"Gerçekten" haber verir 17 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

“İLÂHî İKAZ”IN 9. YILI : Bir küçük kıyamet serüveni

Bundan on sene önce Yeni Asya’da, Barla tesislerimizin açılış merasimine dâvet ilânlarını görünce, o merasimde bulunmanın bize—tâbiri caizse—vâcib olduğunu düşünerek, gitme kararı aldık. Çünkü; tesislerimizin yapılacağı arsanın yer tesbitinde biz de bulunmuştuk.

Açılış, 1999 yılının 15 Ağustos’unda yapılacaktı. Onun için; biz Bursa’dan, ağabeyimler Yalova’dan ailece Ankara’ya gelip, Ömer Tuncay Ağabeylerle buluşup, Barla’ya gittik. Açılış merasimi bittikten sonra, dönüş için hazırlanırken, aklımıza Antalya’ya gitmek fikri geldi. Hani oraya kadar gitmişken iki saatlik bir mesafede olan Antalya’ya gidersek, çocuklar da görmüş olurlar dedik. Önce teklifim kabul edildi, fakat sonradan vazgeçildi. Artık Bursa ve Yalova’ya dönüş için hareket ettik. O gece Afyon’da kalıp, 16 Ağustos Pazartesi günü yola çıkarak akşam üzeri Bursa’ya geldik ve o gece bizim evde kalmamızı söyledim. Bütün ısrarlarıma rağmen, ağabeyim, Ömer Ağabeyleri de alarak Yalova’ya gittiler. Biz de evimize çıktık. Namazlarımızı kılıp yattık, çok yorgunduk da.

Gecenin en kesif olduğu anda, birden dehşetli bir gürültü ve karyolamızın şiddetle sallanması ile uyandık. Aman Allah’ım, neydi o? “Allah-u Ekber!” diyerek nida edip yataktan fırladık. Bir duraklama oldu, o anda elektrikler kesildi ve tekrar sallanmaya başladık, odanın duvarına yaslandık ve çaresizce beklemeye başladık. Belki de dünyada gördüğümüz son manzara bunlar olacaktı, ama merhamet sahibi Rabbimiz bizleri muhafaza eyledi. Biraz sonra kesildi, ama bayağı da uzun sürmüştü, neredeyse bir dakikaya yakın. Daha önce de depremler görmüştük, fakat bu onlara benzemiyordu. Gecenin o zifirî karanlığında, çığlıklar, feryatlar, ağlama sesleri birbirine karışmış, insanlar çok korkmuştu. Yan odada yatan çocuklar ise, hissetmemişler herhalde, yol yorgunluğundan dolayı uyuyorlardı. Telâşeyle onları da uyandırdık ve apar topar hemen aşağıya inip, arabaya bindik, emniyetli bir yere geçip beklemeye başladık. Arabanın radyosunu da açıp, dinlemeye başladık. En çabuk haber vereceğini tahmin ettiğimiz bir radyoyu açtık, türküler çalıyordu. Saat 03.25 civarında birden yayını keserek “Sayın dinleyiciler, şimdi aldığımız bir habere göre, saat 03.02 civarında merkez üssü İstanbul tahmin edilen, 7.8 (resmî açıklamada daha sonra 7.4 olarak söylendi) şiddetinde bir deprem olmuştur” diyerek anons geçtiler. Artık devamlı haber veriliyordu. İnsanlar hep dışarıdaydı, kimse evine giremiyordu. Nerede ve nasıl oldu şaşkınlığını yaşıyordu herkes.

Bir müddet sonra çimenlerin üzerine oturduk, komşularla sohbete daldık. Sohbet döndü dolaştı, yapılan ahlâksızlık, azgınlıkların neticesinde bunların başımıza geldiği söylenerek, bunun Allah tarafından bize bir uyarı, bir İlâhî ikaz olduğu söylendi. (Tabiî halk nazarında söylenen bu söz, millet adına bir nev'î tercümanlık yapıp Mehmet Kutlular Ağabey tarafından dile getirilince, suç olup hapiste yatmasına sebep olmuştu). Sabah ezanları okunmaya başlayınca bir baktım, hemen hemen herkes camiye yöneldi. Neredeyse camide yer kalmamıştı. Aynı bayram namazları gibi. Halbuki sâir vakitlerde bir saf ya doluyor, ya dolmuyordu.

Neyse sabah oldu. Tabiî biz işe gittik, çocuklar korkarak da olsa eve girip, çıkıyorlardı. Bir ara hanım telefon etti, üzüntülü bir sesle “TV söyledi şimdi, Yalova yıkılmış” dedi, “Eyvah” dedim. Ağabeyim ve Ömer Ağabeyler geldi aklıma... Telefonlar cevap vermiyordu. O zaman cep telefonları da pek yaygın değildi, ama ağabeyimin vardı, onu da aradık ulaşılamıyordu. Hemen iş yerine haber edip, çoluk-çocuk arabaya bindik ve Yalova’ya yöneldik. Tabiî, daha önce birkaç deprem tecrübemizden dolayı en acil şeyin ekmek ve su olduğunu bildiğimden, elimize geçen bütün kapları doldurduk, yoldaki bir fırından da 30-40 tane ekmek alıp, yola koyulduk.

Aman Allah’ım! Yoldaki araba çokluğunu hâlâ unutamıyorum, İstanbul’un kalabalık trafiği gibi. Ege ve Marmara’nın güney batısı adeta buraya akıyordu. Trafik adım adım ilerlerken Orhangazi kavşağına gelince polis, trafiği İznik yoluna doğru çevirdi. Sebebini sorduğumuzda ise, Süpürgelik mevkiinde yolun çöktüğünü söylediler. Mecburen girdik, ilerden Boyalıca Köyü yakınlarından İzmit’e bağlantı yolu vardı, o taraftan Yalova’ya sevk edeceklerdi, ama yol çok uzamıştı, trafik de çok yavaş seyrediyordu. O ara ikindi namazının vakti girdi, yol üzerinde küçük bir mescidde namazımızı kıldık, çok da sıkılmaya başlamıştık. Zaten Yalova’dakileri merak edip, üzülüyorduk. Bir müddet sonra trafiği tekrar tersine döndürüp, yine Orhangazi üzerinden müsaade ettiler. Aksa Fabrikasından gaz sızıntısı olduğundan, tekrar yolu ana güzergâha döndürmüşler. Neyse oradan da geçerek, çöken yolun yanından açılan servis yolunu kullanıp, hayatımda hiç görmediğim bir sıkıntılı yolculuğa devam ettik. Yalova’ya yaklaştıkça da sıkıntı ve heyecan iyice artıyordu. “Acaba durumlar nasıl, bizimkiler ne âlemde?” diyorduk. Akşam da olmak üzereydi. Yalova’ya girdiğimizde baktık, bir saatlik yolu altı saatte gelebilmiştik.

Şehrin dışından içeri doğru ilerlerken manzara dehşetengizdi. Hani o savaş sonrası şehirler olur ya, onun gibi, adeta toz duman, yanık kokusu birbirine karışmıştı. Binalar yıkılmıştı. Daha önceki gördüğümüz depremlerden çok farklı durum vardı ortada. Hemen aceleyle ağabeyimin evinin sokağına girdik, durum tam bir dehşetti. Sokağın iki başındaki apartmanlar göçmüştü. Akşam da olduğundan her taraf karanlıktı, elektrikler kesikti. İnsanlar sokaklarda perişan vaziyetteydi. Her taraf toz-duman, kan-barut misaliydi. Hiçbir evde hayat emaresi yoktu. Ağabeyimin evi sağlamdı şükür, ama kimse yoktu. Karanlıkta bir-iki bağırdım, sesime karşılık alamadım. Orada gördüklerime sordum: “İsmail Zengin’i tanıyor musunuz, hani Köy Hizmetleri İl Müdürünü?” “Kardeşim kimseyi bulamazsınız, her tarafa dağıldılar” dediler. Artık çaresiz kalmıştık, getirdiğimiz su ve ekmekleri insanlara dağıttık, sevindiler “Allah razı olsun!” dediler. Daha sonra çaresizlikten yapacağımız bir şey kalmadığından, evin yanına bir kere daha gidip baktık ve artık Bursa’ya dönmeye karar verdik. Tabiî bu arada bize teselli veren şey de evin sağlam olmasıydı. Oradaki insanlar yıkılan apartmanı göstererek, “Bunların altında hep ceset var” dediler.

Bursa’ya geç saatlerde gelebildik. Komşular dışarıda çimenlerde yatıyorlardı. Biz de yanlarına geldik, durumları bilmediklerinden merak ediyorlardı. Maceramızı anlattım. Ertesi sabah tekrar işe gittim. Tabiî, biz de devlet yetkilisi olarak âfet koordinasyonuna dahil olduk. Bir ara telefon çaldı, baktım yine bizim hanım, “Ağabeyim aradı, bize ulaşamamış komşuya söylemiş, iyilermiş Allah’a şükür. Termal girişinde ağaçların altındalarmış” dedi. Elhamdülillah, sevinmiştim. Tekrar çocukları aldım, yine ekmek, su v.s. alıp yola çıktık. Fazla sıkıntı çekmeden gittik ve bulduk. Yerlerde bir çok insan yatıyordu. “Kuştüyü yatağı beğenmeyen insanlar, şimdi aslî yatağı olan toprakta yatıyorlar” dedim. Neyse, baktım herhangi bir şey var mı diye, sorduk. Ağabeyimin üzerine gardırop devrilmiş, biraz yaralıydı. Ayakları ve göğüs kemikleri zarar görmüştü. O koca gardırobun nasıl kalktığını hâlâ anlamadığını söyledi. Yengem ayaklarıyla destek yapıp, kaldırmaya çalışmış, ama onun gücüyle olacak bir şey değildi. Ömer Ağabeyler salonda yatıyorlarmış. Ağabeyimin kazasından sonra yengem demiş ki: “Bir şeyin yok değil mi, bak Ömer Ağabeyler burada.” O da tabiî, biraz şoka girmiş, “Ömer Ağabey kim, Ömer Ağabey kim?” falan demiş. Ömer Ağabey de her zamanki mütevekkil haliyle, “Geçti artık, yatalım bir şey olmaz” demiş, ama kimse razı olmamış ve kalkıp oraya gelmişler. “Haydi Bursa’ya gidelim” dedim, ama psikolojik olarak o anda yanaşmadılar, bizi de göndermediler. Artık hep beraber orada yattık ve ertesi gün onları ikna ederek, Bursa’ya döndük.

Her taraf yıkılmıştı. Daha sonra öğrendiğimize göre başlıca altı vilayette; İstanbul, Bursa, İzmit, Bolu, Adapazarı ve Yalova’da olmuştu deprem. Asrımızın en büyük felâketlerinden biri yaşanmıştı. Ama, sahabe ve evliyaların çok olduğu İstanbul ve Bursa çok zarar görmemişti. Çok şeyler anlatıldı, çok menkıbeler söylendi. Tabiî milletin görüşü ile devletin görüşü (her zaman olduğu gibi) farklıydı. Millet, felâketin Allah’tan geldiğine inanıyor, “İlâhî ikaz” olduğunu söylüyor. Ama devlet hiç o şekilde düşünmüyor, faylardan v.s. bahsedip bir de üstüne üstlük, “İlâhî ikaz”ı dillendirenleri hapse atıp cezalandırıyordu. O arada hayret ettiğim şey de TV’lerin haber verişleriydi. Hiç unutmuyorum, atv’nin haber spikeri Ali Kırca, Gölcük’e gelmiş ve heyecanlı bir şekilde üs komutanlığını göstererek, “Evet sayın seyirciler, depremin merkezi burası, Gölcük Tersanesi” diyordu. Açıkça öyle söylemesine rağmen, ona bir şey olmuyor, îmâlı bir şekilde söyleyenler ise tecziye ediliyordu. Ve mine’l-garâib. Dünya felâkete koşuyor, millet koşuyor, fakat devlet uyuyordu. Çünkü aziz milletimizin üstüne bir kâbus gibi çöken 28 Şubat hadisesi daha yeni olmuş, millet aleyhinde akla gelmedik şeyler yapılmaya çalışıyordu. (Şu günlerde bunlar daha çok su yüzüne çıkmaya başladı) İktidarda ise, milletin helâl reyleriyle gelen değil; hile, entrika v.s. ile işbaşına gelen garip bir hükümet vardı. Kendisi anında müdahale edip, milletin imdadına yetişmediği gibi, onlardan önce davranan Anadolu’nun fedakâr insanlarını “irticacı” diye geri püskürtmeye çalışıyordu.

Sonradan gelip gezdiğimiz zaman bir müşahedem çok garibime gitmişti. Hani fay, çürük ve kötü malzeme v.s. diyorlar, ama üç tane yan yana aynı müteahhidin yaptığı siteden ikisi çökmüş, birine bir şey olmamıştı, ben de şaşırmıştım. Kader bizi depremden altı sene sonra Yalova’ya attı. Hem de denizin doldurulup, deprem anıtı yapılan yerin hemen karşısında oturduk iki sene. O anıtı gezenler bilir, büyük kalıplar halindeki mermerleri doldurmuşlar, üzerinde de ölenlerin resimleri ve fotoğrafları var. O bölgeye de ezan sesi çok iyi gelmiyor. Bir müftü yardımcısına durumu anlatıp, o sahil kısmına küçük bir mescid yapılmasının münasip olacağını söylediğimde, aynı şeyi o zamanki belediye başkanına söylemiş: “Bu anıttan insanlara bir şey gelmez, ama oraya küçük bir mescid yaparsak, hem insanlar rahat namaz kılar, hem de ölenlere hayra geçecek bir Fatiha okunur” diye. Başkan sonradan doğru olduğunu teyid etmiş, ama öylece kalmış. Neyse, bu asrın âfâtı olan İlâhî ikaz ile ilgili çok müşahedemiz var, onların hepsini yazmaya kalksak, çok uzun olacak. Yıllar sonra da olsa bu yazıyı yazarak, hatıramızı tazelemiş olduk. Allah, milletimizi her türlü âfâttan muhafaza eylesin. Bu âfâtta ölen masumlara da merhamet etsin.

OSMAN ZENGİN

17.08.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır