"Gerçekten" haber verir 15 Temmuz 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Röportaj

Faruk ÇAKIR / İsmail TEZER

Avrupa'ya ne zaman gitsem, daima Bediüzzaman'ın müjdesini görüyorum

Emekli Müftü Yahya Alkın: Avrupa'daki Müslümanlara ciddi ve güvenilir eserlerin tercüme edilip dağıtılması lâzım. Ben Avrupa'ya her gittiğimde Bediüzzaman'ın sözlerini hatırlıyor, hakkel yakîn anlıyor ve onun büyüklüğünü görüyorum.

—Dünden devam—

İlahiyat camiasının Risâle-i Nur’a ilgisini nasıl

buluyorsunuz?

Risâle-i Nur’a İlahiyat Camiasının ilgisini yeterli bulmuyorum. Ve bundan dolayı da çok üzgünüm. Neden üzgünüm? diye soracak olursanız kısaca derim ki; Bugün İlahiyat Fakültelerinde ve Millî Eğitimde çalışan ilahiyatçıların dışında yalnız Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı 90 bine yakın görevli (Müftü, vaiz, imam, müezzin Kur’ân kursu hocası) bulunmaktadır. Bu büyük kadro, asrımızın (hatta bundan sonraki asırların) büyük müceddidi ve mürşidi olan Bediüzzaman’ın Kur’ân Eczahanesinden alıp insanlığa sunduğu ölümsüz esaslara göre vazife ve gayretlerini icra etseler, İslâm Âleminin, insanlığın durumu müsbet yönde gıpta edilecek büyük değişikliklere kapı açar. Bir de İlahiyat ve Millî Eğitimde çalışan binlerce ilahiyatçı asrın ihtiyacı ve idrakine göre sunulan Kur’ânî esaslara göre vazifelerini ifa etseler ne büyük güzel gelişmelerin olabileceğini düşünebiliyor musunuz? Bediüzzaman’ın yıllarca evvel dile getirdiği şu tesbitlere bir kulak verelim. Bediüzzaman diyor ki; “Ben vaizleri dinledim, nasihatleri bana te’sir etmedi. Düşündüm: Kasavet-i kalbimden başka üç sebep buldum: Birincisi: Zaman-ı hazırayı zaman-ı salifeye kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeayı parlak ve mübalâğalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için, isbat-ı müddea ve müteharri-i hakikatı ikna lâzım iken, ihmal ediyorlar. İkincisi: Birşeyi tergib veya terkib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden müvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar Üçüncüsü: Belâgatin muktezası olan hale mutabık, yani ilcaat-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete münasip söz söylemezler. Güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar. Hasıl-ı kelâm: Büyük vaizlerimizi hem âlim-i muhakkik olmalı, ta isbat ve ikna etsin, hem hakim-i müdakkik olmalı, ta müvazene-i şeriatı bozmasın. Hem beliğ-ı mükni olmalı, ta mukteza-ı hal ve ilcaat-ı zamana muvaffak söz söylesin. Ve mizan-ı şeriatle tartsın. Ve böyle olmaları da şarttır.” (Divan-ı Harbi Orfi.) Şu üç sebepte dile getirilen esasları bütün diyanet camiasının düşünüp nazar-ı itibara almaları gerekmez mi? Dikkat edelim, felâket ve helâket asrının adamı Bediüzzaman Hazretleri diyor ki; Özelde Müslüman, genelde insanlara hitap eden, İslâmı anlatan büyük vaizlerimiz İslâmî kaynakları çok iyi bilen araştırıcı âlim olmalı. Ta ki anlattığı konuları, naklî ve aklî delillerle izah ve ispat etsin. İslâmı anlatan görevlilerin hikmet sahibi, ince anlayışlı olmak lâzım. Ta konuşurken İslâmî dengeyi bozmasın. Hem de ikna kabiliyeti yüksek, zamanın akışını gözardı etmeyen, içtimaî hastalıklara şifa olacak konuşma yapabilen feraset sahibi âlimlerin olması lâzım. Duygular ve heyecanlar akl-ı selim ve şer’i delillerle dengelenmelidir. Delilsiz ve dengesiz hamasî konuşmalar yarardan ziyade zarar getirmektedir. Halkın derdine derman, manevî hastalıklarına şifa olmamaktadır. Şu hususu samimiyetle ve ilmî araştırmalar sonucu inanarak tekrar ifade edeyim ki asrımızın hastalığını en isabetli teşhis edip Kur’ân Eczahanesinden en yararlı ilâçları ilham yoluyla bulup insanlığa takdim eden Bediüzzaman’dır.

Bu benim şahsî kanaatim değildir. Asrın tehlikelerini gören ve Risâle-i Nur Külliyatını okuyup iyi anlayan bütün feraset, basiret ve ilim erbabının ittifak ettikleri bir hakikattir.

İnsanları İslâma dâvet etmekle mükellef ve sorumlu olan başta hocalar olmak üzere bütün iman ehline yol gösteren Bediüzzaman’ın şu ifadelerine bakalım:

“İşte tahmin ederim ki; nasihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki:

Ahlâksız insanlara derler,

Hased etme, hırs gösterme, adavet etme, mâd etme, dünyayı sevme!..

Yani; fıtratını değiştir gibi zahiren onlarca malâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki:

Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz, hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.”

(Dokuzuncu Mektûb)

Şimali insafla, iz’anla, basiretle düşünelim: İlahiyatçılar, Diyanet kurumunda vazife gören 90 bine yakın görevliler, Bediüzzaman’ın sosyal ve manevî kaosa koyduğu isabetli teşhisi ve bu sıkıntıların bertaraf edilmesi için gösterdiği yüzde yüz isabetli metodu kavrayıp uygulayabilseler, Türkiye ve dolayısıyle İslâm âlemi düzelir, uyanır, İslâmın güzelliğini her sahada yaşayıp iki cihanın mutluluğunu elde ederler.

Evet; Diyanet Camiası ve İlahiyatçılar Müslümanların temelde olan dert ve sıkıntısının ne olduğunu çok iyi tanıması ve kavraması lâzım. Bunu Bediüzzaman yüzde yüz isabetle teşhis etmiş ve Risâle-i Nur Külliyatıyla derdin dermanını, hastalığın ilâcını, Kur’ân Eczahanesinden insanlığın istifadesine sunmuştur.

Müslümanların en mühim tehlike ve hastalığının ne olduğunu Asrın Mürşid-i Kâmili şöyle haykırıyordu:

“Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalplerin bozulması ve imanın zedelenmesidir...”

(Onaltıncı Lem’a)

Tekrar tekrar ve ısrarla söylüyoruz ki; Diyanet camiasının ve ilahiyatçıların bu temel hastalığı ve kurtuluş yolunu çok iyi kavraması lâzımdır. Üzülerek tekrar yâd edeyim ki, genelde çok uzakta duruyorlar. İslâmın füruatında yapılan akademik çalışmalar asla derde deva olmayacaktır, olamıyor. İlahiyat camiası genellikle füruattaki akademik çalışmalarla meşguldürler. Usul-üd Din dediğimiz İslâmın itikad yönüyle uğraşanlar ve bu sahada eser vermeye çalışanlar hem az hem de klâsik izah tarzlarını terennüm ediyorlar.

Bediüzzaman’ın şu veciz ifadesini burada da zikretmekte yarar var:

“Eski hal muhal, ya yeni hal, ya izmihlal.” (Münâzarât)

Sizin Risâle-i Nur üzerinde bir çalışma veya projeniz var mı?

Karınca kaderince var. Fakat ağır davranıyorsam, daha ciddî ve ısrarlı olmam için ağabey ve kardeşlerimin müstecab duâlarını temenni ediyorum.

Son olarak Avrupa’da bulundunuz. Oradaki İslâmî gelişmeler nasıl?

Malûm olduğu gibi 1960’lı yıllarda iş bulup çalışmak ve geçim imkânlarına kavuşmak gayesiyle binlerce insanımız akın akın Avrupa’ya gitmeye başladılar. O zaman devletin bu husustaki politikası; işsizliği gidermek ve işçilerimizin aracılığıyle döviz girdisini sağlamaktı. Giden işçilerin büyük çoğunluğu cahildi, İslâmî kültürleri ve yaşantıları pek yoktu. Devlet; bunların kimliklerini koruma ve manevî değerlerine bağlı kalma konusunda hiçbir gayret göstermedi ve destek vermedi. Çünkü böyle bir hedef gözetmiyordu.

Bütün olumsuzluklara rağmen işçilerimizin bir bölümü İslâmî kimliklerini koruma ve yeni nesilleri kaybetmeme konusunda takdire şayan faaliyetlere giriştiler. Dernekler kurdular, camiler yaptılar, kendi kıt imkânlarıyla hocalar tuttular, İslâmî cemaat ve teşekküller bu çalışmalara öncülük yaptılar, küçümsenmeyecek hizmetler yaptılar, Bizim Diyanet Camiamız İslâmî cemaatlerden çok sonra bu hizmetlere iştirak etti.

Cenâb-ı Hakk’a sonsuz şükürler olsun ki bugün Avrupa’da hatta bütün dünyada büyük İslâmî faaliyetler yürütülmektedir. Bu güzel faaliyetler; eğitim, her türlü neşriyat ve ekonomi sahalarında yürütülmektedir. Tabiî ki çok geç kalındı ve bugün bile arzu edilen seviyede değildir.

Oralarda hizmet görenlerin; bir defa çok iyi dil bilmesi, İslâmî kaynaklara vakıf olması, samimî olması, bulunduğu toplumun sosyal yapısını bilmesi ve fedakâr olması lâzımdır.

İslâmı onlara sunacak ciddî ve güvenilir eserlerin tercüme edilip dağıtılması lâzım.

Ben Avrupa’ya her gittiğimde Bediüzzaman’ın şu sözlerini hatırlıyor, hakkel yakîn anlıyor ve onun büyüklüğünü görüyorum:

“Eğer biz, doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan (Müslüman olmayanlardan) fevc fevc (İslâma) dahil olacaklar.” (Münâzarât)

“Avrupa İslâm’a gebedir...”

“Nasraniyet (Hristiyanlık) İslâmiyete teslim olacak.” (Lemaat)

“Kur’ân ayine ister, vekil istemez.” (Lemaat)

Hakikaten bütün mesele Kur’ân’ın ve İslâmın güzelliğine yaşantılarımızla ayine olabilmektir.

Gayr-ı müslimlere İslâmı sevdirecek olan da bu haldir. Meşhurdur ki; hal lisanı, kal lisanından daha etkili ve çekicidir.

“Ümidvar olunuz! İstikbalde en gür sada İslâmın sadası olacaktır.”

Felâket ve helâket asrının adamı böyle haykırıyor.

Sonsuz Kudret, birşeyi irade ederse sebepleri hazırlar, engelleri ortadan kaldırır.

Cenâb-ı Hak (c.c.) bize de bu güzelliklere hizmet eden kudsî kervanların bir ferdi olmayı nâsib eylesin.

Faruk ÇAKIR / İsmail TEZER

15.07.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Röportaj

  (14.07.2008) - İslâmî şuuru Risâle-i Nur'la kazandım

  (13.07.2008) - Ziya Şark Sofrası dünyaya açılıyor

  (02.07.2008) - Hedefimiz Karadeniz’e 10 milyon turist çekmek

  (30.06.2008) - Başörtüsünü siyasî simge olarak göstermek büyük hata

  (26.06.2008) - Yasak travma meydana getirdi

  (23.06.2008) - Kemalistler asıl demokrasiden korkuyor

  (16.06.2008) - Ulusalcılar hukuk tanımıyor

  (12.06.2008) - Önce ekmek diyenler hürriyetlerini kaybeder

  (09.06.2008) - Kemalizm toplum üzerinde hak iddia edemez

  (03.06.2008) - Dünyanın peşinde koştuğu cihaz

 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün haberler

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır | Site yöneticisi | Editör