20 Ekim 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Netanyahu gittikçe yalnızlaşıyor

TÜRKİYE ile İsrail arasında ne zaman bir sorun çıksa akla hemen aynı sorular gelir: Amerika’daki Musevi lobisi ne der? Bu sorunun Türkiye’ye bedeli ne olur? Filistin seçimlerinin hemen ardından Hamas lideri Halid Meşal’in Ankara’ya daveti, Davos’ta “one minute” krizi ve şimdi de Türkiye’nin “Anadolu Kartalı” tatbikatına İsrail’in katılmamasını istemesi gene aynı soruları gündeme getiriyor. Bir yerden sonra hep aynı basit soruları sormak kabak tadı vermeye başlıyor. Kanımca artık Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerine daha geniş bir pencereden bakmanın vakti çoktan geldi.

Her konuda “Amerika’daki Musevi lobisi ne der, ne bedel öderiz” diye sormak artık bölgesinde sorunlarını kendisi çözen ve bölge genelinde sorun değil çözüm üretmeye çalışan güçlü bir ülkeye yakışmıyor. “Komşularıyla sıfır sorun” stratejisini uygulayan ve bölge ülkeleriyle yakınlaşmak için açılım üstüne açılım yapan bir ülke herhalde durup dururken İsrail’le boş yere zorluk yaşamıyordur. Hele meseleye “Türk dış politikası artık İslamcıların elinde” veya “bu politikalar anti-semitizm sonucu ortaya çıkıyor” diye yaklaşanlar daha da büyük mantık hataları yapıyorlar.

Ankara’nın İsrail’e neden bu kadar tepki gösterdiğini anlamak aslında hiç zor değil. Şu an görevde bulunan Netanyahu hükümetinin ABD dahil bütün dünya ile arası bozuk. Filistin devletinin var oluş hakkını bile reddeden Netanyahu hükümeti, bir önceki yönetime oranla çok daha şahin ve yalnızdır. Netanyahu’nun taviz vermeyi bilmeyen, sert, küstah ve neredeyse ırkçı sayılacak Filistin politikası nedeniyle ortada üzerinde çalışılacak bir “Barış Süreci” kalmamıştır.

İsrail izole oluyor

Kaldı ki, İsrail devlet olarak Gazze’de yaptıkları nedeniyle bugün hâlâ töhmet altındadır. Gazze operasyonundan bu yana siyasi gelişmeler ülkeyi daha da sağa kaydırarak İsrail’i bütün dünyadan izole eder hale getirmiştir. Birleşmiş Milletler’in “Goldstone Raporu” da İsrail’i Gazze’de savaş suçu işlemekle itham ederek bu izolasyon sürecine ivme kazandırmıştır. Ortada böyle bir bölgesel ve uluslararası ortam varken, Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerin bu ortamdan etkilenmemesini beklemek hayalperestlik olur. Böyle bir ortamda, İsrail’in Filistinlilere karşı kullandığı savaş uçaklarının eğitimi için ev sahipliği yapmak kendi kamuoyunu ciddiye alan hiçbir ülke için kolay olmazdı.

Türkiye bütün bu nedenlerle İsrail’le ilişkilerine sadece Amerika ekseninden bakmaktan vazgeçmelidir. Aksini yapmak anlatmaya çalıştığımız siyasi ve bölgesel konjonktürü gözden kaçırır. Üstelik sürekli İsrail ve ABD arasında bire bir ilişki kuranlar belki de farkında olmadan “Zaten Amerika’yı Yahudiler yönetiyor” türü anti-semitizm kokan komplo teorilerini besliyorlar. Evet, Amerika’da güçlü bir Musevi lobisi vardır. Ancak bu lobi zannedildiği gibi bütün ülkeyi yönetmiyor. Eğer yönetseydi bugün ismi Barack Hüseyin Obama olan birisinin Beyaz Saray’da olması herhalde pek mümkün olmazdı.

Ayrıca çok önemli bir başka noktayı gözden kaçırmamak gerekiyor. Amerika ile İsrail arasındaki ilişkiler de artık hızla kabuk değiştiriyor. Amerika’da Obama’nın, İsrail’de Netanyahu’nun iktidara gelmesiyle Washington-Tel Aviv hattında ciddi sorunlar belirmeye başladı. Öyle ki artık Washington, Bush döneminde olduğu gibi artık körü körüne İsrail’in yaptığı her şeyi desteklemiyor. Eğer İsrail şu anda gittiği çizgide devam ederse ABD’nin İsrail’i otomatik olarak destekleme güdüsü daha da azalacaktır. Zaten İsrail’de bu durumun farkında olan muhalefetteki Kadima partisi Netanyahu’yu ülkeyi bütün dünyadan ve de en önemlisi Amerika’dan izole etmekle suçlamaktadır. Durum böyleyken Türkiye ile İsrail arasında yaşanan bu krizden zararlı çıkan tarafın Ankara olmayacağı ortada. Zararlı çıkan bölgede ve dünyada gittikçe yalnızlaşan Netanyahu yönetimi olacaktır.

Ömer Taşpınar Sabah, 19.10.2009

20.10.2009


İsrail’le kriz halinin sebeb-i hikmeti

TÜRKİYE-İsrail ilişkilerinde, Gazze’de 300’ü çocuk 1400’den fazla Filistinlinin canına mal olan 22 günlük saldırı-nın yol açtığı ‘one minute’ kapışmasından da derin bir krize girildi. Askeri ve siyasi retorik veçheleri olsa da temel-de ‘güvensizlikleri pekiştiren’ bir kriz hali bu.

Türkiye, geçen hafta İsrailli pilotların Filistin topraklarını vurmak için Konya semalarında antreman yapmalarına set çekti. Başbakan Tayyip Erdoğan, bu kararda ‘Türk halkının hassasiyetlerinin’ rol oynadığı izahı getirdi. Kendisi Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e ‘one minute’ diye çıkışırken, İsrailli pilotlara sağlanan eğitim imkânı, haklı eleştiriler almıştı. Anlaşılan, şimdi konjonktürün elvermesiyle Türkiye daha net tavır koyuyor. Gel gör ki, İsrail’in Konya’daki 3. ana jet üssü komutanlığındaki ‘Anadolu Kartalı’ eğitim tatbikatından çıkarılmasını askeri ilişkilerin askıya alındığına da yormamalıyız. Zira askeri sanayide pek çok işbirliği alanı var. Toplam proje değeri 650 milyon dolar olan M60 tank modernizasyonu hâlâ sürüyor. İnsansız hava uçakları Heron’larla ilgili 186 milyon dolarlık proje teknik sorunlara rağmen devam ediyor. İsrailliler F4 uçaklarının radarlarıyla ilgili SAR sistemini 140 milyon dolara yapıyor. Gene F4 ve F16’larda uçaklardan elde edilen görüntünün yer istasyonuna aktarılmasını sağlayan Datalink 16 adlı 120 milyon dolarlık proje var. Yani Konya kararı işin salt bir ayağı ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun hâlâ tecridin sürdüğü Gazze’de sorun yerli yerinde dururken, ‘Türkiye’nin İsrail’le birlikte askeri görüntü vermek istemediği’ sözlerinde anlamını buluyor.

Zamanlamanın ‘komşularla sıfır sorun’ politikası çerçevesinde Türkiye’nin Kafkasya’dan Balkanlara uzanan bir coğrafyada diplomasi atağına denk gelmesi manidar. Türkiye komşularıyla ilişkilerini geliştiriyor, eski nüfuz alanlarında etkinliğini artırıyor. Davutoğlu, Türkiye’nin iyi ilişkiler kurduğu bölge ülkelerini sıralarken, Mısır, Irak, İran, Suriye, Lübnan ve Suudi Arabistan’ı tek tek sayarken, İsrail’i anmıyor. Yani İsrail’le ilişkiler tersi istikamete gidiyor.

Türkiye’nin 1990’larda İsrail’le ilişkilerini ‘stratejik işbirliği’ düzeyinde tanımlaması, ‘güvenlik’ gerekçeleriyle -Irak/Suriye/İran’dan kaynaklı PKK terörü- izah edilir. Bu durum aynı zamanda Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik dış politikasını neredeyse tümüyle ABD-İsrail eksenine

oturtmuş olmasından kaynaklanır. İşte değişen bu. İsrail’in bölgede boyunu fazlaca aşan bir güce sahip ve bu gücünü kendinden başka kimsenin hayrına kullanmıyor olması büyük bir sorun. Obama yönetimi İsrail’i elbette feda edemez, lakin Amerikalılar genişleme stratejisinin parçası olan yerleşim birimlerini durdurması için söz dinletemedikleri İsrail’le ‘ne yapacaklarını’ tam ortaya koyamıyor. Türkiye ise İsrail karşısında aldığı pozisyonla ABD’ye mühim mesajlar yolluyor. Zira Davutoğlu’nun formüle ettiği dış politika vizyonuyla, İsrail’inki hiç mi hiç uyuşmuyor. Türkiye, giderek bölgede en yapıcı projeleri ortaya koyan, bu politikaların takipçisi görünümünde bir ülke. İsrail ise ‘etrafında biteviye düşmanlıklar tespit edip bunları varoluşsal tehdit’ algılıyor. Kutsal toprakları adil biçimde Filistinlilerle paylaşmadığı müddetçe de algılarının ötesinde bir politika izlemesi mümkün değil.

Hal böyle olunca, Türkiye, dış politikada yapıcı tavırlarıyla mütemadiyen puan toplarken; -AB’nin ilerleme raporunda eleştiri olmayan tek alan dış politika- İsrail, son Gazze saldırısıyla imaj erozyonunun had safhaya çıktığı bir ülke oluyor. ABD dahil Batı’nın İsrail’in Gazze saldırısında işlediği savaş suçlarını tespit eden 500 küsur sayfalık Goldstone raporunun BM Güvenlik Konseyi’ne havalesini önleyememesi manidar. İsrail’in politikalarına eleştirileri savuşturmak için kullandığı ‘anti-semitizm’ kartı, herkesin gözü önünde evlerin, hastanelerin, okulların fabrikaların yerle yeksan edildiği Gazze’den sonra o kadar işe yaramıyor.

Ceyda Karan / Radikal, 19.10.2009

20.10.2009


10 yıl sonra tarih tekerrür eder mi?

BUGÜN Mahmur Kampı’ndan ve Kandil’den içlerinde kadın ve çocukların da bulunduğu 34 kişi, son anda bir aksilik olmazsa Türkiye’ye geliyor. Medyada çok az yer bulmasına bakarak bunu “önemsiz” ve “sıradan” bir gelişme olarak nitelemek yanlış olur. Zira bu olayın, Kürt sorununun kalıcı bir şekilde çözümü için tarihi bir önem taşıması ihtimal dahilinde. Şöyle ki bugün yaşanacakların ışığında yeni grupların da ülkeye dönüş yapması söz konusu.

Daha şimdiden Avrupa’da bir PKK’lı grubun da dönüş hazırlıkları yaptığını biliyoruz. Eğer sözünü ettiğimiz üç grubun dönüşlerinde ciddi sorunlar yaşanmazsa, bunların devamı pekala gelebilir ve PKK’nın silahtan arındırılması mümkün olabilir.

Temennilerimizi bir yana bırakıp gerçeklerden hareketle bir analiz yapacak olursak, ilk aşamada on yıl geriye gitmemiz gerekiyor. Öcalan yakalanmasından kısa bir süre sonra hem ülke topraklarındaki PKK militanlarının yurtdışına çıkarılması, hem de bazı “barış grupları”nın teslim olması talimatını vermişti. Örgüt, çok ağır kayıplar vermesine rağmen (çok sayıda militan dönüş yolunda öldürüldü, yaralandı veya yakalandı; barış gruplarının üyeleri kamuoyu karşısına çıkma fırsatı yakalayamadan hemen tutuklandılar ve yıllarca hapis yattılar) her iki emri de yerine getirdi. Fakat PKK tarafından atılan bu iki kritik adıma devlet hiçbir cevap vermeyince Kürt sorunu ve PKK sorununun çözümünde ilerleme sağlanamadı.

Devletin 10 yıl önceki en büyük hatası (gafleti de diyebilirsiniz), cılız bazı itiraz ve uyarılara kulak asmayıp Öcalan’ın yakalanmasıyla PKK’nın tükenişe geçeceğini düşünmesiydi. Öcalan’ın içeriden yaptığı çağrıları ve attığı adımları, canını kurtarma kaygısına bağladılar ki bu tespit kısmen doğru olmakla birlikte yaşananları anlamakta hayli yetersizdi.

Çıkartılan dersler

Bugün de benzer bir eğilimin yeniden yeşermekte ve yeşertilmekte olduğunu söyleyebiliriz. Eğer, uluslararası konjonktür başta olmak üzere bir dizi gerekçeyle PKK’nın iyice tıkandığı ve yokoluşunun yakın olduğu şeklindeki değerlendirmeler devlette egemen olursa, yeni ve faturası çok daha ağır olacak bir hüsranın eşiğindeyiz demektir.

Zira başına ne gelmiş ve gelecek olursa olsun PKK’nın (veya onun yok olması durumunda yerini alacak yeni bir örgütün) çok güçlü bir toplumsal ve siyasal zemine sahip olduğu inkar edilemez. Kürt açılımı kapsamında ne yapılırsa yapılsın örgütün altından bu zeminin kaydırılması mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla PKK ve onu yönetenlerin razı olmayacağı bir çözüm arayışının nafile olacağı ortadadır.

Şahsen umutluyum çünkü 10 yıl önceki hatalardan ciddi dersler çıkarılmışa benziyor. Şu son “barış grupları” gelişmesi de bunun bir kanıtı. Şöyle ki, Öcalan’ın çağrısı (daha doğrusu talimatı) üzerinden çok az bir zaman geçmiş olmasına rağmen Mahmur’dan jet hızıyla bir grubun gelmesi ve Kandil ile Avrupa’da iki ayrı grubun da kuyruğa girmiş olması, üzerinde uzun zamandır çalışılmakta olan bir projeyle karşı karşıya olduğumuzu düşündürtüyor. Ortada iki seçenek var gözüküyor:

1) Devletin (galiba MİT’in) PKK ile doğrudan ya da dolaylı görüşmelerle bu proje kotarıldı ve Öcalan’a bu ilan ettirildi (çünkü bu tür bir teslim olmayı PKK ve onun tabanına Öcalan’dan başka kimsenin anlatabilmesi mümkün değil);

2) Öcalan bu projeyi çok önceden düşündü ve talimatını verdi, bunu kamuoyuna duyurmak için de hazırlıkların tamamlanmasını bekledi. Bu ikinci seçenekte de devletin doğrudan ya da dolaylı olarak sürece dahil olduğunu, en azından sıcak baktığını düşünebiliriz.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün o çok kısa cümlesi de bütün bunların devletin bilgisi ve onayıyla yaşandığını doğruluyor dersek çok mu abartmış oluruz? 10 yıl sonra tarihin tekerrür etmeyeceğini düşünüyorum ve sırf bu nedenle umutluyum.

Ruşen Çakır Vatan, 19.10.2009

20.10.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.