01 Kasım 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

‘Türk modernizmi’nin açmazı: Militarizm ve milliyetçilik

TÜRKİYE’NİN modernleşme tarihi, özellikle son 200 yılda yoğunluk kazanmış bir tarihtir. Askerin, ulemanın ve bürokrasinin Osmanlı’nın dağılmasını engellemek amacıyla başlattığı modernleşme girişimi, Temmuz 1908’deki İkinci Meşrutiyet müdahalesiyle bir sıçrama yaptı. Bu sıçramayı 31 Mart 1909 ayaklanmasına karşı yürütülen temizlik harekatı izledi.

Cumhuriyet’in kuruluşu, bu sürecin devamıydı. İttihat Terakki’nin önderliğinde başlatılan milliyetçi yeniden yapılanma Cumhuriyet döneminde ulus-devlet formülüyle yeni bir ivme kazandı. Türkiye’nin modernistleri ulus devleti milliyetçi bir ideoloji ile şekillendirdiler ve orduyu temel itici güç olarak kullandılar.

Cumhuriyet dönemi boyunca süren Kürtleri asimile etme projeleri, ‘tek ulus/tek devlet’ formülünün temel taşları arasındaydı. ‘İnkâr’ ve ‘imha’ Kürtler konusundaki temel yöntemdi. Tabii, gayrimüslim azınlıklar da ‘millileştirme’ hedefinden ve benzer yöntemlerden nasiplerini aldılar. 1942 yılında çıkarılan ve azınlıkları sürgüne gönderen Varlık Vergisi Kanunu yoluyla gayrimüslimler mülksüzleştirildiler. 6-7 Eylül 1955 saldırganlığının arkasında etnik temizleme hedefi yatıyordu.

***

Türk modernleşme projesinin temel ekseni yanıltıcı bir şekilde ‘ilerici-gerici’ paradigmasının üzerine kurulmak istendi. Kürtler kimlik direnişine geçtiklerinde onların ‘gerici’ olduğu ilan edildi. Şeyh Sait isyanı ‘dinci gericilik’ olarak gösterildi... Diğer Kürt isyanları da ‘yabancıların kışkırtması’ydı...

Elbette aynı yaklaşım, dindarlara karşı da uygulanıyordu. Dindarların Türk modernistlerinin istediği şekilde dönüştürülmeleri ve ‘modern yurttaşlara’ benzemeleri gerektiği düşünülüyordu... Tek partili sistem, bu süreç için ideal bir sistem olarak görülüyordu. Ordu ve bürokrasi, bu zoraki ‘dönüştürme’ işleminin ana güçleriydi. Buna akademyayı da ilave edebiliriz.

***

1950 yılında Demokrat Parti’nin seçim yoluyla tek başına iktidara gelmesi, bu kesimlerde bir şoka neden oldu. 1950 tarihini, ‘karşı devrim’in başladığı dönüm noktası olarak algıladılar.

Türkiye kendi ritmi içinde çok partili sisteme uyum sağlamaya çalışırken, modernistler histeri krizleri geçirmeye devam ettiler. 27 Mayıs 1960 askeri darbesi, bu krizin yarattığı ‘büyük patlama’ydı. Başarıya ulaşmadı... 1965 seçimlerinde onların istemediği Adalet Partisi

iktidara geldi. 12 Mart 1971’de yeniden bir hamle yaptılar. Bu kez hedeflerine ‘solcular’ da eklenmişti. Sonra, 12 Eylül 1980 askeri darbesi geldi. Yeniden Türkiye’yi yukarıdan aşağı şekillendirecek köklü değişikliklere imza atıldı.

Türk modernistlerinin demokrasiyle uyum sağlayamadıklarını ve dünyadaki yeni çağdaşlaşmayı anlamakta güçlük çektiklerini gösteren olaylar devam etti. Özal’ın iktidara gelişine de benzer şekilde tepki gösterdiler.

Milliyetçi ve içe kapanmacı çizgiyi giderek daha aşırı bir gösteriş haline getirdiler. Milliyetçi sembollere bağlılık ve militarizm hayranlığı bu kesimin vazgeçemediği unsurlar olarak öne çıktı.

***

Halkı değiştireceklerdi, toplumu dönüştüreceklerdi... Seçimleri önlerindeki en büyük engel olarak gördüler. Seçimler, onlar için, kurdukları sistemin pürüzsüz yüzeyini bozan sivilceler gibiydi. ‘Bir de şu seçimler olmasa demokrasiyi ne güzel yürütürdük’ şeklinde tanımlanabilecek bir mantığa sığındılar.

Seçimleri sürekli kaybettiler. Seçimleri kaybettikleri gerçeğiyle de yüzleşemediler, bir takım tuhaf istatistiksel hesaplamalarla kendilerini kandırdılar. İktidarı ellerinden kaçırmamak için bürokrasinin ve askerin siyasete müdahalesine olanak veren anayasal sistemlere sığındılar.

Toplum onların istediği gibi değişmiyor, onların istediği gibi hareket etmiyor. Onların dediğinin tersini yapıyor, onların beğenmediği partileri iktidara getiriyor, onların beğenmediği siyasetçilere sahip çıkıyor. Onların formüllerinin hiçbir şekilde hesaplayamadığı davranışlar ve eğilimler sergilemekte ısrar ediyor.

Türkiye demokrasi yönünde ilerliyor, 21. yüzyıl standartlarına uygun hale geliyor/getiriliyor. Etkisini adım adım arttıran, kimliğini bulmayı ve kabul ettirmeyi başarma yolunda ilerleyen bir ülkeye dönüşüyor. Modernleşmeyi kendisine meslek edinmiş modernistlerimiz bu değişime öfke duyuyor,

dışlanmış olmanın, iktidardaki gücü yitirmenin hayal kırıklığını yaşıyorlar. Enerjilerini karamsarlıktan aldıkları için, olumlu gelişmeleri görmek istemiyorlar. İçinde bulundukları algılama bozukluğu, streslerini sürekli arttırıyor.

‘Türk modernizmi’ iflas etmiş vaziyette. ‘Türk modernizmi’nin tahtası taban yapmış durumda, ama hala iflas açıklaması yapılmıyor. Türk modernistleri ortaya çıkan tablo karşısında, anlamsız bir şekilde milliyetçiliğe ve militarizme daha fazla sarılıyorlar. Bu sarmal içinde daha da tutuculaşıp, gelişme sürecine engel oluşturma isteklerini ve eğilimlerini şiddetlendiriyorlar.

Günümüzün somut gerçeklerinden uzakta, ruhsal dünyalarında algıladıkları sanal gerçekliğe, tahayyül dünyalarında kurguladıkları sanal Türkiye kurgusuna odaklanmış şekilde, 70-80 yıl öncenin öykülerini ve sembollerini sürekli yeniden üreterek yaşamaya devam ediyorlar.

Reel dünyaya sırt çevirmiş bir tarikat gibiler adeta...

Oral Çalışlar / Radikal, 31.10.2009

01.11.2009


Militarizm çöküyor mu?

ÖNCE militarizm ile ne kastettiğimi tekrarlayayım. Militarizm kavramı üç değişik anlamda kullanılıyor. Birincisi, “siyasal çözüm”ün karşıtı olarak “askeri çözüm” yandaşlığı. Yani, toplumsal sorunların tarafların aralarında konuşarak-uzlaşarak değil, ancak taraflardan birinin iradesini diğerine silahla, zorla kabul ettirmesiyle çözülebileceğine dair inanç anlamında militarizm.

İkincisi, mutlak disiplin ve verilen emre itaat gibi, ordulara has ilkelerin bütün topluma hakim olmasından, “kışla gibi toplum”dan yana oluşu ifade ediyor. Üçüncü anlamı ise, toplumu en iyi askerlerin yönetebileceğine dair inanışı anlatıyor. Her üç türüyle militarizmin hakim olmasının bir ülkeyi faşizme götüreceğini sanırım eklemeye lüzum yok.

Giderek genişleme eğilimi gösteren Ergenekon davasının, TSK içindeki ve dışındaki Türkiye’yi bir askeri rejim altına sokma çabasında olan kişilerin tümüyle ortaya çıkarılıp hak ettikleri cezalara çarptırılmalarıyla sonuçlanıp sonuçlanmayacağını bilemiyorum. Ancak temkinli bir iyimserlikle, genişleyen demokrasimiz sayesinde Türkiye’de militarizmin her üç türünün de, her gün yeni tezahürlerine ve pompalanmalarına tanık olsak dahi, güçlerini yitirmekte, marjinalleşmekte olduğunu söyleyebiliriz. Neden?

“Askeri çözüm”cülerle başlayalım. AKP hükümetinin silahların susması için giriştiği (TSK’dan da dolaylı destek gördüğü anlaşılan) “Kürt açılımı,” DTP’nin uzun zamandır bu yolda harcadığı çabalar, nihayet PKK’nın silahlı mücadeleyle bir yere varamayacağını görmesi, Kürtlere dillerini ve kültürlerini özgürce yaşama imkânının tanınması halinde silahları bırakmaya karar vermesi, açıktır ki, 25 yıldır devam eden ve (ezici çoğunluğu Kürt) 40 bin dolayında yurttaşımızın canına mal olan iç çatışmanın galibi olamayacağı, askeri çözüm olamayacağı bilincinin nihayet her iki tarafta da hakim olmaya başladığının işaretleri.

Askeri çözümün niçin olamayacağını Metin Münir harika yazısında şöyle anlattı: “Bu iş silah gücüyle hallolur mu sanıyorsunuz? Bu süreci siyasi çıkar için sabote edenlerin başında gelen Baykal ve Bahçeli’nin sizi veya onları kurtaracak bir formülü mü var sanıyorsunuz? Onlar yüzlerden tebessümü, kalplerden ümit ve sevgiyi çalmakta uzmandırlar. Melodramatik milliyetçi köşe yazarlarından da hayır beklemeyin. Suyu kurumuş denizlerin yüzme şampiyonudur bu kof vatanseverler ve onlarda da çözüm yoktur. Bu resmi çok yanlış okudunuz. Seçenek yenme veya yenilme arasında değildir, çünkü bu işten ya her iki taraf galip çıkacak ya da her iki taraf mağlup...” (Milliyet, 28 Ekim)

“Kışla gibi toplum” isteyenlerin saflarının öteden beri sınırlı olduğunun, her askeri müdahaleden sonra yapılan ilk seçimi militarist projeye en zıt partinin açık farkla kazanmasından daha iyi bir göstergesi olabilir mi? Nihayet, “Darbe Günlükleri”nin yazıldığı günlerden “AKP ve Gülen’i bitirme planı”na kadar yaşayıp gördüklerimiz, toplumu en iyi askerlerin yönetebileceğine inanç anlamında militarizmin, bizzat TSK bünyesinde can çekişmekte olduğuna işaret etmiyor mu?

Evet, militarizm çöküyor, çünkü şunlar giderek daha iyi görülüyor: Askeri darbelerle tesis edilen bürokratik vesayet rejimi, sorunları ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramadı. “En iyi asker bilir” zihniyeti, en büyük zararı orduya verdi. “AKP ve Gülen’i bitirme planı” ile zirveye tırmanan, andıçlarla, yalan ve iftirayla siyasete yön verme çabaları, ne yazık ki (bizzat cuntacıların itiraf ettikleri gibi) ordunun imajını örseledi. Siyasete boğulması, en iyi Aktütün ve Dağlıca vakalarında görüldüğü üzere, ordunun işini doğru düzgün yapmasını engeller hale geldi. “Kâğıt parçası” vakası, siyasete boğulmanın ordu saflarında bölünmeye, dolayısıyla disiplininin ağır yara almasına yol açtığını göstermiyor mu? 2002’den bu yana ordu saflarının cuntacılar ile onlara karşı çıkanlar arasında mücadeleye sahne olduğunu görmüyor muyuz? Çare askerle siyaset arasına duvar çekmektir.

Şahin Alpay / Zaman, 31.10.2009

01.11.2009


Tabloya bir başka açıdan bakarsak...

ACABA konuya biraz farklı bir açıdan bakılamaz mı?

Şöyle: ‘İrtica ile Mücadele Planı’ diye de anılan artık ıslak imzalı nüshası da yetkililerin eline geçtiği için ‘sahici’ olduğu kuşkusu artan belge askerin ‘rutin’ işlerinden olmasın?

‘Yeni komutan geldiğinde yapılacak işler’ başlıklı listenin ilk sırasında yer aldığı için ona sormaya bile gerek kalmadan otomatik olarak hazırlanan bir çalışma söz konusu olamaz mı? Geçmişte deşifre olmuş ‘andıçlar’ fasilesinden ‘olağan’ bir çalışmaysa ‘İrtica ile Mücadele Planı’, günlerdir tartıştığımız sorunu, askerin, belgenin deşifre olması ile sınırlı görmesi doğal değil midir?

İlk bakışta biraz aykırı gelse de, ‘askere yakın’ bilinen yazarlar tarafından kaleme alınan makalelerden benim çıkardığım sonuç bu: Böyle bir planın içeriği üzerinde fazlaca durulmasını anlamıyorlar; esas üzerinde durulması gereken, ‘bir ihbarcı subay’ tarafından belgenin savcılığa gönderilmesi ve oradan da medyaya sızması onlara göre...

Bir “Belge sahici olsa ne olur, irticayla mücadele askerin görevi değil mi?” diye sormadıkları kaldı...

Vaktiyle ‘ıslak imza’ eksikliği sebebiyle tümüyle inkâr ettikleri için hafifçe bir mahcubiyet hissi duymamış olsalardı bu açıklıkta da sorabilirlerdi; şimdilik etrafında dolaşıp aynı kapıya çıkacak yorumlar yapıyorlar.

Peki ya onların bize ters gelen bu yaklaşımları ‘doğru’ ise?

Askerin olayı sâkin karşılaması karargâhta da benzer bir değerlendirme yapılmış olabileceğini düşündürüyor.

Şöyle düşünün: Albay Dursun Çiçek’in yerinde bir başka subay da olsa o konumdaki bir askerin ‘öncelikli işler listesi’ yüzünden yapmak zorunda olduğu bir çalışma ise ‘İrtica ile Mücadele Planı’? Medyaya sızan belgenin içinde yer alan görüşler ve tavsiye edilen eylemler yıllardan beri her komutana arz edilen benzer raporlardan farklı değilse?

Üzerinde düşünmenizi istediğim soru budur...

Tabii o noktada durmamalı ve böyle bir ihtimali mümkün kılan yasal şartları ortadan kaldırmak için çaba göstermelisiniz...

Hızla değişen bir ülke Türkiye... Bundan kısa süre öncesine kadar olması mümkün görülmeyen pek çok yeniliği birbiri ardına yaşıyoruz. İçine kapanık, etrafıyla sorunlu, neredeyse kendi yağıyla kavrulan bir ülke olmaktan hızla uzaklaşıp bölgede sözü dinlenen, büyükler nezdinde itibar gören, ekonomisi büyüyen bir ülkeye dönüştük. Bunu sağlayan, Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne (AB) tam üyelik perspektifine konuşlandırma cesareti eşliğinde gelen demokratik yapının sağlamlaştırılması oldu.

Demokrasiyi birinci sınıf yapma gayreti ülkemizi birinci lige ha soktu, ha sokacak...

Birinci lige çıkmak neyi gerektiriyorsa onları yerine getiriyor Türkiye; bütün kurallar ve kurumlar bu değişime göre yeniden konuşlanma çabasında. Hukukta, sosyal hayatta, siyasette meydana gelen hızlı değişimi hepimiz görebiliyoruz; tek aksayan alan ‘asker-sivil ilişkileri’...

Asker de bu yeni dönemin özelliklerini fark ediyor elbette, büyük ihtimalle değişime ayak uydurma yolunda adımlar da atıyor...

Sonuç? Alışkanlıklar, oluşmuş gelenekler, kullanma kılavuzları, yapılacak işler listeleri, hatta yasalar değişimi yavaşlatıyor...

Bu noktada askere yardım etmek daha doğru olmaz mı? Elbette belgeyle ilgili hukuki süreç devam etmeli, fakat aynı anda bazılarının siyasete doğrudan müdahale izni olarak yorumladıkları ‘İçhizmet Yasası’nın ünlü 35. maddesini olgun bir demokrasiye uygun biçimde değiştirmek neden düşünülmüyor?

Düşünülmeli.

Fehmi Koru Yeni Şafak, 31.10.2009

01.11.2009


Komutan korkutan cunta

BİZ toplum olarak artık şerbetlendik; cuntadan, darbeden falan kolay kolay korkmuyoruz. Ordunun başındaki komutanlar herkesten daha fazla korkuyor bu tür girişimlerden.

Çünkü cuntacılık Türk Silahlı Kuvvetleri’ne sirayet etmiş öldürücü bir hastalık. Bildiğimiz kadarıyla demokrasimizin bu kısa tarihi boyunca cuntaların eksik olduğu bir dönem yok.

Gerçi cunta yapılanmalarının ordunun komuta kademesini de rahatsız ettiği dönemler oldu. Çünkü erken kalkanın cunta kurduğu ve her cuntanın diğeri için tehdit oluşturduğu bir ortamdan söz ediyoruz. Ama nasıl baş edilebilirdi bu hastalıkla? Komutanlar düşündüler, taşındılar ve en sonunda cuntacılığın panzehiri olarak “emir komuta zinciri içinde darbe” alternatifini buldular!

12 Eylül’ün övündüğü başarılarından biri de orduda uyumu sağlamak ve darbeyi emir komuta zinciri içinde gerçekleştirmiş olmaktı.

Bize manasız, hatta komik gelen bu detay komutanlar için çok önemli. Çünkü birilerinin emir komuta dışında hareket ediyor olması, bırakın komutanları, hiçbir yönetici için de kabul edilebilir değildir.

Bir de “Erdelhun kompleksi” var. Döneminin Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun, 27 Mayıs darbecileri tarafından “hükümetin emrinde görev yaptığı” gerekçesiyle Yassıada’ya gönderilip askerlerin tekmeli tokatlı nezareti altında “yargılanmıştı”.

O gün bugündür bütün komutanların “Erdelhun kompleksi” içinde altlarındaki hareketlenmelere duyarlık gösterdiği biliniyor.

***

Galiba şimdilerde buna ilaveten bir de “Hilmi Özkök kompleksi” oluşmuş bulunuyor.

Hilmi Özkök, biliyorsunuz, Genelkurmay’ın internet sitesindeki biyografisine bile “Başbakana karşı sorumlu” olduğunu yazdırmıştı. Yanındaki kuvvet komutanlarının neredeyse tamamının içinde olduğu darbe girişimlerini engellemek için nasıl gayret gösterdiği bugünlerde daha net ortaya çıkıyor.

Daha sonra hem Büyükanıt hem de Başbuğ bir yandan selefleri Hilmi Özkök’ün anlayışını devam ettirdiler, ama diğer yandan Hilmi Özkök gibi görünmekten korktular.

Çünkü astlarının gözünde “siyasi iktidarla işbirliği yapan komutan” olarak yer etmek, gazete köşelerinde “AKP’nin paşası” diye alaylı saldırılara maruz kalmak istemiyorlardı.

Büyükanıt bu yüzden 27 Nisan muhtırası gibi bir çılgınlığın içinde olabildi. Öyle anlaşılıyor ki Başbuğ da yine bu yüzden Ergenekonculara sahip çıkar görünmeyi, cuntacılıkla suçlananları savunuyor pozisyonda olmayı kendi adına yararlı gördü.

Ama diğer taraftan mevcut iktidarın hem dış politikada yürüttüğü açılımlara hem de ülke içindeki normalleşme sürecine TSK’nın desteği Başbuğ döneminde en üst seviyelere ulaştı.

Onun için Başbuğ’u cuntaları örgütleyen bir komutan olarak değil, ordu içindeki cunta faaliyetlerine “elinden geldiğince” engel olmaya çalışırken bir yandan da cuntacılara şirin görünme zorunluluğu duyan bir komutan olarak tanımlamak daha doğru olur.

Dolayısıyla bugünkü komutan değişip yerine başkası da gelse bunun problemin çözümü yolunda çok fazla yarar getireceği kuşkulu.

Öncelikle komutanların “Erdelhun kompleksi”yle veya “Özkök kompleksi”yle hareket etmelerine yol açan psikolojik ortamın nasıl dönüştürüleceğini düşünmek lazım.

Aynı zamanda başlarındaki komutanlarını “siyasi iktidarla uyum içinde” olduğu için “işbirlikçi” sayan bir anlayışın, yani silahlı kuvvetlerdeki “siyaset kültürü”nün sorgulanması gerekiyor.

İbrahim Kiras Star, 31.10.2009

01.11.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.