. Üç yıl imam-ha-tiplik yaptıktan sonra, 1970 yılında Erzincan İl Müftülüğüne, 1971’de de Muğla İl Müftülüğüne atandı. Bir ara Pendik Müftülüğü de yapan Yahya Alkın, 1978 yılında Haseki Müftü ve Vaizler İhtisas Kursunu birinci olarak bitirdi. Aynı yerde öğretim üyesi olarak görev aldı. Emekli olduktan sonra da (şu anda Pendik’te faaliyetini devam ettiren) Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı İstanbul Haseki Eğitim Merkezinde ders vermeyi sürdürdü. “Bize Göre Durum ve Gerçek”, “Kur’ân’da Peygamberler ve Peygamberimiz”, “İslâm ve Temel Bilgiler” gibi bazı basılmış kitapları vardır. Yeni eserler vermek için de gayret sarfettiğini ifade eden Alkın hocamıza muvaffakiyetler diliyoruz.

Faruk Çakır - İsmail Tezer

14.07.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Röportaj

  (13.07.2008) - Ziya Şark Sofrası dünyaya açılıyor

  (02.07.2008) - Hedefimiz Karadeniz’e 10 milyon turist çekmek

  (30.06.2008) - Başörtüsünü siyasî simge olarak göstermek büyük hata

  (26.06.2008) - Yasak travma meydana getirdi

  (23.06.2008) - Kemalistler asıl demokrasiden korkuyor

  (16.06.2008) - Ulusalcılar hukuk tanımıyor

  (12.06.2008) - Önce ekmek diyenler hürriyetlerini kaybeder

  (09.06.2008) - Kemalizm toplum üzerinde hak iddia edemez

  (03.06.2008) - Dünyanın peşinde koştuğu cihaz

  (02.06.2008) - Yargıçlar iktidarını AKP güçlendirdi

 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün haberler

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır | Site yöneticisi | Editör