"Gerçekten" haber verir 26 Temmuz 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

‘Birbirimizi onurumuzla soyalım’

(...)Haber ne?

AB Komisyonu...

Önceki gün yayınladığı bir rapor doğrultusunda Bulgaristan’a yüzlerce milyon dolarlık yardımı askıya aldığını açıkladı.

Komisyon neden Bulgaristan’ı cezalandırdı?

Şimdi, sıkı durun:

‘Yolsuzluk ve örgütlü suçla mücadelede yetersiz kaldığı’ gerekçesiyle...

Bizim ‘iç sömürgeci’ anlayışın yandaşlarının diliyle söylersem:

‘AB, onurlu bir şekilde Bulgarın Bulgar’ı soymasına dayatma getirdi.’

Yolsuzluk da, ‘örgütlü suç’ da AB’nin defalarca hatırlatıp durduğu iki bela...

Bulgaristan’da bela da, burada değil mi?

Ne ki, AB yetkilileri şimdiye kadar ilk kez bir üyeye karşı bu kadar ağır bir dil kullandılar...

Çünkü ‘Bulgar’ın Bulgar’ı bu kadar azimle ‘onurlu’ bir biçimde soymaya devam etmesinden gına geldi.’

AB, yolsuzlukla ve örgütlü suçla mücadele konusunda bir miktar çaba göstermesine ve káğıt üstünde durumun iyi görünmesine rağmen, uygulamada iyi sonuçlar alınamadığını vurguladı.

Komisyon Sözcüsü Johannes Laitenberger, ‘Bu yüzden Komisyon, katılım öncesi fonları yöneten iki devlet kurumunun kullandığı kaynakların askıya alınmasına karar verdi’ dedi.

Ayrıca, raporda, diğer Avrupa Birliği ülkelerinin Bulgaristan’a karşı rahatsızlığının giderek arttığı ve Bulgaristan’da komünizmin yıkılmasından bu yana işlenen 150 mafya cinayetinin birinin bile aydınlanmamış olması eleştirilmekte...

‘Bulgarın Bulgarı soyması’, AB’ye artan bir ivmeyle dert olmakta...

* * *

Birliğin diğer yeni üyesi Romanya ise şimdilik cezadan kurtuldu ama bu ülkede de reformların zayıf kaldığı kaydedildi.

Komisyon raporunda Romanya parlamentosu, eski başbakan ve bazı üst düzey yetkililer hakkındaki yolsuzluk soruşturmasını geciktirdiği için eleştirilmekte...

Demek ki, orada da ‘bırakın onurlu bir biçimde birbirimizi soyalım’ diyenler var...

Avrupa Birliği’nin daha da genişlemesiyle ilgili tartışmaların arttığı bir dönemde Avrupa Komisyonu, yeni üyelere, kurallara uymamaları halinde bunun bedelini ödeyecekleri mesajını veriyor.

Belki bu gelişmeyi Sırbistan’daki gelişmeyle birlikte okumak gerekir...

Onuruyla birbirini soymak...

Onuruyla ‘milliyetçi cinayetler işlemek’...

Onuruyla katillere kahraman muamelesi yapmak...

Bunlar bitmekte...

* * *

Bitirmezsen...

Önce AB Komisyonu...

Zaman içinde de ‘tarih’ sizi çöp tenekesine atıyor.

‘Onurunuzla’ orada çürüyorsunuz...

Çünkü demagojik olarak içi boşaltılarak kullanılan onur, ‘soyguncu ve katillerin’ onuru.

Star, 25 Temmuz 2008

Mehmet Altan

26.07.2008


 

Ucuz döviz sanayide (sanal) kârı şişiriyor, (reel) yapıyı çökertiyor

İstanbul Sanayi Odası’nın 500 büyük sanayi kuruluşu listesine giren (İSO-500) kuruluşların kârları 2007 yılında, bir yıl önceye göre cari fiyatla yüzde 35.1 oranında, reel olarak (enflasyondan arındırılmış olarak) yüzde 27.5 oranında arttı.

Bu kâr patlamasının temel nedeni “ucuz döviz”. Sanayi şirketleri giderek daha fazla dövizle borçlanıyor. Döviz kredilerinin faizi YTL faizine göre çok ucuz. Dövizin YTL fiyatının yıl içinde gerilemesi sonucu, “Kambiyo Kârı” diye isimlendirilen kazanç rakamları büyüyor.

Ne kadar iyi (!) O halde sanayiciler ucuz dövizden şikâyet etmesinler (!) Döviz ucuzladıkça sanayimiz şahlanacak, kârları artacak (!)

İyi de... Acaba sanayi şirketlerin sadece ucuz döviz faizine ve de kambiyo kazancına dayalı olarak ayakta kalabilir mi? Acaba şirketlerin yaptıkları üretimden ve satıştan da kâr edebiliyor mu? Acaba sanayide kârlılık patlarken üretim de patladı, istihdam da arttı mı?

2007 yılında İSO-500’de, (1) Üretimden satışlar cari fiyatlarla yüzde 10.6, sabit fiyatlarla yüzde 4.4 oranında arttı. (2) Katma değer (üretimin gerçek göstergesi olan, çıktı değeri ile girdi değeri arasındaki fark) cari fiyatlarla yüzde 9.8 oranında, sabit fiyatlarla yüzde 3.6 oranında arttı.

SATIŞLARDA ARTIŞ % 4.4

(3) İstihdam özel sektör işletmelerinde yüzde 2.5 oranında, kamu+özel İSO-500 kuruluşlarında yüzde 3.6 oranında arttı. (4) Toplam kârın, toplam satışlara oranı 2006 yılında yüzde 5.9’du. Ucuz faiz ve kambiyo kazancına rağmen 2007 yılında yüzde 7.2 oldu.

Görülüyor ki, 2007 yılında istihdamda, üretimde, satışlarda çarpıcı bir büyüme yok. Hatta büyüme rakamları yetersiz. Tek önemli değişim, üretimden satılan malların kârlılığının yüzde 5.9’dan yüzde 7.2’ye yükselmesi...

Şimdi gelelim ucuz dövizin sanal kârlılığı nasıl artırdığına, reel sanayi yapısını nasıl çökerttiğine.

2007 yılının 4 Ocak’ında dolar 1.41 YTL iken, 1 Haziran’ında 1.31 YTL ve 31 Aralık’ında 1.16 YTL oldu. Döviz fiyatının artmadığını, tersine ucuzladığını gören özel sektör, 2007 yılında dövizle borçlanmaya hız verdi. Özel sektörün yıl başında 70 milyar dolar olan dış borcu yıl içinde yüzde 49 artarak 105 milyar dolara çıktı.

İMALAT SANAYİİ KÜÇÜLÜYOR

2007 yılında YTL reel olarak yüzde 18.7 değer kazanınca şirketler yurtdışından kullandıkları kredilerin (yurtdışı yükümlülüklerinin) YTL karşılığını hesaplarına “Kambiyo Kazancı” olarak yazdı. Açık anlatımıyla, şirketlerin kasasına bir şey girmedi ama, döviz borçlarının YTL karşılığı azaldığı için, o azalan kısım kadar kârları (sanal olarak) artmış göründü. Kasalarına para girmedi ama, bu sanal kârın vergisini ödeyecekler.

2006 yılında toplam 12.9 milyar YTL kârın 3.4 milyar YTL’si faiz ve kambiyo kârı iken, 2007 yılında toplam 17.2 milyar kârda faiz ve kambiyo kârının payı 6.1 milyar YTL’ye yükseldi. 2007 yılında toplam kârın yüzde 35.6’sı faiz ve kambiyo kârından oluştu.

Ucuz dövizin şirketlerin sanal kârını şişirirken sanayinin reel yapısını nasıl çökerttiğinin en çarpıcı göstergeleri, 2007 yılında İSO-500’de üretimden satışlar rakamlarındaki artışın reel olarak yüzde 4.4’te, istihdam artışının yüzde 3.6’da kalmasıdır. İmalat sanayiinin milli gelirdeki payının büyüyecek yerde yüzde 25’lerden yüzde 16.6’ya düşmesidir.

Ucuz döviz, sanayinin sadece iç ve dış pazardaki satış imkânlarını yok etmiyor, sanayinin (yerli girdi yerine) daha fazla ithal girdi kullanmasına yol açıyor. Ucuz ithalatın çökerttiği yapıda yatırımı, istihdamı ve üretimi artırmak imkânsız hale geliyor. (Geliyor değil... Geldi bile...)

Milliyet, 25 Temmuz 2008

Güngör Uras

26.07.2008


 

Kafkaslarda işbirliği ve Ermenistan

Türkiye, Gürcstan ve Azerbaycan cumhurbaşkanlarının dün Kars’ta başlattıkları demiryolu projesi, bu üç ülkenin Kafkaslardaki işbirliği zincirine yeni bir halka ekledi. Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan, Sovyetler Birliği’nin 1991’deki yıkılışından bu yana yalnızca siyasi ilişkilerini geliştirmekle kalmıyor, bu gelişmeyi ekonomik ve stratejik projelerle güçlendiriyorlar.

Sovyetlerin dağılmasının ardında üç ülkenin başındaki tecrübeli liderler; Süleyman Demirel, Eduard Şvardnadze ve Haydar Aliyev tarafından başlatılan işbirliği, günümüzde Abdullah Gül, Mihail Saakaşvili ve İlham Aliyev tarafından sürdürülüyor.

Dün başlatılan Bakü-Tiflis-Kars demiryolu projesi, Bakü-Tiflis-Ceyhan ham petrol boru hattı ve Şahdeniz doğalgaz boru hattı ardından üç ülkenin ortaklaşa vücuda getirdiği üçüncü stratejik ulaştırma rojesi olacak. BTC ve Şahdeniz nasıl Hazar petrol ve gazının dünya pazarlarına çıkması için Rusya’ya alternatif bir enerji koridoru oluşturduysa, BTK demiryolu da Avrasya coğrafyasına yepyeni bir demiryolu koridoru açıyor. İstanbul Boğazı’nda inşaatı devam eden Marmaray projesiyle birlikte düşünüldüğünde, aslında 105 kilometrelik kısa bir demiryolu bağlantısı olan BTK, Pasifik Okyanusu kıyısında diyelim Şangay limanından Atlantik Okyanusu’na, diyelim Londra’ya kadar kesintisiz insan ve yük taşımacılığına imkân verecek.

Bunun getireceği yalnız ticaret ve sanayi değil, turizm imkânları da var. Avraysa coğrafyasının kuzeyinde işleyen dev Trans-Sibirya hattına ek olarak güneyinde de eski İpek Yolu’ndan ilham alan bu hat yeni ufuklar açabilir.

Türkiye’nin Azerbaycan ve Gürcistan ile ortaklığı geliştikçe, bölgeye daha fazla zenginlik geliyor. Barış ve işbirliği refah getiriyor. Azerbaycan’ın kendi petrolünü ve gazını dilediğince satması ülkeye yalnız zenginlik değil, özgüven de getiriyor.

Türkiye-Azerbaycan-Gürcistan dostluk ve işbirliğinin artması, bu işbirliğinin dışında kalan Ermenistan’ın içine kapanmasına, depresyona girmesine neden oluyor.

ABD’deki siyasi atmosferin, Kasım 2008 seçimlerini kim kazanırsa kazansız Ermeni soykırım iddialarına Kongre’de güç katacağı tezleri Ermeni diyasporasının kendisini ideolojik olarak olduğundan da güçlü hissetmesine yol açıyor. Ama bu sanal gücün, Ermenistan’a bir faydası olmuyor.

Ermenistan’ın eski Devlet Başkanı Levon Ter Petrosyan, Türkiye yanlısı görüldüğü için seçimleri kaybetmişti. Ama kazanan Serj Sarkisyan’ın da Türkiye ile arayı düzeltmek için kolları sıvadığına tanık oluyoruz. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü 2010 dünya futbol şampiyonası elemeleri için 6 Eylül’de Erivan’da oynanacak milli takımlar maçına davet eden Sarkisyan, ülkesini İran dışında çepçevre saran bu işbirliği havasının dışında kalmaktan rahatsız.

Gül’ün 5 Eylül’de Bakü’de yapılacak Türk dünyası zirvesi ardından Erivana’a geçmesi mutlaka bölgedeki dengeleri olumlu yönde değiştirecektir. Ama bir yandan Türkiye’den yakınlık bekleyen Ermenistan’ın, Türkiye’nin en azından toprak bütünlüğünü tanıması asgari şart değil mi? Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ bölgesinde süren işgalin kaldırılmasını önemsiz görmek adına değil, ama Türkiye’den olumlu adım bekleyen, en azından Türkiye’nin sınırlarını kabul ettiğini açıklayamaz mı?

Bu durumu Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de haklı olarak vurguladı törenler sırasında. İlginç olan, Gül’ün Kafkaslardaki üç ülkenin dostluk ve işbirliği atmosferinde artırmak istedikleri refaha ismini vermeden Ermenistan’a da açık olduğunu söylerken, yanıbaşındaki Aliyev’in bunu onaylar görünmesiydi. Azerbaycan’ın özgüveni yalnızca barış içinde artan zenginliğinden değil, Türkiye’nin ne olursa olsun kendi aleyhine bir adım atmayacağı inancından da kaynaklanıyor.

Bu durumda taraflara düşen asgari adımlar var. Her şeyden önce Ermenistan’ın Türkiye’nin sınırlarını tanıdığını açıklaması gerekiyor. Türkiye’nin belki bir TBMM kararıyla Ermenistan’a bir çağrıda bulunması, kapıların bütünüyle kapalı olmadığını, nasıl açılacağını tarif etmesi gerekiyor. ABD yönetiminin de bu süreci teşvik etmesi, çelilşkilerin değil, muhtemel ortak noktaların öne çıkarılmasına yardımcı olması gerekiyor. Geçmişe değil, geleceğe çengel atmanın yolu olumlu bakmaktan geçiyor.

Radikal, 25 Temmuz 2008

Murat Yetkin

26.07.2008


 

Siyasî müsteşar!

Öyle saçma şey olur mu demeyiniz, Türkiye’de olmuştur.

Çok kişi bilir, 5 Şubat 1937 tarihinde Türkiye’de bir anayasa değişikliği yapıldı.

O zamanlar anayasa değişiklikleri çok kolaylıkla yapılabiliyordu, çünkü bunları denetleyecek, gerekirse engelleyecek yüce bir Anayasa Mahkemesi yoktu. Atatürk böyle bir kuruma gerek görmemişti!

(“O görmediyse siz neden gördünüz, ne biçim Atatürkçülük bu?” sorusunu sormayalım da kimse utanmasın.)

Gene çok kişi, bu değişiklikle Cumhuriyet Halk Partisi’nin “umdeleri” olan “altı okun” anayasa metnine geçirildiğini de bilecektir...

Tek partiyle devlet arasındaki çizgiler ortadan kaldırılıyor, ikisi birbirine yapıştırılıyordu... Daha önce, 1936 yılının haziran ayında da, her ilin valisi aynı zamanda tek partinin de il başkanı yapılmış, içişleri bakanı da partinin genel sekreteri olmuştu!

Bu model, Mussolini İtalyası’nın modeliydi.

Mussolini’den bir başka ilham daha alındı:

1937 yılının şubat ayında yapılan anayasa değişikliğiyle, bakanlıklara, bildiğimiz, normal “idari müsteşarın” yanı sıra, birer de “siyasi müsteşar” atandı!

Bu müsteşarlar, bakanlık memurları arasından falan değil, TBMM üyeleri arasından, yani milletvekillerinden oluşturuldu.

Böylece yasama ile yürütme de iyice içiçe geçiyor, partili mebus bakanlığa el koyuyor, orayı doğrudan denetimine alıyordu. (Bakana kartvizit göndermeye, “ricacı” olmaya falan, yani dolambaçlı yollardan nüfuz ticaretine artık gerek kalmıyordu!)

Bu düzenleme öyle “yönetmelikle” falan yapılmadı, resmen anayasaya kondu.

Koyanlar, İsmet İnönü ile Recep Peker.

Rauf Orbay, hatıralarında, “İnönü ile Peker’in İtalya’ya gittiklerini ve oradaki sistemi tetkik ettiklerini” söyler.

Bu arada, TBMM’nin dışında ve üstünde bir “Konsey” de oluşturmak istemişlerdi. (Bu tür adamlar “Konsey” severler... Gran Consiglio del Fascismo Italiano gibi... Milli Güvenlik Konseyi, Basın Konseyi falan gibi...)

(...)

Kıssadan hisse: İsmetçi basın, bunu da yazın.

Sabah, 25 Temmuz 2008

Engin Ardıç

26.07.2008


 

Karadziç ve Türkiye

Savaş suçlusu olarak yıllardır aranan Sırp Radovan Karadziç, ülkesinin başkentinde yakalandı.

İngiliz The Guardian Gazetesi’nin başyazısından hareketle gündeme bakalım.

‘Bazı tarihsel olaylar tesadüfi değildir ve Radovan Karadziç’in yakalanmasının zamanlaması da bunlardan biri’ diye yorumlamış gazete. (23 Temmuz 2008)

Şundan kuşku duymuyorum. Sırbistan yönetimi Karadziç’in nerede olduğunu, hangi kimlikle dolaştığını biliyordu. İster yönetimin belli bir kanadı korumuş olsun, isterse pazarlık unsuru olarak bir kenarda tutulsun, fark etmez. Radovan Karadziç, Sırplar’ın ‘sistem’le pazarlık masasına oturduğu kritik bir anda ‘yakalanmıştır’. Kuvvetle muhtemel yakalanması istenen diğer önemli isim Ratko Mladiç de, bir yerlerde teslim edileceği günü bekliyor.

Belgrad’ta kısa bir süre önce iktidar denklemi değişti. Batı’ya daha yakın olarak tanımlanan yeni hükümet, Avrupa Birliği üzerinden başlayan ‘Karadziç’i teslim et’ baskısına kısa bir zamanda karşılık verdi. Başka bir deyişle, önemli savaş suçlularının yakalanmasını ‘üyelik şartı’ olarak masaya süren AB, bu hamlesinin sonuçlarını almaya başladı. Şimdi Sırbistan içinde bir dönemin güçlü isimleri, özellikle de güvenlik bürokrasisinde yer alan yöneticiler hızla tasfiye ediliyor. Savaşın güçlü ve acımasız isimleri, yerlerini ‘güvercin’lere bırakıyor.

Milyonlarca insanın acımasızca katledildiği yılların ardından, AB’nin bu hamlesi ‘yumuşak gücün zaferi’ olarak görülebilir mi? Buna verilecek cevaplar, masum insanları geri getirmeyecek. Ancak sürecin nasıl geliştiğini dikkatle ve tekrar gözden geçirmenin yararlı olduğunu söyleyebiliriz.

Sırbistan Devlet Başkanı Boris Tadiç, şu anda gerek ABD’den, gerekse AB’den gelen övgüleri kabul etmekle meşgul. Ancak önünde zor bir hamle var. Çünkü yakalanması istenen diğer isim Mladiç’in, Sırp askeri üslerinde saklandığına dair iddialar her gün biraz daha artıyor.

Başkan Tadiç, arkasına aldığı NATO ve AB desteğiyle bu çatışmayı göze alabilecek mi? AB’nin önüne koyduğu ekonomik avantajlar ve ‘üyelik’ kartı, savaş döneminin güçlü isimlerini tasfiye etmesine yetecek mi? Başka bir ifadeyle, Mladiç’i sığındığı askeri üslerden çıkarıp Lahey’e teslim edebilecek mi? Zira, Miloseviç’i teslim eden Başbakan Zoran Cinciç’in suikasta uğraması, hafızalarda çok taze.

Peki Karadziç’in yakalanmasıyla başlayan tartışmalar neden bu kadar önemli?

Çünkü bir ülke siyasetinin nasıl ve hangi yollarla değiştirileceği konusu, Türkiye’nin de dahil olduğu pek çok ülkeyi yakından

ilgilendiriyor. Sırbistan ve daha genel anlamda eski Yugoslavya, bu türden dönüşümlerin zaman zaman en sert yöntemlerle gerçekleştiği ülkeler.

‘Karadziç’in sonu Sudan lideri Ömer El Beşir’e de ders olsun’ mesajı veren pek çok yazı okudum dünden bu yana. Bosna’daki savaşı sona erdiren Dayton Anlaşması’nın mimarı Richard Holbrooke da Ömer El Beşir’e mesaj yollayanlardan.

Tüm bunları sadece şu son birkaç cümle için yazdım diyebilirim.

Kuşku yok ki her ülkenin kendi serüveninin özgün yanları var. Bunları karşılaştırmak bizi yanlış değerlendirmelere götürebilir.

Olup bitenin seyri, kullanılan araçların farklılığı Türkiye’yi elbette başka bir yerde görmemizi haklı kılıyor.

Ama ne olur Sırbistan’da olup biteni okurken, zihninizde bazı karşılaştırmaların, benzerliklerin şekillenmediğini söylemeyin. Kendi payıma ben buna engel olamıyorum.

Yazının başlığı da bunu ifade ediyor zaten.

Star, 25 Temmuz 2008

Nasuhi Güngör

26.07.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün haberler

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır