"Gerçekten" haber verir 04 Eylül 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

‘Kabul edilebilir’in ölçüsü nedir?

Ne desem bilmiyorum ki... Bir ülkenin bu kadar çok sayıda şehit vermesine ne ad vermeli?

“Düşük yoğunluklu savaş” değil, çünkü sadece henüz geride bıraktığımız ağustos ayının “yoğunluğu” bile dehşet verici.

Neredeyse çocuk yaştaki askerler can verirken bize çetelesini tutmak kalıyor sadece.

Öğrenmek istedim; bakalım sadece ağustostaki toplam sayı kaç diye.

Bilmem belki de benim beceriksizliğimdendir, net rakamı bulamadım doğrusu. Aklıma gelen (başta Genelkurmay) bütün siteleri ziyaret ettim, hiçbir yerde yoktu.

Gazete haberlerinden toparlayayım bari dedim. Altından kalkamadım. Kendime göre bir liste çıkardım. 2 Ağustos’dan başlayıp 31 Ağustos’a uzanan uzun bir şehitler listesi. Geriye doğru gidecek olursak: 30 Ağustos 2 şehit, 27 ağustos 1 şehit, 18 ağustos 1 şehit, 17 Ağustos 1 şehit, 15 ağustos 1 şehit, 12 Ağustos 9 şehit, 11 Ağustos 1 şehit, 10 ağustos 1 şehit, 7 Ağustos 1 şehit daha... “Yeter artık ayıp oluyor” dedim kendi kendime, “Çocuklar birer beşer ölüyor, sen çetelesini tutuyorsun.”

Neredeyse bu memleketin kaderi halini alan ve izahı mümkün olmayan bir savaşın (bu savaşın adının “simetrik” mi yoksa “asimetrik” olduğu beni hiç ilgilendirmiyor açıkçası) ömürlerinin baharında canlarını aldığı onlarca çocuk.

Siz ne düşünüyorsunuz bilemem ama bana göre “barış”, dünyanın bir bölümünde olduğu gibi bu “yurt”tan da elini ayağı çekmiştir. Bu ülke bu haliyle AB’den filan çok önce dünyada savaşın gündelik hayatın ayrılmaz bir parçası haline geldiği ülkeler ligine girmeyi hak eden bir “vatan”dır artık. Çocuklarını “şehit olmaları” için sıraya dizen bir “vatan”. Uğrunda ölündükçe “vatan” olan bir toprak. Oysa o çocuklar da bir iş tutacak, düğünler yaparak ev bark kuracak, “çoluk çocuğa” karışacak ve vatanlarının sefasını süreceklerdi...

Kim ne yapmalı bilmiyorum. Ama kim ne yapacaksa yapmalı ve ülke aynı zamanda “savaş hali” olarak anlaşılan “tabii hal”den bir an önce çıkıp “sivil hal”e kavuşmalıdır.

Vatanın “etkisiz hale getirilen” çocuklarını, onları da bekleyen ama ulaşılamamış benzer hayatları unutmuş değilim. Ancak tarafların “simetrik” (sözcük şimdi yerine oturdu) olarak değerlendirilmesi büyük hatadır. Çünkü bir yanda gönüllü-gönülsüz ama “zorunlu” bir “vatandaşlık görevi”, öte yanda ise ne ve niçin olduğunu kimsenin anlayıp-anlatamadığı bir “gönüllülük” durumu söz konusudur.

Org. Bağbuğ, terörle mücadeleye konusunda “Güvenlik kuvvetlerinin asıl hedefi, yaşanılan terör eylemlerini kabul edilebilir bir seviyeye getirmektir” diyor.

Neresidir bu “kabul edilebilir seviye”, nerede başlayıp nerede bitmektedir?

Ne yani, bizler, yani Türkiye sınırları içinde yaşayanlar “ebedi bir barış” gibi boş hayaller kurmayalım mı? “Ebedi barış” dediğim filozofça hayaller değil; bu kavramdan burada, Amerika, Avrupa ve de başka nerede ise demokrasilerin sağladığı savaşsızlık ortamını anlıyorum.

Bu bizim de amacımız, olmadı hayalimiz olamaz mı? Biz hep böyle, ya da en iyi ihtimalle “kabul edilebilir” cinsten terör eylemleri ile birlikte mi yaşayacağız? Bu kader ülkemizin –o olmaz olsun- “jeo-politik-jeo-stratejik” öneminden mi kaynaklanıyor yoksa?

Konuyu kapatmadan bir kere daha söyleyelim: Hayır, bu böyle devam edemez; Türkiye, her ay adları ve görev yerleri alt alta yazılan şehitlerinin çetelesi tutulan bir ülke olarak kalamaz, kalmamalı.

Alışkanlık haline gelen bu toplumsal psikolojiyi aşmak için –mutlaka- bir şeyler yapmak lazım. Her şeyden önce bu “toplumsal psikoloji”den artık son derece daraldığımızı yüksek sesle duyurmamız lazım. “Kabul edilebilir” olanı önce zihnimizde tanımlamamız lazım.

Yeni Şafak, 3.9.2008

Kürşat BUMİN

04.09.2008


 

Postmodern tehdit!

Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na atanan orgeneral Koşaner’in devir teslim töreninde yaptığı konuşmaya çok canım sıkıldı.

Konuşmanın kritik cümlesini hatırlatayım: “Küresel güçler tarafından kurgulanan ve ülke içi medya, bazı akademik ve sermaye çevreleri ile sivil toplum örgütleri içine yuvalanan postmodern bir tabakanın oluşturduğu propaganda ve etki ağı; ulusal birlik, ulusal değerler ve güvenlik parametrelerinin zayıflatılması ve çözülmesi yönündeki gayretlerini sürdürmektedirler.”

Sayın orgeneralin tanımına göre benim de “küresel güçlerin etkisi altındaki postmodern akademisyenler”in arasında yer aldığıma şüphe yok. Şahsen hiç dert etmiyorum. Ne olduğumu ve ne istediğimi gayet iyi biliyorum. Ama aynı zamanda, Türkiye’nin geleceğine, en azından orta vadede, ben ve benim gibi düşünen “postmodernizmin etkisi altındaki!” aydınların damgasını vurma ihtimalinin, ordunun siyasal görüşlerinin vurma ihtimalinden çok daha düşük olduğunu da biliyorum. “Postmodernizm” gibi tanımı zor, içeriği bir hayli muğlak felsefi bir kavramın neden kullanıldığını pek anlayamadım. Sanırım modernizm ulusal devlet ile özdeşleştiriliyor, postmodernizm de ulusal devletin mutlak egemenlik alanını geriletmekte olan küreselleşme ile. Beni endişelendiren ordunun komuta kademesinin ulusal devletin en kapalı şekline takılıp kalması.

Bu takıntı endişe verici, çünkü kapalı ulusal devletin insan haklarına ve özgürlüklere dayanan derinleştirilmiş demokrasinin dayattığı yeni paradigmaya ayak uydurması olanaksız. Ulus devlet yaşamaya devam edecek. Ama kimi egemenlik alanları evrensel demokratik değerler tarafından kısıtlanacak. Ulusal ekonomi de küresel ekonomiyle bütünleşerek bağımlı hale gelecek. Bu gelişme Batı dünyasında, özellikle de AB bünyesinde büyük ölçüde gerçekleşti. Batı dünyasının bir parçası olan Türkiye de bu süreçte bir hayli yol aldı. Geriye dönüş elbette yapabilirsiniz. Ama bunun çok yüksek insani ve ekonomik maliyeti olur. Dahası geriye dönüşün sorunlara çare olabileceğini de hiç sanmıyorum.

Önümüzdeki birkaç yıl içinde otoriter laiklik anlayışı, Güneydoğu, Kıbrıs, AB rotası gibi temel sorunlarımızı kapalı ulus devletin eski paradigması dışına çıkarak yeni bir anlayışla ele alıp çözüm yoluna sokamazsak, Türkiye’nin önce bloke olma, ardından da büyük çalkantılara sürüklenme ihtimali yüksek. Sayın komutanlar aksini düşünüyorlar. Geçen yüzyılın gerçeklerinin oluşturduğu politikalara sımsıkı sarılarak tamamen savunmacı ve kısır yaklaşımda ısrar ediyorlar. Bence hata ediyorlar, çünkü bu ısrar Türkiye’yi bir çıkmaza sürüklüyor.

Toplum olarak laiklikle bireysel özgürlükleri Müslüman inançlar bağlamında azami ölçüde bağdaştıracak bir mutabakat oluşturmak zorundayız. Ordu bu mutabakat arayışlarını laik rejime yönelik tehdit olarak gördüğü sürece demokratik reformları engellemeye çalışacak. Bunu yapmaya çalışırken de kaçınılmaz olarak siyasal istikrarsızlık yaratacak. Siyasal istikrarsızlık ekonomik sorunları daha da ağırlaştıracak.

Türkiye, Avrupa Konseyi ve NATO üyesi. AB ile üyelik müzakereleri yürütüyor. AB ordu tarafından ülkenin laik rejimine ve bütünlüğüne bir tehdit olarak görülüyorsa AB ve ABD ile askeri alan başta olmak üzere ekonomik ve siyasal alanlarda işbirliği nasıl devam ettirilecek? Ordunun siyasete müdahaleleri arttıkça, Türkiye’nin Batı ile çatışma ihtimali de artacaktır. Buna bir de Kıbrıs’ta KKTC’nin mevcut yönetimine rağmen çözümsüzlüğün dayatıldığı bir durumu ekleyin. Yine siyasal istikrarsızlık riski ve ağırlaşan ekonomik sorunlar karşımıza çıkıyor.

Sanırım sorunun özü şu: Ordu tarihsel koşullanması nedeniyle eski paradigmanın dışına çıkamıyor. Türkiye’nin, 20. yüzyılda olduğu gibi içeride kapalı bir toplum ve kapalı bir ekonomi, dışarıda da iç işlerinize karışmayarak yarı otoriter demokrasimizi zımnen onaylayan müttefik bir Batı tarafından oluşturulan koşullarda yönetilmeye devam etmesini istiyor. Ama bu mümkün değil.

Referans, 2.8.2008

Seyfettin GÜRSEL

04.09.2008


 

Postmodernsin dediler

Askerde ot yolmak ciddi görevdir. Biz vatan hizmetini geç yaşta yapan kısa dönem çavuşlar, askerin daha iyi ot yolmasını ve yolunan otların taşınmasını sağlamakla görevliydik. Bu duruma duygulanan bir er “vay be yazar abi...” dedi: “Kaderde beraber bunu da yapmak varmış.”

Bu sözü duyan nöbetçi subay (yakışıklı bir teğmen), ben ağzımı açamadan verdi yanıtı: “Bunun kaderle bir ilgisi yok. Biz istediğimiz için burada bunu yapıyorsunuz hepiniz. Anladınız mı? Biz istediğimiz için!”

Yirmilerinin başındaki bir gencin sözünü tüm subaylara mal etmek belki doğru olmaz. Ama onun Harbiye’den yeni mezun olduğunu düşünürsek, genç subayların nasıl bir motivasyonla yetiştiğini herhalde tahmin edebiliriz.

Hatta aynı anekdot, zorunlu askerliğin nedenini anlamamıza da yardımcı olabilir: Askere gitmekle mükellefiz, çünkü kimin patron olduğunu herkes orada öğrenir.

Türk ordusunun “kurucu ordu” olduğunu biliyoruz... Yani her devletin bir ordusu var ama Türkiye’de ordunun devleti var. Genelkurmay Başkanı da konuşmasında kibarca bunu hatırlattı.

Hatta aynı zamanda entelektüel bir performans sergileyip düşünce dünyamıza müdahale etti: Şahsen doksanlı yıllardan beri postmodernizmin Türkiye’de bu kadar hummalı bir şekilde tartışıldığını hatırlamıyorum.

***

Türkiye Cumhuriyeti’ni askerler kurdu. Başka kim kurabilirdi? O zaman kaç bilim adamı, kaç doktoru, kaç mühendisi vardı Türkiye’nin? Osmanlı’nın son demlerinde yetiştirdiği bir avuç münevver de Çanakkale ve Trablus’da kırılıp gitmişti. Haliyle, bir cumhuriyet kurulacaksa bunu askerlerden başka yapabilecek entelektüel güç yoktu zaten.

Bu yüzden durumu kendi dönemi içinde anlamak ve cumhuriyetimizi kuranlara teşekkür etmek boynumuzun borcudur.

Ama bugünkü Türkiye öyle değil: Artık iyi yetişmiş sivil kadroları, dünya çapında bilim adamları, siyaset bilimcileri, kuramcıları, şunları bunları var Türkiye’nin. Bugün askerlerin kendilerini ülkeyi yönetmek zorunda hissetmelerine o kadar da gerek yok. Ama yine de hissediyorlarsa, işte asıl o zaman, “postmodern” bir durumun hep birlikte içindeyiz demektir.

Vatan, 3.9.2008

Tuna KİREMİTÇİ

04.09.2008


 

AKP’nin yumuşak karnı

İkinci iktidar döneminin başlangıcında, AKP’nin büyüklerinin bazı partililerle yaptığı bir toplantı var. Bunun içeriğini AKP’ye hayli yakın bir gazeteci dostum anlattı.

O önemli toplantıda konuşan büyük isimlerden bir tanesi, “Görülüyor ki artık bizimle yarışabilecek parti kalmadı ortada. Biz sadece kendi kendimizle yarışacağız yine. Bizi zayıflatabilecek, kendimiz dışında bir güç de yok. Eğer dikkat etmezsek, kendi kendimizi yaralayabiliriz. Gelecekte en zayıf olabileceğimiz, bize en çok zarar veren iki konu var. Biri para meseleleri, ikincisi de kadınlardır.

Bu konularda dikkatli olmazsak AKP’yi bu konular içten içe yer bitirir. Sizlere tavsiyem; ikinci iktidar döneminde bu konularda herkesin azami dikkati göstermesidir” demiş.

Gayet tabii ki o toplantıda konuşan parti büyüğüne kimse bir itirazda bulunmamış ama abi tavsiyesine uyulduğu da pek söylenemez.

Para meselelerinden bahsediyoruz tabii ki. Para konularında öyle fazla söylenti var ki etrafta birçok işadamı para konularındaki açgözlülüğünden yaka silkmiş durumda.

AKP’lilerin parayı pek sevdiğinden kimsenin şüphesi yok da konuları bilenler arasındaki tartışma, hangi komisyon oranlarının rağbette olduğu konusunda sadece. İş bitirmeye yardımcı olan güçlü konumdaki insanların bitirmeye yardımcı oldukları iş konusunda hangi oranda komisyon almayı tercih ettikleri hakkında yüzde 40’a kadar çıkan fantastik oranlardan bahsediliyor mesela.

Bunun yanında güçlü konumlardaki bazı insanların şu andaki toplam servetleri hakkında da hesaplar yapılıyor. İnanınız ortaya çıkan rakamlar, dudak uçuklatıcı miktarlarda oluyor.

CHP’nin iyi bir muhalefet tavrı sergileyip hakkında bazı belgeler sunduğu Şaban Dişli konusunda, AKP’nin kamu vicdanını tatmin edici bir tavır alamaması ve sadece ele bir fiske vurma cezası vermesiyle yetinmesi de kendileri hakkındaki vicdan rahatsızlığının ve temeldeki suç ortaklığı duygusunun sonucu olabilir. AKP’nin yumuşak karnı parasal meselelerdir. Bu tür konularda kamu vicdanını ve kendilerinden yaka silkmeye başlayan Türk burjuvazisini tatmin edici bir adım atmazlarsa, para konusunda gözü dönmüş görünümü biraz kontrol altına almazlarsa, o zaman parti büyüğünün ve âkil adamının bir zamanlar yaptığı tahmin gerçekleşecek ve AKP kendi kendini yemeye de başlayacak.

Dişli vakasında olduğu üzere, bazen uygun olmayan işin belgesi de olabiliyor. Bunlara yenilerinin eklenmeyeceğini kimse garanti edemez.

Kimse bugün; ‘Güç bende, kimse bana dokunamaz’ dememeli. Çünkü bu güç denilen şey de aslında uçucu gazdan ibarettir. Bir gün daha ahlaklı olduğunu iddia eden, üstelik kamuoyunu da buna rahatlıkla ikna edebilecek kalibrede birisi çıkar ortaya ve bugünlerin cezasını da veriverir.

Olmaz demeyin, buna burası Türkiye. Her şey olur da şaşırıveririz bile.

Akşam, 3.9.2008

Serdar TURGUT

04.09.2008


 

Bir hayalim var

Laik bir ülkede, “Bazı cemaatlerin dine bağlı bir hayat tarzı olarak sosyal kimliklerini ortaya koymaları” suç mu?

Yeni Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un “uyarılarını” okuyunca, ister istemez kendi kendime yukarıdaki soruyu sordum.

Başbuğ Paşa, toplumun bir kesiminin endişelerini dile getirirken, hem dini cemaatlerin güçlenmesinin doğurduğu tedirginliğin altını çiziyor, hem de yeni bir yaşam tarzının oluşumunda dini düşüncelere büyük ağırlık verilmesini eleştiriyor.

Laiklik, devletin bir niteliğidir; toplumun değil. Dolayısıyla, toplumu oluşturan fertler de pekalâ dini düşünce ve değerlerin etkilediği bir hayat tarzını benimseyebilir. Cemaatler ise, şahıslar daha dindar olsun diye, gayret sarfedebilir.

Org. İlker Başbuğ’un tespitinin bir noktası doğru. Gerçekten cemiyette “öteki” olana karşı bir tedirginlik mevcut. Ama bu durum her iki kesim için de geçerli. “Öteki”ler de “Öz vatanında parya” muamelesi görmekten dolayı üzgün ve tepkili.

*

Muhafazakâr kesime “zenci” yakıştırması bu gibi ayrımcı davranışlar sebebiyle yapılıyor. Zenci/Beyaz ayrımı “Kara bir derinin altında temiz bir ruh olamaz” iddiasına kadar uzanabiliyordu bir zamanlar. Sosyal hafızaya öylesine derin kazılmış bir “aşağılanma” duygusu söz konusuydu ki, Harvard’da okumuş, itilip kakılmamış, üstelik annesi beyaz ırktan bir zenci olmasına rağmen Barack Obama, Demokrat Parti’nin kurultayını, Martin Luther King’in “Bir hayalim var” diye başlayan konuşmasını yaptığı 28 Ağustos gününe denk getirdi. Hayal, eski kölelerin evlâtları ile eski köle sahiplerinin evlâtlarının kardeşlik sofrasına oturmalarıydı.

İlker Başbuğ, bir kesimin tedirginliğinden söz edip, dindarlığın sosyal hayata yansımasını endişe kaynağı gibi göstermeseydi de, Martin Luhter King gibi bir hayali seslendirseydi. Keşke, “Herkesin birbirini kardeş hissettiği, kaygıların ortadan kalktığı, inançlardan ve farklı kimliğinden dolayı kimsenin ötekileştirilmediği bir Türkiye hayal ediyorum” deseydi. O, bu şekilde konuşsaydı, benim de hayalim gerçekleşmiş olacaktı.

Sabah, 3.9.2008

Nazlı ILICAK

04.09.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün haberler

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır