"Gerçekten" haber verir 09 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Rektörler ve generaller

İstifa eden bir tek öğretim üyesi bile yok. “Rektör atamalarını protesto etmek için bazı öğretim üyeleri ve dekanlar istifa etti” haberlerinin zihninizde uyandıracağı istifhamlar doğru değil. Kimse öğretim üyeliğinden istifa etmiyor. İstifalar idarî görevlerde oluyor.

Giden rektör, öğretim üyesini alıp rektör yardımcılığı, dekanlık gibi idarî görevlere atamış. Yani, çiftliğinde kendi ekibini kurmuş. Derebeylik düzeninde bütün kadroların, tek kişiye bağlı olması gibi. Şimdi, artık sürdüremeyeceklerini düşündükleri idarî görevlerini bırakıyorlar, biraz da gürültü çıkartarak öğretim üyeliğine geri dönüyorlar. Kısaca her rektör değişiminde yaşanan istifalar bunlar.

Üniversitelerde rektör değişimleri, henüz çiçeği burnundaki araştırma görevlisinden çay servisi yapan odacısına kadar herkesi etkiler. Nasıl etkilemesin? O üniversite çatısı altında akademik veya idarî personel kimliği taşıyan herkesin kaderi rektörün iki dudağının arasındadır.

Bu kadar büyük bir gücü kaybetmek de, kazanmak da çok önemli olmalı. Tamamı kişisel güç oyunları. Yaklaşan rektörlük seçimleri öncesinde sertleşen ve hükümetle meydan savaşlarına giren rektörler sahip oldukları gücü sürdürmenin peşindeydiler. Aslında çok kaba bir kendini emniyete alma hesabı. “Cumhurbaşkanı ve hükümetle kendimi kutuplaştırırsam, bana sahip çıkacak birileri olur.” Güya YÖK ve Cumhurbaşkanı, kendileriyle ilgili bir meşruiyet tartışmasına yol açmamak için, “başörtüsü yasağını tavizsiz uygulayan ve AK Parti ile sert polemiklere giren” rektörlere dokunmayacaklardı. Böylece “Cumhuriyet değerleri” onların koltuklarını da korumuş olacaktı. Başörtüsü yasağı üzerinden dokunulmazlık kazanılacaktı.

Rektörlük atama sistemi, genel olarak en çok oyu alanın atanmasının ne kadar yanlış olduğunu gösteriyor. Çünkü en çok oyu alan kişi, ona oy vermeyenlerin de can düşmanı oluyor. Geriye kalanları, bütün yetkileri fani şahsında toplayan rektöre karşı koruyacak hiçbir mekanizma yok. Bu yüzden atanan rektörlerin ne kadar uzlaşmacı ve hukuka bağlı oldukları çok önemli. Genel bir kanı olarak hükümetle sert siyasî polemiklere giren ve varlığına siyasî bir gerekçe bulan rektörlerin, azınlıkta kalanlara karşı da siyasî taraf olacağını, kısaca adil ve tarafsız bir yönetim kuramayacağını kabul etmek gerekir. İşte bu yüzden, gerekçesi ne olursa olsun sert siyasî-ideolojik söylemlerle üniversiteyi siyasetin içine sokan rektörlerin atanmaması çok doğru bir karar.

Üniversite siyasetin dışında kalmalı. Siyasî bir üslup tutturan öğretim üyeleri, idarî görevlerden uzak tutulmalı. Siyasetin egemen olduğu yerde bilim üretilmez, öğrenci yetiştirilmez. Bunun için rektör atama sistemi başta olmak üzere üniversite düzeni, salt bilimsel icaplara ve eğitimin çağdaş gereklerine uygun olarak esaslı bir reformdan geçirilmeli.

Okulda durum böyle. Ya kışlada?

Askeri yoran, yıpratan ve aslî görevini gölgeleyen siyaseti kışladan sürüp çıkarmak, orduyu siyasî tartışma konusu olmaktan kurtarmak için katetmemiz gereken çok uzun bir mesafe var. Genelkurmay, neredeyse yayımladığı her basın açıklamasında TSK’ya yönelik “sistematik saldırılar”dan şikâyet ediyor. Peki bu siyasî tartışmalardan bazılarına, usulde yapılacak küçük bir değişiklikle kestirmeden son vermek mümkün değil mi?

Emekliye ayrılmak üzere olan Yaşar Büyükanıt’a koruma amaçlı alınan zırhlı aracın yol açtığı tartışma iyi bir misal. Genelkurmay Başkanlığı bu konuda bir basın açıklaması yapıyor ve çok kişisel ve duygusal bir dil ile savunmaya geçiyor. Açıklamada yer alan bu araç için “gümrük vergisi ödenmediği” ayrıntısı, “ucuza geldi” anlamındaysa üzerinde özenle durulmalı.

Sorun şurada: Bu açıklamayı neden Genelkurmay Başkanlığı yapıyor? Konu bir siyasî polemik konusu olduğuna göre, savunmanın siyasî otorite tarafından yapılması gerekmez mi?

Genelkurmay açıklamasında yer alan “hazin bir iftira”, “talihsiz bir değerlendirme” ve “mesnetsiz olduğu kadar ibret teşkil etme özelliği” olan sözler gibi ibarelerin yer almadığı, salt hukuk ve devlet sorumluluğu ve ciddiyetinin yansıtıldığı ve aynı bilgilerin yer aldığı bir açıklamayı doğrudan Millî Savunma Bakanlığı Basın Sözcülüğü yapmış olsaydı, TSK, Genelkurmay’ın söz ettiği saldırılara karşı daha fazla korunmuş olmayacak mıydı?

Hem okul, hem de kışla üzerindeki siyasî gölgelerin büyük kısmı usulden kaynaklanmıyor mu?

Zaman, 8 Ağustos 2008

Mümtazer Türköne

09.08.2008


 

Rektör atamaları

Aslında bu iş ne Sezer’le başladı, ne de Gül’le... Olayı taa, Atatürk döneminde yapılan ve Darülfünun Reformu diye adlandırılan büyük kıyıma kadar götürmek mümkün. Hani şu yüzlerce değerli bilim adamının “saltanatçı, hilafetçi” gibi yaftalarla bir kalemde harcandığı günlere...

Böyle kötü bir gelenekten geliyoruz biz ve bu kötü gelenek katlanarak, özellikle 27 Mayıs’tan sonra iyice azıtarak sürüp geliyor.

Ondan sonra gelen her darbe; 12 Mart, 12 Eylül, üniversitelerde yeni yeni kıyım dalgaları yaratırken, üniversitelerin de aşırı politizasyonuna ve kendi içlerinde otoriterleşmesine yol açıyor. Hemen her dönemde, tıpkı siyasette olduğu gibi, üniversitelerde de devr-i sabık’lar yaratılıyor. Özetle, siyasetçiler üniversiteyi rahat bırakmıyor; üniversiteler de siyaseti...

Sonuçta bugün, karşılıklı etki tepki ilişkisi içinde, siyasetçilerin davranışlarının mı üniversite yönetimlerini aşırı politize ettiğini, yoksa üniversite yönetimlerinin aşırı politizasyonunun mu siyasetçilerin ellerini üniversitelerin içine sokmasına yol açtığını değerlendirmenin zor olduğu bir noktadayız.

Ama en azından şunu söyleyebiliriz ki, özellikle 28 Şubat’tan sonraki dönemde üniversite yönetimleri ülke çapındaki malum saflaşmada en militan rolü oynayan taraf oldular. Üniversiteleri, Türkiye’nin yaşadığı büyük değişimin sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik dinamiklerini tahlil etmek üzere harekete geçireceklerine; kavganın ve kutuplaşmanın yerini tartışmanın ve anlama çabasının alması için bilimi toplumun hizmetine vereceklerine; bizzat kendileri kutuplaşmanın en uç noktasında yer aldılar; en fanatik taraf oldular.

Bu öylesine bir taraf oluş idi ki, sonuçta bazı önemli rektörlerin isimleri Ergenekon Davası’nın iddianamesine kadar girebildi. Cumhuriyetin bekçiliğine soyunarak, laikliğin elden gittiği korkusu pompalayarak, darbe savunuculuğundan ara rejim şakşakçılığına kadar bütün antidemokratik projelerin yanında ve hatta en ön safında yer aldılar.

Dışa karşı bunu yaparken, kendi içlerinde de otoriterleştiler; üniversiteyi tek çeşit fikrin egemen olduğu tek sesli kurumlar haline getirmeye çalıştılar.

Üniversitenin böylesine militan bir politik mihrak haline gelmesi siyasetçiler açısından müdahaleyi de kaçınılmaz hale getirdi.

Nitekim Gül de bunu yaptı; aşırı politikleşmiş kimi aktörlere karşı politik bir tutum aldı. Peki bu durum ilelebet böyle mi gidecek; yoksa kısır döngüyü kırmanın bir yolu var mı? Geçenlerde Sabancı Üniversitesi Rektörü Tosun Terzioğlu bir röportajında söylüyordu ve benim de çok aklıma yattı. Eğer doğru dürüst bir işleyen bir sistem olsa, üniversitelere rektör bile gerekmez, dedi...

Böyle bir noktaya kolay kolay gelebileceğimizi sanmıyorum. Ama hiç değilse, rektör tayinlerini hükümet kuruluyormuş gibi heyecanla takip etmekten kurtulmamız için, üniversite yönetimlerinin günlük politikanın en göbeğinde aktif militanlar olarak yer almaktan sakınması gerekiyor.

Aslında bu onların özerkliğinin de güvencesi olacak. Aynı şey, ordu açısından da geçerli elbette. Kurumlar kendi alanlarına çekildiğinde bizim de, siyasetçilerin de ilgi odağı olmaktan çıkacaklar. Demokratik rejim rayına girdiğinde, ne YAŞ’taki terfi ve tayinler ilgimizi çekecek artık, ne de rektör atamaları...

Bütün bu yazdıklarımdan üniversiteler apolitik olsun, üniversite öğretim üyeleri politikayla ilgilenmesin, diye bir sonuç çıkarılmasın sakın.

Üniversitedeki bilim insanlarımızın siyasetle yakından ilgilenmelerine, siyasete düşünsel katkılar yapmalarına, araştırmaları ve fikirleriyle siyasi vizyonumuzu zenginleştirmelerine her zaman ihtiyacımız olacak.

Ama tehlikeli bir siyasi kamplaşma içinde, fanatik takım taraftarları gibi fanatikçe yer almalarına değil...

Bugün, 8 Ağustos 2008

Gülay Göktürk

09.08.2008


 

Bam teline basıldı

Aydınlar, hele hele solcu geçinen aydınlar tarafından ezan, “sivri kulelere çıkan adamların şarkı söylemesi” şeklinde algılanır...

Aydınlar kiralık ev tutacakları ya da ev satın alacakları zaman, bunun “camiden uzak” olmasına da özen gösterirler.

Kimisi beş vakit ezan dinlemekten hoşlanmadığını gizler, ele güne karşı içinde saklar, kimisi de “bu böğürtüler yasaklansın, kulaklarımı tırmalıyor” yazmaktan bile utanmaz.

Fakat sorarsanız solcudur ve devrim istemektedir. Halkçıdır yani!

Kemalistler için de ezan, “cahil halk Arapça anlamayacağı için Türkçe söylenmesi gereken” kaçınılmaz bir olgudur. Bunu zorla sağlayıp “dinde reform yaptıklarını” falan da sanmışlardır bir dönem.

Ezanın Arapça okunmasını gericilik sayanlarla düpedüz varlığını bile gericilik sayanlar ister istemez aynı noktada buluşurlar: Halktan kopukluk.

Bu arada kimisi de “modernliğe” özenir ve ortaya “tek merkezden düzenlensin, güzel sesli birine okutulsun da o kayıt yayınlansın” falan gibi teklifler atar...(....)

Bu mesele, Sezen Aksu’nun İzmir’de konser verirken ezan duyunca şarkısını kesip ve fakat müezzinin sesini de beğenmemesiyle, Mehmet Barlas’ın da tutup bunu yazmasıyla, top gibi patladı.

Bir zamanlar “ezan sesini duyunca nutkunu yarıda kesen” Adnan Menderes’e etmedikleri küfür kalmamış aydınlar da böylece, kendileri için hiç de mesele olmayan bir konuya halkın ne kadar önem verdiğini belki gördüler.

Sezen Aksu kötü dediyse, bir ses kötüdür. Bunun tartışılacak yanı yoktur. Ondan iyi mi bileceksiniz?

İlk iş olarak “hoparlörleri” kaldıracaksınız, cızırtı bitecek, hemen ardından da Kuran hafızı yetiştirir gibi, sesi ve kulağı olan müezzin yetiştirmeye ağırlık vereceksiniz!

Zamanla ezan okuma düzelecek, memleket göklerinden köylü “kakofonisi” silinip ortalığı bir “Osmanlı dinginliği” kaplayacak... Bu da, “Müslüman’ın iç huzuruna” ulaşmaya katkıda bulunacak.

Kolay mı? Zor, çok zor. Bu kara kalabalıkla, gürültüden rahatsız olmak şöyle dursun, gürültüyü seven bir halkla, çok zor.

Fakat başka çıkar yolu da yok.

Böyle dedim, bir yandan da korkuyorum: Bu yazıyı yazmaya beş kere karar verdim, dört kere vazgeçtim. Gene itin köpeğin ağzına düşer miyiz, bize “hükümete yağ çekiyor” diye saldırırlar mı, diye...

Ama bu adamlara bir lafım var:

Hani bir sol parti, yeni bir sol parti kuracaksınız da AKP’yi silip süpüreceksiniz, yüzde kırk oy alacaksınız falan filan ya...

İşe, “ezan okunmasının ıslahı” ucundan tutarak başlayınız, bakın toplumda nasıl bir hareket yaratırsınız... Halkınızla barışmanızın ilk adımı bu olsun.

Ama hâlâ “gerici imamla hain toprak ağası bir olup devrimci öğretmeni yediler” düzeyinde otluyorsanız, ömrünüz, az satışlı gazetelerde düşük maaşa köpükler saçmakla geçer!

Sabah, 8 Ağustos 2008

Engin Ardıç

09.08.2008


 

Selimiye Kışlası’nı PKK mı ıskaladı?

Dün, Karacaahmet Mezarlığı’ndan atılan dört havan mermisiyle ilgili haberi ilk duyduğumda aklıma neden Güngören’deki o feci bombalı saldırı geldi? Üsküdar Belediyesi’nin ek hizmet binası önünde patlayan, mezarlık içinden ateşlendiği ortaya çıkan, hedefin Selimiye Kışlası, yani 1. Ordu Komutanlığı olduğu ifade edilen saldırı da Güngören’deki gibi farklı kuşkuları akla getiriyor.

1. Ordu Komutanı Org. İsmail Koçman, “Kara Kuvvetleri Denetleme Başkanlığı da yaptım. Çok havan topu attırdım. O sesi de duydum. Parçaları da bulduk” sözleriyle havan saldırısına işaret etti. Mermilerin düştüğü yer ile kışla arasında beş yüz metrelik bir mesafe var. Kışlanın o bölgesinde her sabah ictima olduğu söyleniyor. Ya havan topları 120 milimetrelik olup askerlerin toplandığı anda ateşlenseydi? Nasıl bir facia yaşanırdı Selimiye Kışlası’nda?

Saldırıyı yapanlar elbette hedefi ıskalamıyorlar. Ama vurmuyorlar da. Bu neyin işareti olabilir? Bunu, “PKK yaptı” diyerek kapatmak kimi ikna eder?

Güngören’deki patlama üzerine de benzer kuşkuları dile getirmiştik. PKK saldırısı açıklamaları pek ikna edici olmamıştı. Hâlâ da olduğu kanaatinde değilim. Patlamadan hemen sonraki sabah Hürriyet gazetesinin başlığı “PKK” idi. CHP de ısrarla PKK diyordu. PKK ise üste dört ayrı açıklama yapıp saldırıyı reddetti. İstanbul Valisi ısrarlı sorulara rağmen PKK demekten kaçındı.

İçişleri Bakanı Beşir Atalay, “Olay bütün boyutlarıyla aydınlatılmıştır. Kesin tespitler ve güçlü delillerle tereddüde yer bırakılmayacak şekilde olay aydınlatılmış ve faillerin büyük bölümü yakalanmıştır. Yardım eden, yataklık yapan, fiilen eyleme katılanlar yakalanmıştır” diyerek beklenen açıklamayı yaptı. Sonuç, isim telaffuz edilmese de PKK’ydı. Ancak nedense, bu açıklamadan sonra bile “kim yaptı” tartışması devam etti. Yakalananların örgüt üyeliğinden tutuklandığı söylendi.

Buraya kadarki gelişmeler değil sorgulanması gereken. “Kim yaptı” sorusunun dışında, PKK yaptıysa eğer, “Kim PKK üzerinden bunu yaptı” sorusunun da sorulması gerekmiyor muydu? Bir olayı çözecekseniz, cevabı bulunması gereken asıl soru ikincisidir. Birincisini tespit etmek o kadar da zor değil. Ama ikinci sorunun cevabı kolay kolay bulunmuyor. Bizim de sorguladığımız, kuşkularımızı artıran şey bu zaten.

Aynı soruyu yine soracağız. Karacaahmet Mezarlığı’ndan havan toplarını kim ateşledi? Birkaç güne kadar bulunacaktır. İsimler, örgütler tespit edilecektir. Ama “söz konusu örgüt üzerinden bu saldırıyı kim yaptı” sorusunun cevabını bulmak kolay olmayacaktır. Çünkü bu cevabı bulmak için güvenlik soruşturmaları yetmiyor. Başka sorular da sormak gerekiyor. Bulunsa da gizlenecektir zaten.(...)

Bugünler önemli. Her şeyle karşılaşabiliriz. Türkiye içinde yaşananlar da, dışında/çevresinde yaşananlar da çok önemli. Hem içeride hem de dışarıda çok şey olabilir. Bugün Selimiye Kışlası’na işaret eden sembolik havan saldırısı yarın aynı şehirde, İstanbul’da Stinger füzeli saldırıya dönüşürse o zaman da şu örgüt bu örgüt diyecek misiniz? Dersiniz de siz… Hangi örgütün hangi güçlerle nasıl ilişkiler içinde olduğunu sokaktaki çocuklar bile öğrendi ama onlar hâlâ eski zırvaları tekrarlıyorlar.

Kuzey Irak’tan bu ülkenin birçok bölgesine kaç sefer silah sevkiyatı yapıldı? Plastik patlayıcılar getirildi? Nerelerde saklanıyor bunlar? Yıllarca yazdık. Nerede patlayacak diye sorular sorduk, endişelerimizi dile getirdik. Kimse tınlamadı? “Bir kente Stinger füzeleri neden getirilir” diye sorduk. Kimse duymadı.

Bunları sorgulamıyorsanız ya kasten yapıyorsunuz ya da hiçbir şeyden anlamıyorsunuz demektir. O zaman oralardan ahkam kesmeyin, ukalalık yapmayın.

Birinci Ordu Komutanlığı’na kim, neden havanlı uyarı yapar? Son günlerde emniyet müdürlüklerine neden roket saldırıları olur? Güngören’de hiçbir siyasal cephenin mensubu olmayan insanlar neden böyle vahşice öldürülür? Hangi örgüt kimlerin verdiği ihaleleri alır? Bu ihaleleri dağıtanların içerideki ve dışarıdaki adresleri nelerdir? İçeride merkez güçler arasındaki güç mücadelesiyle yakın çevremizdeki bölgesel değişim sancısı kimler arasında ne tür ittifakların kurulmasına zemin hazırlıyor?

Önümüzdeki iki hafta içinde bütün Türkiye’yi sarsacak bir olay, (Allah göstermesin) yaşanırsa şimdiden cevabınızı hazırlayın derim.

Ben hâlâ o silahların nerede kullanılabileceğini sorguluyorum.

Yeni Şafak, 8 Ağustos 2008

İbrahim Karagül

09.08.2008


 

Yolsuzluk, yoksulluk, darbe

Yazık! 18-21 Ağustos arasında İstanbul’da yapılacak Türkiye-Afrika Zirvesi’ne Moritanya Devlet Başkanı Sidi Muhammed Uld Şeyh Abdallahi katılamayacak. Başbakan Yahya Uld Ahmet Vakıf da. İkisi de askeri darbeyle devrildiler. Hem de BM bünyesindeki Uluslararası Araştırmalar Merkezi Binyıl Projesi’nin “Dünyanın istikrarsızlık ve şiddet patlamasıyla karşı karşıya bulunduğu” uyarısı yapılan raporunu açıkladığı gün. Oysa asker-sivil diktatörlerin, kendilerini ömür boyu başkan ilan edenlerin hüküm sürdüğü Afrika’da, Moritanya demokrasiye geçişin umut veren bir örneği olarak gösteriliyordu.

Türk basını bir-iki sütunluk haberlerle geçiştirdiği için önceki gün meydana gelen darbenin nedenlerini kısaca hatırlatalım:

Darbeden karşı darbeye

Moritanya silahlı kuvvetleri yolsuzlukları ayyuka çıkmış olan Devlet Başkanı Maviya Uld Sid Ahmet Taya’yı (O da 1984’te darbeyle iktidara gelmişti) 2005 Ağustos’unda emir-komuta zinciri içinde devirdi ve zorunlu reformları yaptıktan sonra en geç iki yıl içinde seçimle iktidarı sivillere devredeceğini taahhüt etti. Sözünü tuttu: 2007 Mayıs’ında yapılan seçimde, “Demokrasiyi derinleştirerek hukuk devletini güçlendirme” ve “Yoksullukla mücadele” sözü veren Sidi Muhammed Uld Şeyh Abdallahi 5 yıllık dönem için ve Moritanya’nın ilk sivil devlet başkanı olarak yönetime geldi. Buraya kadar gayet güzel.

İktidarının ilk yılında siyasal çoğulculuğu ve basın özgürlüğünü genişleterek umut rüzgârları estiren Abdallahi için sorunlar üç ay kadar önce başladı: Halk satın alma gücünün azalmasını, temel besin maddeleri fiyatlarının artmasını protesto için sokağa döküldü. Gösteriler bir ara denetimden çıkıp isyana dönüştü. Pahalılık ve yoksulluğun kaçınılmaz sonucu olarak adi suçlar tam anlamıyla patladı. Sonuç: Başbakan Zeyn Uld Zeydan tüm bakanlarıyla birlikte istifa etti. Yerine Yahya Uld Ahmet Vakıf atandı. Yeni Başbakan “Açılım” adına kabinesine 2005 darbesinde devrilen Taya’ya yakın isimleri de aldı. Bu da ordunun tepesinde yer almakta devam eden darbeci komutanların hiç hoşuna gitmedi ve gelişmeler hızlanıverdi: 49 milletvekili ve senatör üç gün önce topluca iktidar partisinden istifa etti. Bu olayın ardında askerlerin bulunduğunu düşünen Abdallahi misilleme olarak başta genelkurmay başkanı olmak üzere üst kademeyi tümüyle görevden aldı. Ve... Emrini uygulatmaya vakit bulamadan, görevden aldığı komutanlarca devriliverdi. Peki, Abdallahi’yi oylarıyla Devlet Başkanı seçen halkın bu darbeye tepkisi ne oldu? Omuz silkip geçti. Bu ilgisizliğin nedeni basit: Abdallahi iktidara geldiğinde Moritanya’da nüfusun yüzde 40’ı yoksulluk sınırının altında yaşıyordu. Bugün bu oran yüzde 50’ye dayandı. İşsizlik aynı şekilde.

Bir umudun çürümesi

Elbette bu tablo büyük ölçüde Afrika’yı kasıp kavuran beslenme krizinden kaynaklanıyor. Ama Afrika’yı kemiren bir başka illetin de payı var: Rüşvet ve yolsuzluk. Abdallahi ve yakın çevresi hakkında kamu kaynaklarını çalmaktan yoksulluğu azaltma programı çerçevesinde uluslararası kuruluşların gönderdiği yardımları özel hesaplarına geçirmeye kadar bir yığın iddia sıralanıyor. Hatta eşi bile suçlanıyor: Yoksullar için kurulan bir vakfın başına geçen “First Lady”, toplanan bağışları cebine atmış! Abdallahi bir ara bu iddiaların üstüne gitmek isteyen parlamentoyu feshetmeye kalktı!

Değişmez kural: Nerede yoksulluk varsa, orada yolsuzluk da vardır. Yoksulluğu yenmenin yolu yolsuzluk bataklığını kurutmaktan geçer.

Moritanya’da üç yıl sonra yeniden yönetimi devralan askerler en geç 2-3 ay içinde demokrasiye döneceklerini vaat ediyorlar. Umarız.

Ama böyle bir gelişme bile Uluslararası Araştırmalar Merkezi Binyıl Projesi’nin 2008 raporundaki tahminleri etkilemeyecek: Önümüzdeki 10 yılda 46 ülkede silahlı çatışma, 56 ülkede ise siyasal istikrarsızlık patlak verecek. Nedeni malum: Açlık, susuzluk, çölleşme, küresel ısınma...

“Beslenme hakkı” en temel insan hakları, rüşvet ve yolsuzluk da “İnsanlığa karşı işlenen suçlar” arasına alınmazsa, dünyayı çok ama çok kötü bir 10 yıl bekliyor.

Sabah, 8 Ağustos 2008

Erdal Şafak

09.08.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün haberler

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır