"Gerçekten" haber verir 13 Eylül 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

28 yıllık ayak sürüme...

Bugün 12 Eylül… Türk siyasi hayatının kara günlerinden birisinin, son açık askeri darbenin 28. yıldönümü…

12 Eylül’ünTürkiye karşısında hâlâ nasıl dikildiği ortada: Etkisi tüm gücüyle süren vesayetçi bir siyasi anlayış, kalıntıları her yeri kaplayan 11 ciltlik mevzuat…

Peki Türkiye 12 Eylül karşısında nerede, nasıl duruyor?

Bunu cunta şefine, Kenan Evren’e bakarak açıklamak pek abartılı olmaz…

Afrika’dan Latin Amerika’ya, Avrupa’dan Asya’ya eski darbeciler arasında bir eli yağda bir eli balda yaşayan, “popüler yaşlı bir tonton” muamelesi gören, el üstünde tutulan tek darbe şefi muhtemelen Kenan Evren’dir.

Benzerleri ya hapishanelerde ya evlerinde tecrit edilmiş, toplumdan dışlanmış bir şekilde yaşarken Kenan Paşa hâlâ bizim basının önemli bir siyasi-magazin malzemelerinden birisi olmayı sürdürür.

Dahası her açıklaması 12 Eylül’ü meşrulaştıracak, sıradanlaştıracak bir tarzda gazete sayfalarını, televizyon ekranlarını süsler.

İki yıl önce, Türkiye asker-sivil gerginliği açısından en kritik günlerini yaşarken, şu inanılmaz sözleri söylemiş ve merkez medya bu sözleri olanca “sevimliliği”yle sayfalarına aktarmıştı:

“12 Eylül müdahalesini yapmış olmaktan pişman değilim... Bugün Türkiye’de öyle bir ortam olsa ve ben Genelkurmay’ın başında olsam tereddüt etmeden bunu yine yaparım... Bizim dönemimizde 36 kişi idam edildi... İdam kararlarını imzalarken ellerim hiç titremedi... İdam kararı hâkimler tarafından veriliyor, ancak Meclis’te onaylanmıyordu. İdam kararı veriliyorsa, bence uygulanmalı. Ben de idam kararını onayladım. Bu yüzden hiç vicdan azabı da duymadım...”

Ne vahim!

Söz konusu olan sadece “ilke ve geçmiş” değil, aynı zamanda “siyaset ve bugün”dür...

12 Eylül’den bu yana 26 yıl geçmesine rağmen, bir bakıma hâlâ o dönemden arta kalanlarla boğuşmuyor muyuz?

“Milli Güvenlik Rejimi”ni Türk siyasi sistemine hediye eden Kenan Evren ve arkadaşları değil midir?

Velhasıl, 12 Eylül yasal sonuçları itibariyle, hem devletin işleyişinin militerleşmesi, hem askerî otoritenin özerkliğinin mutlaklaştığı bir aşamayı oluşturur.

Bu dönem, Silâhlı Kuvvetler’in anayasa yapmanın, yani “kurucu iktidar” olmanın ötesine geçip, “kurumlaştırıcı iktidar”, yani yasa koyucu haline dönüştüğü bir dönemdir.

Nitekim üç yıl süren bir askerî cuntanın, Millî Güvenlik Konseyi’nin çıkardığı, temel hak ve özgürlükleri iyice kısıtlayan, yargı denetimini daraltan, yürütmeye, idareye ve kolluk güçlerine hak sınırlamak da dâhil olmak üzere aşırı yetkiler veren yasalar anayasa hükmüne dönüştürülmüştü.

Böylelikle hazırlanan 1982 Anayasası “özgürlük kural, sınırlama istisnadır” ilkesini tersine çeviren ilk Batı anayasası olmuştu.

Yasamaya görülmedik bir şekilde bütün hak ve özgürlükleri genel olarak sınırlama yetkisini vermişti. Bununla da yetinmemiş; her bir temel hak ve özgürlüğü kendi maddeleri içinde “özel” olarak sınırlamıştı. O da yetmemiş, özgürlük ve hakların kötüye kullanılmasını ifade eden yasakları tek tek sayarak yeni bir sınırlamaya daha başvurmuştu.

Bu sınırlamaları sağlama almak için 1961 Anayasası’ndaki özgürlüklerin “özüne dokunulamaz” ibaresini kaldırmış, yargı denetimini devre dışı bırakmıştı.

Kişi dokunulmazlığı ve güvenliği, özel hayatın gizliliği, konut dokunulmazlığı, haberleşme hürriyeti konularında, yargıç ve yargının yetkisi kolluk güçlerine verilmişti.

Bu sınırlamaların gerekçesi ise, devletin ülkesiyle bölünmez bütünlüğünün, millî egemenliğin, Cumhuriyetin, millî güvenliğin, kamu düzeninin, genel asayişin, kamu yararının, genel ahlâkın ve genel sağlığın korunması gibi hukukiliği su götüren, yasallık niteliği tartışmalı, muğlak, siyasî ve sübjektif, ideolojik yoruma açık unsurlardı.

Kenan Evren işte bunları simgeliyor...

Onu toton kılanları ve sivil anayasayı tehlike olarak görenleri hafife almayın…

Yeni Şafak, 12 Eylül 2008

Ali BAYRAMOĞLU

13.09.2008


 

12 Eylül’le de kavga etseniz ya

Siyaset ne istiyor? Sürekli medyanın kendini pohpohlamasını, pohpohlayıp yüceltmesini...

Medya ne istiyor? Siyasetçinin kendine peşkeş çekeceği devlet rantlarıyla sürekli zenginleşmeyi...

Kısacası, bizdeki siyaset-medya ilişkisi al gülüm ver gülüm sistemiyle çalışıyor...

Alan da memnun, veren de memnun ise ses soluk çıkmıyor...

Ama eğer evdeki hesap çarşıya uymazsa yer yerinden oynuyor, ikisi de açıyor ağzını kapıyor gözünü...

Sessizce yürüyen ilişkiler ortalığa dökülüveriyor...

Şöyle de düşünebilirsiniz:

Allahtan bu kavgalar var da; yıllardır siyaset ile medya arasında bir türlü iki tarafın da değiştirmediği çürümüş yapıyı daha iyi tanıyor, neler olup bittiğine şahit oluyoruz.

* * *

Karşılıklı çıkarları zedelendiği vakit birbirleriye kıyasıya dalaşan siyaset kurumunun ve medyanın asla ve kat’a cenkleşmediği şey ise 12 Eylül rejimi...

Bugün 12 Eylül’ün yıldönümü...

Türkiye nüfusunun yüzde 70’i 35 yaşın altında...

Onun için 12 Eylül deyince bunun ne demek olduğunu, bir kez daha o klasik tabloyla bu genç insanlara anlatmakta yarar var...

Felaketin klasikleşmiş bilânçosu şöyleydi:

‘Türkiye, 12 Eylül 1980 sabahına, Silahlı Kuvvetler’in, dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren komutasında yönetime el koyduğu haberiyle uyandı. Askeri yönetim döneminde 650 bin kişi gözaltına alındı, 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. Darbeyle birlikte açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı, 7 bin kişi için idam istendi, 517 kişiye idam cezası verildi, 50 kişi idam edildi. 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı. Darbe sonrası 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarılırken, 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirirken, 144 kişi kuşkulu biçimde ölü bulundu. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı, 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. 3 bin 854 öğretmen, 120 öğretim üyesi ve 47 hákimin görevine son verildi. Darbe sonrasında gazetecilere toplam 3 bin 315 yıl altı ay hapis cezası kesildi. 31 gazeteci cezaevine girerken, 300 gazeteci saldırıya uğradı. Üç gazeteci suikast sonucu öldürüldü. Gazeteler toplam 300 gün yayın yapamadı.’

* * *

Tabii ki 12 Eylül rejimi sadece yaşanmış bu acılarından ibaret değil...

Bugünkü devlet rejiminin tek parti rejiminden gelen ruhu 12 Eylül rejimi ile verniklenmiş durumda.

Değişime uğramış olsa da Anayasanın özünü ve ruhunu 12 Eylül askeri darbesi oluşturmakta...

Bir türlü Türk toplumunun sorunlarını çözemeyen siyaset kurumunu oluşturan siyasi partiler yasası 12 Eylül’den yadigár...

Seçim yasası keza...

Parlamentonun demokratik bir çalışma platformuna dönüşmesini engelleyen TBMM iç tüzüğü de...

* * *

Ayrıca...

12 Eylül’den kalma 600 yasa ve onun uzantısı her türlü hukuksal mevzuat da yaşamı denetleyip durmakta... Düşünün ki 28 yıldır parlamentoda hiçbir iktidar cuntacıların yargılanmasını engelleyen 82 Anayasası’nın geçici 15. maddesiyle bile hesaplaşmadı...

Medya da bu konuda ısrarlı bir şekilde tavana bakıp durdu. Bunun demokrasi açısından ne kadar büyük bir skandal olduğunu anlamak için 1967 yılında Yunanistan’daki darbecilerin durumuna bakmak yeterli.

Orada, ömrü vefa edenler hala hapishane de...

Düşünün ki birbiriyle dalaşan iki çok önemli kurum, siyaset ve medya, bugün bile Yunanistan’ın 40 yıl gerisinde.

* * *

AK Parti, yüzde 47 oy alıp yeniden iktidara geldiğinde bize sivil Anayasa vaat etmişti.

Hatta bunu hükümet programına da koymuştu.

O zaman 12 Eylül rejiminin sonu geldi diye umutlanmıştım.

12 Eylül rejimi tüm kurum ve kurallarıyla...

Hatta darbecileriyle ortalıkta dururken...

Bundan güç alan askeri otoriteler de ‘buranın esas patronu biziz’ mesajlarıyla ortalıkta dolaşırken...

Yaşamakta olduğumuz siyaset-medya kavgasının günlük çıkar kavgaları dışında bir kavga olduğuna inanmak ne kadar mümkün?

* * *

Bundan böyle benim açımdan tek bir samimiyet sınavı var:

12 Eylül rejimi ile demokratik bir hesaplaşma...

Neden mi?

Çünkü bugüne kadar birçok kez siyaset-medya kavgasına şahit olduk...

Medya-medya kavgasına da...

Ama hiçbiri 12 Eylül ile hesaplaşmaya ve kavgaya girişmedi.

* * *

Medya ve siyaset kavga edince...

Ya da medya-medyayla kapışınca, mevcut yapının mide bulandırıcı bütün çirkinliklerini açıkça görüyorsunuz.

Ama ne var ki...

Ne bu ilişkiler değişiyor, ne de 12 Eylül’le hesaplaşılıyor.

Avara kasnak misali biz hep aynı filmi seyreder gibi dönüp dönüp duruyoruz.

Star, 12 Eylül 2008

Mehmet ALTAN

13.09.2008


 

Ulusal Program’a kimler, neden karşı?

Türkiye’nin içinde bulunduğu aşamada Avrupa Birliği demek Avrupa Birliği Konseyi’nin bize sunduğu Katılım Ortaklığı Belgesi ve bizim de cevaben üretmek zorunda olduğumuz Ulusal Program demek.

Avrupa’nın bizden ne talep ettiğini bilmek için Katılım Ortaklığı Belgesi’yle bizden ne istiyorlar okumak, bilgilenmek şart; bu taleplerin yerine getirilmesini istemiyorsanız gerçekten AB’ye karşısınız demektir ve ben de bugün kimlerin, neden AB’ye karşı olduklarını yazacağım.

Elimde T.C. Avrupa Birlği Genel Sekreterliği’nin gayrı resmi tercümesi var (Katılım Ortaklığı Belgesi-KOB); taslak biçiminde kamuya açıklanan Ulusal Program da KOB’daki taleplere cevap niteliğinde.

Katılım Ortaklığı Belgesi’nin (KOB) kısa vadeli öncelikler bölümünün ilk başlığı Demokrasi ve Hukukun Üstünlüğü.

AB karşıtları demek ki öncelikle demokrasi ve hukukun üstünlüğünü istemiyorlar, bu bir.

Belgede ikinci olarak kamu yönetiminde mali sorumluluk ve saydamlık talep ediliyor.

Avrupa Birliği’ne karşı çıkanlar anlaşılan öncelikle mali sorumluluk ve kamu yönetiminde saydamlığa karşılar; peki neden yanalar diye sorarsanız anlaşılan AB karşıtları kamu yönetiminde işlerin gizli-kapaklı döndürülmesini (Lockheed skandalı, Susurluk, Ergenekon vs.) istiyorlar.

KOB’da talep edilen başka bir nokta Güvenlik Güçlerinin Sivil Denetimi yani Ordu üzerindeki sivil kontrolün AB üyesi ülkelerdeki uygulamalarla uyumlu hale getirilmesi, güvenlik işlerinin idaresinde daha geniş saydamlık, askeri ve savunma harcamaları üzerinde parlamenter gözetim.

AB karşıtları anlaşılan (zaten belli) TSK’nın AB üyesi ülkelerde olduğu kadar sivil seçilmişlerin (TBMM) ve sivil yargının (Sayıştay) kontrolüne girmesine ve güvenlik işlerinin yönetiminin saydamlaşmasına muhalefet ediyorlar, Susurlukçuların, Ergenekoncuların tümünün AB karşıtı olması şimdi daha iyi anlaşılıyor; ‘TSK’nın milletin kendisinden başka denetime ihtiyacı da yoktur’ ifadesi de KOB’u okuyunca cuk diye oturuyor.

KOB belki de en önemli nokta olarak ‘İnsan hakları ve temel haklara ilişkin hükümler de dahil olmak üzere tüm yasal hükümlerin, tüm yargı makamlarınca Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve AİHM içtihadı ile Anayasa’nın 90. Maddesi doğrultusunda yorumlanması gereği’nin altını çiziyor; özellikle yüksek yargı çevrelerinden ulusalcılık adına yükselen AB karşıtlığının nedeni KOB’un bu talebi okunduğunda daha bir billurlaşıyor.

KOB daha birinci sahifede Yolsuzlukla Mücadele Politikası’nın önemini vurguluyor, bu konuda bir strateji oluşturulmasını, istatiksel veriler yoluyla uygulamanın izlenmesi için merkezi bir yapı kurulmasını talep ediyor; bugün yolsuzluklar konusunda mangalda kül bırakmayanların kısm-ı azamının AB karşıtı olması aslında bu yolsuzluk karşıtlığı söyleminin sahte olduğunu da ortaya koyuyor çünkü AB demek daha fazla saydamlık yani daha az yolsuzluk, uluslararası denetim demektir ve bunun dışında da yolsuzluklarla kalıcı mücadelenin yolu yoktur.

Bugün ulusalcılık şapkası altında yolsuzlukları eleştirenlerin yine kısm-ı azamının gerçek muradı ‘yeter artık, siz çekilin de muslukların başına biz geçelim’dir ; oysa AB süreci demek yolsuzlukların saydamlık, piyasa ve rekabet yoluyla asgariye indirilmesi demektir ama bizim sözde ulusalcıların inatla anlamak istemedikleri de tam da budur.

KOB’da ısrarla talep edilegelen bir başka konu da işkence ve kötü muamelenin önlenmesi meselesidir; AB karşıtları Ulusal Program’a ilişkin olarak Sayın Babacan’ın randevu talebini dahi kabul etmezken aslında işkencecilerden yana tavır koymuş olmaktadırlar, bu böyle biline.

KOB yine aynı ısrarla ifade özgürlüğünün tam olarak Avrupa standartlarında uygulanmasını talep etmektedir; AB karşıtları ise zaten uzun süredir açık ya da zimmi biçimde ifade ettikleri gibi AB standartlarında ifade özgürlüğünün de düşmanlarıdırlar.

KOB din özgürlüğüne de tam olarak uyulmasını talep etmektedir; hangi cenahtan olursa olsun AB karşıtlarının ortak bir paydası da gerçek bir din özgürlüğüne kendi meşrebi doğrultusunda sıcak bakmamak olmaktadır.

Avrupa’nın bu talep listesini uzatmak ve AB karşıtlarını daha da netleştirerek teşhir etmek mümkün ama sahifede yerim bu kadar.

AB’nin resmi talepleri ve bizim karşı tavrımız meseleyi siyah-beyaz yapıveriyor.

Hele 12 Eylül 2008’de hala Kenan Evren anayasasıyla yönetiliyorsak.

Star, 12 Eylül 2008

Eser KARAKAŞ

13.09.2008


 

Ulusal program kaçıncıya kadar

Türkiye üçüncü ulusal programını hazırlıyor, Avrupa Birliği sürecini yeniden canlandırma işaretlerini veriyor ama gelişmeler bu yönde değil.

Hükümet, ulusal programa hiç de sıcak bakmıyor. Oysa ulusal program Bakanlar Kurulu Kararı ile resmileşir.

Dışişleri Bakanı Ali Babacan, muhalefet partilerine gitmeden önce, Ağustos sonunda ulusal program taslağını bakanlar kuruluna sunduğunda hiç de sıcak karşılanmamıştı.

Bakanların olumsuz yaklaşımının Başbakan’dan kaynaklandığı söylendi.

Başbakanın öncelikleri ile ulusal programın öncelikleri aynı değil anlaşılan.

AKP, kapatma davasının rövanşı haline getirmek istediği için bu aydan itibaren tutkulu bir biçimde yerel seçimlere odaklandı.

Ulusal Program, Avrupa Birliği müktesebatıyla uyum için gereken reformların yapılmasını öngörüyor ve bunun için zaman da veriyor.

Bir nevi taahhüt.

Ulusal Reform taslağına bakıldığında, 2008 yılını sonuna kadar atılması gereken önemli adımlar olduğu görülüyor.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bulunan 12 yasa taslağının yanı sıra bu yıl sonuna kadar 16 yasa tasarısının parlamentoya sunulacağı ve parlamentodan çıkartılacağı sözü veriliyor.

Bunların arasında Türkiye ile Avrupa Birliği arasında mali işbirliğinin yürümesi için gerekli olan yedi yasa tasarısı var.

Bazıları ise fasılların açılış kriteri niteliğinde. 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu’nda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun gibi.

2008 sonuna kadar değiştirilmesi gereken yasalar asında Sermaye Piyasası, Tüketici’nin Korunması, Ürün Güvenliği gibi hepimizin yaşamını doğrudan ilgilendiren önemli yasalar da bulunuyor.

* * *

BU kadar değil. Ulusal program çok önemli strateji belgeleri ve eylem planlarının çıkartılacağına dair de Avrupa Birliği Komisyonu’na söz veriyor.

Alkollü ürünler, ithal sigara ve tütünün vergilendirilmesine ilişkin eylem planı; Yargı reformu stratejisi; Sanayi stratejisi; Kamu iç mali kontrolü politika belgesi; Çevre strateji belgesi; Kamu alımları strateji belgesi; Tarım istatistikleri strateji belgesi; Gıda güvenliği; Veterinerlik ve bitki sağlığı politikası alanındaki AB müktesebatının uyumlaştırılması, uygulanması ve yürütülmesine temel teşkil edecek strateji.

Bu strateji ve planların da 2008 yılı sonuna kadar çıkartılması gerekiyor.

Yani üç buçuk ay içinde. Üç buçuk ay içinde bu kadar önemli konularda görüş birliği sağlamak, çıkar ortaklığı oluşturmak bırakın muhalefeti aynı partide bile zor.

Olmazsa ne olur? Gelecek yıla sarkar, uzun vadeli programlar aksar, fasılların açılmamasında AB’ye bahane kalmaz, yeni ulusal programlar hazırlayıp dururuz.

Dışişleri Bakanı Babacan Ulusal Programı, muhalefete ve sivil toplum kuruluşlarına sundu. Olması gereken de bu. Keşke CHP ve MHP liderleri, bakan ile görüşseler ve onu dinleselerdi.

Umuyorum, iç siyasete alet etmeden yanıtlarını verirler.

Ama işin esas sorumlusu yine de muhalefet değil, hükümettir. AKP, suçu muhalefete atmadan önce Avrupa Birliği’ne lafta değil, iç politika mesajları vermek için değil gerçekten sahip çıktığını samimiyetle göstermelidir.

* * *

ULUSAL Program taslağında, siyasi kriterlerle ilgili yasal ve uygulamaya yönelik adımlarda “hükümetimizin iradesi tam ve kesindir” deniyor.

Biraz aşağıda ilginç bir cümle duruyor.

“İfade ve basın özgürlüğü ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi çerçevesinde, Şiddet içermeyen eleştiri mahiyetindeki ifadelerin cezalandırılmamasına yönelik tedbirler alınacaktır. Gerekli olan yasal düzenlemeler yapılacaktır.”

Bu ulusal program ne AKP hükümetinin ne de Başbakanı’nın psikolojisini yansıtıyor.

Üçüncüyü böyle yapalım, dördüncüye, beşinciye, altıncıya Allah kerim?

Hürriyet, 12 Eylül 2008

Ferai TINÇ

13.09.2008


 

Genelkurmay, iletişim, iktidar

Son zamanlarda Genelkurmay’ın yeni bir ‘toplumla ilişkiler’ stratejisi benimsediği görülüyor. Bunun son örneği, 28 Şubat sürecinde basına uygulamaya başladığı akreditasyon sistemini biraz esnetmesi; şimdiye dek ‘yasaklı’ olan Yeni Şafak ve Star grupları da Genelkurmay’ın bir etkinliğine davet edilmiş.

Başka ilginç olaylar da var. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ilk gezisini, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül gibi Güneydoğu’ya yaptı ve bazı sivil toplum kuruluşlarının temsilcileriyle görüştü. Sonra, Van’da halkın arasına karıştı; sakallı ve sarıklı bir vatandaşla fotoğraf verdi. Şimdi de gazetelerin genel yayın yönetmenleriyle bir ‘tanışma toplantısı’ düzenliyor, bu vesileyle de ‘akreditasyon’u genişletiyor.

Bu gelişmelerden olumlu çıkarsamalarda bulunanlar çıkabilir, ama benim kanaatim ‘yeni iletişim’ stratejisinin iktidar için yeni araçlar denemekten ibaret olduğu. Genelkurmay Başkanı ve halefi olacağı anlaşılan Kara Kuvvetleri Komutanı’nın devir teslim törenlerinde yaptıkları konuşmalar adeta bir hükümet programı niteliğindeydi. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu ‘dikte’ etmekle kalmadılar bireyden sivil topluma, siyaset kurumundan medyaya herkese ‘görev’ yazdılar bu konuşmalarda. Hem içerik hem de üslup olarak sadece siyasetin değil, toplumun ve düşüncenin de sınırlarını çizme gayreti açıkça görülüyordu. Her şeyden onlar sorumluydu ve sorumluluklarının bilincindeydiler... Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın önünde verilmek istenilen mesaj açıktı: ‘vesayet devam ediyor’.

Tabii aslında vesayetin devam edip etmediğini belirleyecek olan siyasetin tutumu. Temel sorun, önümüzdeki dönemde siyasetin alanını daraltacak hamleleri öngörmek ve gerekli demokratik refleksleri gösterebilmek. 12 Mart, 12 Eylül ve de 28 Şubat ve 27 Nisan modeli müdahalelerin başarısızlıklarının tescili ve pratik sınırları karşısında siyaseti ve toplumu ‘başıboş’ bırakmak istemeyenlerin yeni dönemde ‘yeni strateji’ler denemesi doğal. Anlaşılan yeni imajlar, yeni söylemler ve yeni ittifaklar denenecek. Orduda Orgeneral Başbuğ dönemi toplumu ve siyaseti denetleme girişimlerine daha sofistike ve profesyonelce devam edilen yıllar olarak anılabilir. Genelkurmay adeta hükümet, genelkurmay başkanı da siyasi bir lider gibi davranıyor. Hükümet programı gibi konuşmalar, halkın arasına karışmalar, sivil toplum önderleriyle görüşmeler ve nihayet gazetelerin genel yayın yönetmenleriyle toplantılar... Bütün bunlar ‘siyasetten rol kapma’ girişimleri olarak nitelenebilir.

Genelkurmay’ın daha önce siyasi partilere ve siyasi kampanyalara danışmanlık yapan akademisyenlerle birlikte çalıştığı haberleri de dikkate alındığında önümüzdeki dönemde askerin siyasete müdahale hamlelerinde ‘yeni bir dil, üslup ve yaklaşım’ beklenebilir.

Muhtemeldir önümüzdeki günlerdeki asker-sivil ilişilerinde enteresan atraksiyonlara şahit olacağız. Ergenekon sanıkları orgenerallerin ‘TSK adına’ ziyareti ve bunun Genelkurmay Başkanı ile Başbakan’ın ikili görüşmelerine denk getirilmesi bu türden bir başlangıç.

Ordunun halka ilişkileri ‘profesyonel’ bir ekiple yapması; itibarını, güvenilirliğini ve imajını izleyecek ve geliştirecek faaliyetlerde bulunması iyi fikir. İmaj çalışması işe yarar kuşkusuz, ama bir yere kadar. Onca imaj çalışmasının ardından toplumun önemli bir kesimini ‘iç düşman’ ilan ederseniz, halkın nefes aldığı demokrasiyi ‘rejim’ için tehdit olarak görürseniz, insan haklarına ‘bölücü’ ideoloji muamelesi yaparsanız ‘imaj hiçbir şeydir’.

Sivil toplum kuruluşları hakkında, gazeteciler hakkında ‘andıç’lar hazırlamak, toplum üzerinde ‘psikolojik operasyonlar’ tasarlamak ordunun imajını iyileştirmez. Ordunun itibarını yükseltecek, imajını düzeltecek olan şey; işini yapması ve işini iyi yapmasıdır. Ordu bunun yerine siyasete ve topluma yön vermeye kalkıştıkça ‘pop art’ın yaratıcısı Andy Warhol gelse ‘imaj’ yapmaya yetmez.

Zaman, 12 Eylül 2008

İhsan DAĞI

13.09.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün haberler

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır