18 Kasım 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Türkler’in Türkü (?)

BaşlIktakİ saçmalığı ilk anda fark ettiğinizden eminim. Ne demek “Türkler’in Türkü?”Bu sözü ben ürettim.

Ama asıl kaynağı Sayın Baykal.

Meclis görüşmelerinde o, hükümetin memleketi ayrıştırdığını, Türk milletini bölüp parçaladığını ifade ederken, “etnisite” ve “millet” kavramlarına açıklık getirme ihtiyacı duydu ve mealen şöyle bir şeyler söyledi:

- Aslında Kürt, Arnavut, Çerkez vs... Bunlar, Türkiye’de yaşayan farklı etnisitelerdir. Ama “Türk milleti” böyle bir etnik tanımlama değildir. O yüzden başka yerlerde yaşayan Kürtler’den, Arnavutlar’dan, Araplar’dan farklıdır. Yani bizim Kürtlerimiz “Türkler’in Kürtü”, bizim Arnavutlarımız “Türkler’in Arnavutu”, bizim Araplarımız “Türkler’in Arabı”dır!

Ben de bu yaklaşımdan yola çıkarak herhalde Sayın Baykal’a göre Türkiye’de yaşayan Türkler de “Türkler’in Türkü”dür çıkarımını yaptım.

Değil mi ama?..

“Türk Milleti” etnik bir tanımlama değilse, tıpkı Kürtler, Arnavutlar gibi bir de “Türk” etnisitesini ifade etmek üzere “Türkler’in Türkü” tanımlaması yapmak gerekiyor.

Tabii, bütün bu söylenenlerin içinde bir problem bulunduğu açık.

Ve bunu Baykal’ın fark etmemesi de imkansız.

Ama o, işin içinden nasıl çıkılacağını kestiremiyor olmalı ki, böyle absürt izahlara yöneliyor.

Şimdi bakın nasıl tamlamalar çıkıyor bu mantıktan hareket ettiğinizde:

- Bulgaristan’dakiler Bulgarlar’ın Türkü.

- Rusya’dakiler, Ruslar’ın Türkü.

- Irak’takiler Araplar’ın Türkü.

- Yunanistan’dakiler Yunanlılar’ın Türkü.

- Çin’dekiler, Çinliler’in Türkü.

Almanya’dakiler Almanlar’ın Türkü... Hollandalılar’ın, Fransızlar’ın vs...

İsterseniz Kuzey Irak’ı da sayın:

Kuzey Irak’takiler de Kürtler’in Türkü...

Nasıl, tutarlı mı?

Ne demiş Tarihçi Prof. Dr. Halil İnalcık?

“Türkiye Cumhuriyeti Türk devleti olarak, belli bir etnik grubun devleti olarak kuruldu. Tamamen bir antitez olarak geldi.

“Milyonları bulan azınlıklar kendi milli bilincini oluşturdu. Türk milletinin bir parçası değiliz” hissiyatı var.

“Türkiye Cumhuriyeti temelinden sarsılıyor. Üçüncü nesil ciddi problemlerle karşı karşıya ama bu tabii bir durum.

“İşbirliği gerek, hakaretle olmaz. Türkiye’nin tehlikeli bir geçitten geçtiğini anlamalı devlet adamları.” (Milliyet, 16 Kasım 2009, Şükran Pakkan’ın haberi.)

Bunlar ürkütücü ama gerçekçi tespitler.

Doğru okumak ve doğru çıkış yolları bulmak gerekiyor.

DTP Genel Başkanı Ahmet Türk, “Bizim amacımız bölücülük olsa Onur Öymen’in konuşmasını alkışlardım” diyor. Niye böyle söylüyor çünkü Öymen’in Dersim sözleri, insanlarda karşıt kinler üretiyor. Daha önce “Kürtçü bir lider olsam...” başlıklı yazımda ben de yazdım. CHP -MHP söylemleri karşıt kışkırtmalar için birebir malzeme niteliği taşıyor.

“Türkler’in Kürtü” ifadesinin herhangi bir Kürt topluluğunda nasıl tepki doğuracağını tahmin etmek zor mudur?

Meclis görüşmelerinde Ahmet Türk’ün konuşmasındaki bir hassasiyet benim dikkatimi çekti. DTP lideri sanki kendi duruşlarını Türkiye’nin bütününe anlatmak gibi bir kaygı yerleştirmişti konuşmasının bütününe... Sanki, “Türkler”de Habur’la başlayan “kaygı”yı, izale etme, duyguları rencide etmeme hassasiyeti vardı.

Dün, Milliyet’ten Devrim Sevimay’a verdiği mülakatta da onu gözlemledim:

Diyor ki:

“Aslında görülmeyen şey budur: Bölgede halkın ne kadar politize olduğu... Belki PKK’yı da aşan bazı şeyler oluyor.”

Doğrusu ben bunları, bir sosyolojik tespit olarak görmeyi doğru bulurum.

Yani ne diyor Ahmet Türk:

- Bölge halkı bizim hatta PKK’nın kontrol edemeyeceği kadar politize oldu.

Çocuklar polise taş atarken, düne kadar evinden çıkmamış bölge kadınları parmaklarıyla zafer işareti yaparak yürürken bunu görmek lazım.

Bu görüntüleri benimsemeyebilirsiniz, zafer işaretlerinin arkasındaki duyguları “yok edilmesi gereken duygular” olarak da görebilirsiniz.

Ama bunlardan kurtulmak için Dersim’i ya da Takrir-i Sükun uygulamalarını aklınıza getiriyorsanız, nafile bir çaba içindesiniz demektir ve bu duruşunuz sadece, bölgedeki politik bilinci besler ve Ahmet Türk’ün kaygı ile ifade ettiği gibi “ayrışma başlar.”

Halil İnalcık’ın gördüğü tehlikeyi görmek lazım.

Baykal, konuyu “millet tanımı”na odaklıyor. Yanlış değil. Ama “millet” tanımı yanlış ve oradan hareketle bulduğu çözüm formülü yanlış.

Şu anda Türkiye’nin önünde “Yeni durumda Türkiye’de farklı etnisiteleri nasıl aynı idealde buluşturabiliriz” gibi hayati bir soru bulunuyor.

Ahmet Taşgetiren Bugün, 17.11.2009

18.11.2009


Darbeciler gidecek mi, kalacak mı?

İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesi, ‘Albay Dursun Çiçek’in üzerine atılı suçları işlediğine dair kuvvetli bir şüphe bulunmadığı’ gerekçesiyle tutuklama talebiyle sevkedilen sanığı tahliye kararı verdi. Çiçek’in tutuklanmak istenmesinin sebebi, imzaladığı ‘İrticayla Mücadele Eylem Plânı’nın baştan ayağa suç teşkil etmesiydi. ‘Islak imza’ denilen asıl kopya ortaya çıkmış ve Çiçek’e ait olduğu teknik olarak ispatlanmıştı.

Bu durumda 9. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği tahliye kararıyla, ya yetkili kuruluşun teknik raporu kabul edilmiyor ya da İrticayla Mücadele Eylem Plânı’nın suç teşkil etmediği düşünülüyor. Her iki ihtimal de vahimdir ve sözkonusu mahkemenin hukuka aykırı karar verdiğini gösterir. İnsanın aklına ister istemez, sanık Eruygur’un eşinin ‘Filânca mahkemeler bizdenmiş’ iddiasını getiriyor.

Neticede, çok sayıda kişi Ergenekon Soruşturması’nda tutuklu olarak bulunurken, TSK içinde darbe hazırlıkları yapanlar, bilgi destek planları hazırlayanlar, suç teşkil eden yazılı metinleri hiyerarşik şekilde imzalayanlar, ellerini kollarını sallayarak dolaşıyorlar.

Dünkü gazetelerde, ikinci bir ihbarcı subayın yüzlerce dosyalık bilgisayar kayıtlarını savcılığa gönderdiği haberi vardı. Bu kayıtlarda, Türkiye’de herkesin bakanlar dahil fişlendiği, illerin etnik ve mezhebî yapılarının incelendiği ve ortalığı karıştırmak için nasıl plânlar yapıldığı görülüyor. Bütün bu faaliyetlerin Türkiye’ye ne kadar zararlı olduğunu ve açıkça suç oluşturduğunu uzun uzadıya anlatmaya herhalde lüzum yoktur.

«««

12 Eylül sabahı yayınlanan Millî Güvenlik Konseyi (darbe örgütü) Bildirisi’nde aynen, ‘Türk Silâhlı Kuvvetlerinin, kendisine İç Hizmet Yasası ile verilmiş olan tarihî görevi’nden bahsedilmekteydi. 4 Ocak 1961 tarihli ve 211 sayılı ‘Türk Silâhlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesinde, ‘Silâhlı Kuvvetlerin vazifesi, Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır’ hükmü vardı ve bu hüküm darbe gerekçesi olarak yorumlanamazdı.

TSK’nın görevi ‘yurt savunması’dır. Anayasa’nın 117. maddesinde bu görev belirtilmiş ve TSK’nın komutanı olan Genelkurmay Başkanı, görev ve yetkilerinden dolayı Başbakan’a karşı sorumlu kılınmıştır. 31.7.1970 tarih ve 1324 sayılı ‘Genelkurmay Başkanının Görev ve Yetkileri Hakkındaki Kanun’da, ‘Genelkurmay Başkanı, Silâhlı Kuvvetlerin savaşa hazırlanmasında; personel, istihbarat, harekât, teşkilât, eğitim, öğretim ve lojistik hizmetlerine ait ilke ve öncelikler ile ana programlarını tespit eder’ hükmü vardır. Görüldüğü gibi, TSK’nın ve Genelkurmay’ın görevleri arasında, eylem plânları , bilgi destek plânları, andıçlar hazırlamak, insanları fişlemek ve DARBECİLİK yapmak yoktur.

«««

27 Nisan 2007 Muhtırası ile TSK içinde darbeci yapılanmanın olduğu ve bunun Genelkurmay Başkanlığı seviyesine kadar ulaştığı açıkça ortaya çıkmıştır. Eski Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt’ın Muhtıra konusunda emrivâki ile karşılaştığını ve Muhtırayı imzalamak zorunda kaldığını düşünüyoruz. Ancak bu durum, darbeci odakların tepe noktasına kadar tırmandığı gerçeğini değiştiremez. Nitekim, son dönemde açığa çıkan darbe hazırlık belgelerinin, TSK’nın siyasete nasıl müdahale ettiğini gösteren ve suç ihtiva eden dokümanların inkâr edilemeyecek bir kesinlikle ortada bulunduğu gerçektir. Bazı emekli askerlerin, bunun normal olduğunu iddia etmeleri durumu değiştirmeyecektir.

İllegal darbe belgeleri sadece bir albayın imzaladığı mâhut yazıdan ibaret değildir. Ele geçirilen belgelerde, ne yazık ki 1. Ordu Komutanı’nın ve Genelkurmay Harekât Başkanı’nın da ilgisi ve sorumluluğu vardır.

Daha önce de müteaddit defalar yazdığımız gibi, niyetimiz bekçi dövmek değil üzüm yemektir. Ne yardan vazgeçebiliriz, ne de serden... Güçlü ve itibarlı ordu da , demokratik rejim de vazgeçemeyeceğimiz değerlerimizdir.

Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ’un bu illegal ve antidemokratik hareketlerin dışında kaldığını varsayıyor; ondan ve kuvvet komutanlarından TSK içinde artık varlığı ispatlanan ve herkes tarafından bilinen darbeci kişi ve odakları, -Hükûmetin müdahalesine lüzum kalmadan- tasfiye etmelerini bekliyoruz.

Türkiye’de, özellikle bu kritik geçiş döneminde darbe yapmak vatana ihanettir. Ocakçılık gayretiyle bu düşüncede olanlar bu tehlikeli düşüncelerini değiştirmek zorundadırlar. Bu durumda tek çare darbecilerin tasfiyesidir.

Bu tasfiye gerçekleştirilmediği takdirde, demokratik rejimi rayına oturtabilmek için Hükûmetin ve Başbakan’ın gereğini yapması elzem hâle gelecektir.

Hasan Celal Güzel, Radikal, 17.11.2009

18.11.2009


Suç

Sİstem köklerine kadar sallanıyor. Önce “tek partiyle” sonra da “tek parti zihniyetiyle” yönetilen, ceza yasasını “faşist” İtalya’dan alan, Kürtleri, Alevileri, dindarları, solcuları, demokratları bazen öldürüp, bazen hapseden, kendi halkıyla sorunlar yaşayan, kendi halkını “psikolojik bir savaşın” hedefi yapan, “asker-sivil bürokrasiyi” devlet gibi, milleti ise bir “sömürge halkı” gibi gören, sadece devletin istediği gibi düşünülmesini, devletin istediği gibi yaşanılmasını, devletin istediği gibi ibadet edilmesini dikte ettiren, halkını ezen, sindiren, bastıran bir sistem yıkılmaya hazırlanıyor.

Yıkılmakta olan bu sisteme “Kemalizm” deniyor.

Neden “Kemalizm” dendiğini Neşe Düzel’in Taha Akyol’la yaptığı muhteşem konuşmada görüyoruz çünkü bu konuşmayla açıkça anlaşılıyor ki bu yapının kurulmasını isteyen, bu yapıyı savunan bizzat Mustafa Kemal Atatürk’ün kendisi.

Onun için bu sistem onun adını taşıyor.

İktidarlarını sürdürebilmek için “her yolu mubah” gören Kemalistler sıkıştıklarını anlayınca yapabilecekleri en tehlikeli ve bence en “hainâne” hamlelerini yapıp “ulu önderlerini” ateş menziline atıyorlar.

Arkasına saklandıkları ve asla “eleştirilemeyeceğine” inandıkları Atatürk’ü bu çekişmenin son safhasında bir “kalkan” gibi kullanıyorlar. Hiçbir “anti Kemalist’in” açıkça sormak istemeyeceği bir soruyu, Atatürk’ün “kurduğu” CHP’nin yöneticisi kendi savunabilmek için Akşam gazetesine verdiği demeçte soruyor:

“Atatürk faşist miydi?”

Kürt barışını engellemek için “Dersim katliamında Atatürk’ün kanlı önlemlerinin” arkasına sığındıktan sonra CHP’nin bu soruyu sorması da artık kaçınılmaz hale geliyor.

Ve, insanları iki şıktan birini seçmeye zorluyorlar.

Ya Dersim katliamını onaylayıp “çok doğru bir katliamdı” diyeceğiz ya da o katliama karşı çıkıp Atatürk’ün “faşist metotlar” uyguladığını söyleyeceğiz.

Buna gerek var mıydı?

Bence yoktu.

Atatürk’ü “mavi gözlü, sarışın, yakışıklı, iyi kalpli, modernist” görüntüsü içinde tarihin sayfalarına bırakabilir, bugünü bugünün koşullarıyla konuşabilirdik.

Ama Kemalistlerin “bugünün koşullarına” uygun olarak söyleyecekleri hiçbir lafları yok, onlar da bir çıkmazdalar, ya son kozlarını oynayıp Atatürk’ü tartışmaya sürecekler, ya da iktidardan usulünce çekilecekler.

İktidardan çekilmeye razı olamıyorlar.

Bundan sonra Atatürk’ün bütün gerçekleriyle tartışılmasından başka çare kalmıyor.

Akyol’un Düzel’e anlattığı Atatürk, “baskıcı, benmerkezci, sertlik yanlısı, katliamları bizzat planlayan” kimliğiyle tartışma gündeminde yer alacak.

Üstelik de en büyük darbeyi kendi taraftarlarından yiyecek.

“Dersim katliamını” gündeme getirenlerin de “Atatürk’ün faşist olup olmadığını” soranların da Kemalistler olacağı doğrusu akla gelmezdi.

Sanırım bu, “kaybedilmiş” bir savaşın son aşamasında yaşanan şaşkınlıktan kaynaklanıyor.

Bu şaşkınlık sadece CHP’de yok, ordunun yönetim kademelerinde de aynı savrukluğu görüyoruz.

Darbe planı hazırladığı belgelerle kanıtlanan bir albayı kurtarmak için hukuku bu kadar zorlamaya gerek yoktu.

Tarihin ve hayatın orduya verdiği emir çok açıktı:

“Siyasetten çekil, Kemalist bir sistem için direnme, demokrasinin yolunu aç.” Bunu anlamadılar ya da anlamak istemediler.

Bana sorarsanız Albay Dursun Çiçek’i hukuku böylesine zorlayarak kurtarmaya uğraşmak büyük bir hataydı.

Siyasetten usulünce çekilebilirlerdi.

Şimdi ordunun çekilmeyeceği anlaşılınca işler daha keskinleşecek ve “suç belgeleri” birer birer ortaya dökülecek.

Çünkü ordunun içinde “demokrasi” isteyen güçler var ve onlar ordunun bütün “sırlarını” biliyorlar.

O “sırların” çoğu da işlenen “suçlarla” ilgili.

Biz bugün bir belge yayımlıyoruz, Genelkurmay hukukçularının hazırladığı raporda, daha önce Taraf'ta yayımlanan “Lahika’nın hükümeti devirme suçu” kapsamına girdiği, cezasının müebbet olduğu söyleniyor ve belgenin “imha edilmesi” öneriliyor.

“Müebbetlik” bir suç işlendiğini bizzat Genelkurmay hukukçularının söylediği bir belge var şimdi savcıların elinde.

Öyle bir noktaya doğru gidiyoruz ki ya Cemil Koçak’ın gene Neşe Düzel’e söylediği gibi ordu “darbe” yapacak ya da siyasetten çekilmemek için hukuku böyle zorlayarak ordunun bütün üst kademesini “sanık” durumuna sokacak.

Bu kadar zorlamanın bir anlamı yoktu.

Kendi halkını “yabancı” gören bir sistem seksen yıllık bir iktidardan sonra dönemini bitirdi, artık devam etmesi mümkün değil.

İktidardan çekilmek niye bu kadar zor?

Değer mi bütün bunlara?

Umarım, “değmez” diyecek aklı gösterirler.

Ahmet Altan, Taraf, 17.11.2009

18.11.2009


Orduda gelenek bozuluyor

Gelenek neydi? Hukuksuzluğun kralını gerçekleştirdikten sonra... Hukuk adına huzursuzlananlara dönüp:

-Höt, diye bağırmaktı. Zaten TSK Gazetecileri...“Kilit haberleşmeciler”...

Sonucu belli çakma anket yapan anketçiler...

Askeriyeye övgü düzen karton filmler...

Yandaş Sivil Toplum Örgütleri...

Hukuksuzluğu alkışlamaya hazırdı.

Yeter ki, “höt” diye bağırarak korkut, sonra “hukuk tanımazlığa” tam gaz devam...

«««

Şemdinli’de de böyle yapmadılar mı?

Bombayı atıp kaçanlar...

Onların arabaları...

Bagajdaki mühimmat...

Savcıya ateş açıp bir kişiyi öldüren çavuş...

Bunların hepsi yakalandı.

Bunun karşılığı ne oldu?

Allem edip kallem edip sivil mahkemenin 39 yıl verdiği kişilere askeri mahkemede tahliye sağlanmadı mı?

Türk toplumunun gözleriyle gördükleri zorla “yok” sayıldı ve fatura hiç kızarıp utanmadan Van Savcısı’na çıkarıldı.

Sonra da dönemin Genelkurmay Başkanı savcıyı nasıl attırdığını, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı’nı nasıl sürdürdüğünü bir güzel anlattı...

Kendilerince “höt” demişlerdi, toplum gerçeği gördü ama maalesef kabullendi.

«««

Sonra 27 Nisan Muhtırası rezaleti var.

Silah zoruyla Türk halkının iradesine ahlaksızca baskı. Aynı Genelkurmay Başkanı o e-muhtırayı kendinin yazdığını söyledi ama... Ne askeri, ne de sivil bir savcı bunu duymadı. Ne var ki halk duydu ve AK Parti’nin oy oranını yüzde 47’ye tırmandırdı.

«««

“İrticayla Mücadele Eylem Planı”nda ise çok farklı bir gelişme oldu.

Genelkurmay bu kez Genelkurmay’a karşı harekete geçti.

Önce belgenin fotokopisini kamuya açıkladılar...

Eski zihniyet, bunu arkasına aldığı 35 generalle “kâğıt parçası” olarak sundu.

Artık eskilerden, köhnemiş yöntemlerden, darbecilikten, hile ve desiseden bıkmış usanmış olan “yeni” Genelkurmay, bu kez belgenin “orijinalini” gönderdi...

Belgenin sahibi tutuklandı.

Ama eski zihniyet direnmeye devam etti.

«««

Eski zihniyet saydamlık yerine, “İkinci Şemdinli” peşinde koşunca...

Bu kez “yeni Genelkurmay” çuvalla belgeyi faş etti.

Albay Dursun Çiçek’in şok tahliyesinin hemen ardından yeni belgeler ortaya çıktı.

Skandal fişlemelerin yer aldığı CD, Genelkurmay Karargâhı’nda yapılan “belge temizliğinde görev alan subay” tarafından Ergenekon savcılarına ulaştırıldı.

İkinci subayın gönderdiği belgelerde psikolojik faaliyetlerin yanı sıra bütün topluma yönelik fişlemeler bulunuyor.

Cuntacıların anlamadığı şey artık “geleneğin” bozulmuş olması.

Bizzat “yeni” Genelkurmay böyle şeyler istemiyor.

Eski zihniyet “höt, zöt” ederek, Şemdinli’deki gibi hukuk oyunlarıyla gözlerimiz önünde suç işleyenleri serbest bırakarak durumu “eski tas eski hamam” götüreceğine inanıyor.

İnandıkça da rezalet ayyuka çıkıyor.

«««

Bu kez bizzat askerler “cuntacıları” tasfiye peşinde.

İttihat Terakki artıkları da bu numaraları halk yiyor sanmakta.

Gidip Anadolu’yu bir dolaşın bakalım, Dursun Çiçek konusunda alelacele toparlanan mahkemenin, belgeyi, Adli Tıp’ı, ilk mahkemeyi yok sayarak dosyayı kapatma girişimine nasıl bakıyorlar?

Şemdinli’de kanamaya başlayan toplumsal vicdan şimdi ne durumda?

«««

İlk kez halk...

“Yeni Genelkurmay”...

Kamuoyu vicdanı hep birlikte “cuntacılara” karşı aynı cephede saf tutuyor.

Cunta, Şemdinli’de bomba atanı, adam öldüreni, muhtıra yazanı, andıç düzenleyeni, halka komplo kuranı korumaya, Alicengiz oyunlarından hiç bir şey olmuyormuş gibi medet ummaya devam etsin.

Ama belli ki bu kez kaybedecekler.

Çünkü orduda gelenek bozuldu, “yeni Genelkurmay” da eskisinden sıkıldı, gına getrdi. Artık siyasete müdahale, darbecilik devreden çıkacak.

«««

Çiçek mi tahliye oldu...

Al sana çuval dolusu belgeyle üçüncü mektup. Üstelik arkası da geliyor...

Bunu bir görmek istemeyen, görmezden gelen sadece bizim darbeci takımı.

Ama galiba bu kez iş çok uzamayacak.

“Yeni Genelkurmay” eskisini bir şekilde tasfiye edecek. Çünkü gelenek bozuldu, demokrasi göründü.

Mehmet Altan, Star, 17.11.2009

18.11.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.