"Gerçekten" haber verir 19 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

Kitâbu Mevakiti's-Salât

Sıcağın şiddeti, Cehennemin kaynamasındandır. Cehennem, Rabbine şikâyetini şöyle arz etti: “Ya Rab, ben beni yiyorum, izin ver.” Allah da iki defa nefes almasına izin verdi. Nefesin biri kışın, diğeri yazın. En çok maruz olduğunuz sıcak ile sizi en ziyade üşüten zemherir işte budur.

Buhârî

19.08.2008


“Şiddetli sıcaklar Cehennemin hararetindendir”

Ahiret âlemine ait menziller bu dünyevî gözümüzle görülmez. Fakat, bazı rivâyâtın işârâtıyla, âhiretteki Cehennem bu dünyamızla münasebettardır. Yazın şiddet-i hararetine “Cehennem hararetindendir” (Buharî, 1:142,162) denilmiştir.

Demek, bu dünyevî, küçücük ve sönük akıl gözüyle o büyük Cehennem görülmez. Fakat ism-i Hakîmin nuruyla bakabiliriz. Şöyle ki:

Arzın medar-ı senevîsi altında bulunan Cehennem-i Kübrâ, yerin merkezindeki Cehennem-i Suğrayı güya tevkil ederek bazı vezâifini gördürmüş. Kadîr-i Zülcelâlin mülkü pek çok geniştir; hikmet-i İlâhiye nereyi göstermişse Cehennem-i Kübrâ oraya yerleşir. Evet, bir Kadîr-i Zülcelâl ve emr-i Kün feye kûn’e (“Ol der; o da oluverir” - Yasin:82.) mâlik bir Hakîm-i Zülkemal, gözümüzün önünde, kemâl-i hikmet ve intizamla kameri arza bağlamış; azamet-i kudret ve intizamla arzı güneşe raptetmiş; ve güneşi, seyyârâtıyla beraber, arzın sürat-i seneviyesine yakın bir süratle ve haşmet-i rububiyetiyle, bir ihtimale göre şemsü’ş-şümus tarafına bir hareket vermiş; ve donanma elektrik lâmbaları gibi yıldızları saltanat-ı rububiyetine nuranî şahitler yapmış, onunla saltanat-ı rububiyetini ve azamet-i kudretini göstermiş bir Zât-ı Zülcelâlin kemâl-i hikmetinden ve azamet-i kudretinden ve saltanat-ı rububiyetinden uzak değildir ki, Cehennem-i Kübrâyı elektrik lâmbalarının fabrikasının kazanı hükmüne getirip âhirete bakan semânın yıldızlarını onunla iş’âl etsin, hararet ve kuvvet versin. Yani, âlem-i nur olan Cennetten yıldızlara nur verip, Cehennemden nar ve hararet göndersin; aynı halde, o Cehennemin bir kısmını ehl-i azâba mesken ve mahbes yapsın.

Hem bir Fâtır-ı Hakîm ki, dağ gibi koca bir ağacı, tırnak gibi bir çekirdekte saklar. Elbette, o Zât-ı Zülcelâlin kudret ve hikmetinden uzak değildir ki, küre-i arzın kalbindeki Cehennem-i Suğrâ çekirdeğinde Cehennem-i Kübrâyı saklasın.

Elhasıl: Cennet ve Cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden bir dalın iki meyvesidir. Meyvenin yeri ise, dalın müntehâsındadır.

Hem şu silsile-i kâinatın iki neticesidir. Neticelerin mahalleri, silsilenin iki tarafındadır. Süflîsi, sakîli aşağı tarafında; nuranîsi, ulvîsi yukarı tarafındadır.

Hem şu seyl-i şuûnâtın ve mahsulât-ı mâneviye-i arziyenin iki mahzenidir. Mahzenin mekânı ise, mahsulâtın nev'îne göre, fenası altında, iyisi üstündedir.

Hem ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudat-ı seyyâlenin iki havuzudur. Havuzun yeri ise, seylin durduğu ve tecemmu ettiği yerdedir. Yani, habîsâtı ve müzahrefâtı esfelde, tayyibâtı ve sâfiyâtı âlâdadır.

Hem lütuf ve kahrın, rahmet ve azametin iki tecellîgâhıdır. Tecelligâhın yeri ise her yerde olabilir. Rahmân-ı Zülcemal ve Kahhâr-ı Zülcelâl nerede isterse tecellîgâhını açar.

Amma Cennet ve Cehennemin vücutları ise, Onuncu ve Yirmi Sekizinci ve Yirmi Dokuzuncu Sözlerde gayet kat'î bir surette ispat edilmiştir. Şurada yalnız bu kadar deriz ki: Meyvenin vücudu dal kadar ve neticenin silsile kadar ve mahzenin mahsulât kadar ve havuzun ırmak kadar ve tecelligâhın, rahmet ve kahrın vücutları kadar kat'î ve yakindir.

Mektûbât, s. 15-16

Lügatçe:

Cehennem-i Kübrâ: Büyük cehennem.

Cehennem-i Suğrâ: Küçük cehennem.

haşmet-i rububiyet: Rabb’lığın, idare ve terbiye ediciliğin haşmeti, heybeti, büyüklüğü.

iş’âl: Yakma.

küre-i arz: Dünya.

medar-ı senevî: Dünyanın güneş etrafında dönerken çizdiği farazî daire.

menzil: Oda.

nar: Ateş.

19.08.2008


NUR MENZİLLERİNE SEYAHAT -2

Cennet çiçeklerinin fidanlık ve mezracığı olan zeminin yüzünde hadsiz mû’cizât-ı kudret teşhir edildiğinden, semâvat âlemindeki melâikeler, o mû’cizâtı ve o harikaları temâşâ ettikleri gibi, ecrâm-ı semâviyenin gözleri hükmünde olan yıldızlar dahi, güya melâikeler gibi, zemin yüzündeki nazenin masnuâtı gördükçe, Cennet âlemine bakıyorlar ve o muvakkat harikaları bâki bir sûrette Cennette dahi temâşâ ediyorlar gibi, bir zemine, bir Cennete bakıyorlar; yani o iki âleme nezaretleri var demektir.”6

Bu duygu ve düşüncelerle etrafı seyrettik. Yeryüzü cennet çiçeklerinin fidanlığı idi. Melekler kudret mû’cizelerini seyrettikleri gibi, yıldızlar da aynı şekilde bir cennete, bir yere bakarlar. Rabbimizi bize tarif eden kâinat kitabının bazı sayfalarını okumaya çalıştık. Gece olsaydı belki bu satırları daha iyi okuyacak ve anlayacaktık.

Çam ağacından sonra katran ağacını aradık. Maalesef o da çam ağacı gibi aynı eller tarafından kesilmişti. Şimdi onun kökünün içinde bir fidan büyüyor. Burada manzara daha bir başkaydı. Eğridir Gölü ve etrafı daha bir güzeldi. Seyrine doyum olmuyordu. Burada Barla Lâhikası’ndan bazı mektupları okuduk. İkindi namazını kesilmiş katran ağacının yanında eda ettik. Burada yapılan namaz tesbihatı bir başka haz veriyordu.

Çamdağına çıkıp Merhum Süleyman Ağabeyi hatırlamamak olur mu? Dallar arasında ona bakan ekmeği hatırladık. Ne mübarek insanmış. “Üstadım bu ekmek bize helâl olur mu?” demiş. Üstad da “Vay mübarek” diye karşılık vermişti.

Kesilen çam ve katran ağaçlarının yerlerine dikilen fidanların etrafında halkalanan gençler, yıllar önce oralarda yaşanan hâlleri yaşayarak geçmişi geleceğe taşıyorlardı. Oraya gelen herkes, şahs-ı mânevî refleksiyle hareket ederek Üstadın bir hali ile hâllenmektedir. Bu duygular bize hüzünlü Çamdağı yolculuğunu sevince çevirdi.

Çamdağına yine doyamamıştık. Ayrılık vakti yaklaşırken gece kalacağımız yeri düşündük. Yeni Asya Vakfı Sosyal Tesisleri Müdürü Niyazi Beyi aradık. Kalacak yer olup olmadığını sorduk. Bir oda olduğunu söyledi. Gerçi biz yatacak her yere razıydık. M. Kutlular Ağabeyin de orada olduğunu belirtti. Bu habere sevindik. Çamdağından inip Barla’ya tesislerimize kavuştuk. Buradaki programı öğrendik. Akşam namazından yatsı namazına kadar ders vardı. Yol yorgunu olmamıza rağmen dinlenme fırsatı bulamadık. Tesislerde bulunan ağabey ve kardeşlerle tanışıp hasbihal ettik. Pek çoğu yıllar önce İzmir’de tanıştığımız Nur talebeleri idi. Hasret giderdik.

Akşam namazını müteakip ders dinlemek için yerimi almak isterken ders yapmak bana düştü. Kutlular Ağabey “Sallanma, hadi bir ders yap” dedi. “Ben dinlemek için geldim” dediysem de ikna edemedim. Kısmet böyleymiş. Halimize razı olduk. Barla Lâhikasından bazı mektupları okumaya çalıştım. Dinleyenlerin katılımıyla ve yardımıyla verimli ve istifadeli bir ders oldu.

Sabah namazından sonra kısa bir namaz dersiyle yeni güne merhaba dedik. O gün hava ısınmadan Barla’yı gezecektik. İlk durağımız Üstadın ilk medresesi idi. Tesislerimizden Said Nursî Caddesine yöneldiğimizde trafik yoğunlaşmaya başlamıştı. Bizim gibi uzak diyarlardan gelen insanlarla karşılaştık. Üstadın medresesi restore edilmişti. Orijinallik sadece arka odalarda kalmıştı. Pencerelerin önüne oturup kısa bir ders yaptık. Evi gezip çınar ağacını temaşa ettik. Üstadın menzili muhafaza ediliyordu. Ancak oraya çıkmak mümkün değildi. Evle irtibatı kesilmişti. Yaşlı çınar ağacının altında Yokuşbaşı Çeşmesi akmaya devam ediyordu. Gelenler bu sudan doya doya içiyordu. Bu ev, bu çınar ve bu çeşme Üstaddan sonra kim bilir kaç kişiye şahitlik etmişti. Dile gelseler de bir bir anlatsalar. Acaba neler söylerdiler?

İkinci durağımız “Cennet Bahsi”nin yazıldığı Cennet Bahçesi idi. Yoldan aşağı döşenmiş mermer merdivenlerden aşağı doğru indik. İlk anda orijinallikten uzak ve yapmacık bazı şeylerin olduğu anlaşılıyordu. Bahçenin içinde yürüyüş yolları, asma köprüler, çeşmeler, fıskiyeler, oturma yerleri, havuzlar, çardak ve çeşit çeşit ağaçlar sıralanmıştı. Bu durumu İslâm Yaşar üzülerek belirtir. Bahçe büyümüştü. Etraftan yeni katılan bahçeler de dikkatimizi çekmişti. İleride dere ile yol arası Cennet Bahçesinin sınırları içine alınacak gibi görünüyordu. Hizmet ve bakımda kusur edilmiyordu. Dikkat ve ciddiyet her halinden belli oluyordu. Aslı muhafaza edilebilir miydi?

Üçüncü durağımız Barla Kabristanı oldu. Hava iyice ısınmaya başlamıştı. Aşağıdan başlayıp yukarıya kadar kabristanı gezdik. Kabristan çoğunlukla çam ağaçlarıyla kaplıydı. Otlar kurumuştu. Sıcağın etkisiyle kuşların sesleri kesilmişti. Önce 1997 yılında Avrupa’dan hizmetten dönerken Bulgaristan’da bir trafik kazasında vefat eden, Üstadın talebelerinden Bayram Yüksel ve Ali Uçar Ağabeyleri ziyaret ettik. Sinema şeridi gibi hizmetleri gözümün önünden geçti. Yasin-i Şerif okuyup duâlar ettik. Bu kabristanda yatan nurun saff-ı evvellerinden Sıddık Süleyman (Kervancı), Şamlı Hafız Tevfik, Abdullah Çavuş, Şem’i, Muhacir Hafız Ahmed ve Hafız Halit gibi ağabeyleri de ziyaret ederek vefa borcumuzu ödemeye çalıştık. Barla kim bilir kaç defa bu mezaristana boşalmıştı?

Üstadın 1950’den sonra kaldığı evi de ziyaret etmek istedik. Ancak kapalı olduğunu öğrenince gitmekten vazgeçtik. Öğle sıcağına fazla dayanamadan tekrar sosyal tesislere döndük. Sabahki ders programına katılıp öğle namazına kadar dinledik. Öğle namazını kılıp kalanlarla vedalaştık.

Ziyaret edileceklerin içine, Senirkent’te yaşayan, Üstadın hayatta kalan talebelerinden Ali İhsan Tola Ağabeyi de almıştık. Sağlığı her zaman müsait olmadığı için ümitsiz olarak Senirkent’in yolunu tuttuk. Adresi ve tarifini alıp Ali İhsan Ağabeyin kapısına vardık. Zili çalmak istedik. Ancak bir sürprizle karşılaştık. Kapı arkasına kadar açıktı. Pencereden yalnız olduğu ve bir şeyler yazdığı görülüyordu. Önce tereddüt ettik. Sonra selâm verip girdik. Hatıralarını dinlemek istedik. O ise, “Risâle-i Nurları okuyun” dedi. Soru sormanın doğru olacağını düşünüp “İmam-ı mübîn ve kitab-ı mübin nedir?” diye sorularımızı sıraladık. Yaşlı ve rahatsız olmasına rağmen sorularımıza usanmadan ve sıkılmadan cevaplar verdi. Odası boş olmadığı gibi kendisi de boş değildi. Hep bir şeylerle meşgul oluyordu. Kısa bir ziyaret düşünürken saatleri bulan bir görüşme oldu. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadık.

Nur menzillerine yaptığımız ziyaret zaman olarak kısa idi. Fakat içi oldukça doluydu. İki güne neler sığmamıştı ki! Zamanı verimli kullanmak gerekiyordu. Hayat filmimize unutulmaz saatler, dakikalar eklemiştik. Barla ziyareti bize çok şeyler öğretmişti. İlk defa görüştüğümüz ve tanıştığımız insanlarla karşılaştık. Onların ellerinde ve çantalarında yalnız Risâle-i Nurlar, Cevşenler, namaz tesbihatları vardı. Fırsat buldukça okuyup anlatıyorlardı. Sanki okuma bayramıydı. Belki bu yüzden Nur talebeleri Türkiye’nin okuma oranını yükseltiyordu.

Dipnot: 6- A.g.e., s. 25

Ahmet ÖZDEMİR

19.08.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır