28 Ocak 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

‘Kutsal din duyguları’ ne zaman ‘irtica’ olur?

TÜRKİYE’DEKİ Kemalist seçkinlerin ağzından zaman zaman duyduğumuz bir kavram var: “Kutsal din duyguları.” Önceki Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer sık sık kullanırdı bu lafı. Bize “kutsal din duyguları”nın ne kadar saygıdeğer olduğunu belirtir, hemen arkasından da “irtica”nın zararlarını sayıştırırdı.

“Balyoz” kodlu darbe planı ile meşhur olan emekli Orgeneral Çetin Doğan da benzer bir dil kullanıyor, camilerden “halkımızın kutsal saydığı mekânlar” diye söz ediyor. (Kendisi de aynı mekanları kutsal sayıyor mu, buradan anlaşılmıyor, ama tabii dilediği gibi düşünmekte ve hissetmekte özgür.)

Öte yandan aynı Çetin Doğan paşanın “irtica” konusunda ne kadar “tetikte” olduğunu da yine “Balyoz” dokümanlarından öğreniyoruz. Buna göre, görev yaptığı dönemde, “eşi çağdışı kıyafet giyen” ve “mesai saatleri içinde namaz kılan” subayları tespit etmiş, bunları “sakıncalı” veya “şüpheli” diye fişlemiş.

Tüm bunlara bakınca bir vatandaş olarak benim biraz kafam karışıyor. Çünkü bir tarafta Kemalist devlet büyüklerimizin “kutsal din duyguları”na duyduğu saygı var, diğer tarafta ise bu duyguların “namaz” veya “tesettür” gibi bilinen İslami ibadetlerle hayata geçirilmesi karşısında duydukları rahatsızlık.

Kafam karışıyor ve merak ediyorum; namaz kılmak, mesela, yüce devletimizin laiklik standartları içinde nereye oturur? Günde beş defa namaz kılan bir TC vatandaşı, makbul bir adam mıdır? Orduya girip subay olabilir mi, örneğin? Ya da sadece cumaları veya “ bayramdan bayrama” gitse camiye, daha mı iyi olur? Yahut bu işlerle hiç alakası olmaması, “alnının secdeye değmemesi” mi en iyisidir?

Yüce devletimiz neyi tensip buyurur?

Hangi noktada, “olmadı evladım, bu kutsal din duygularını fazla abarttın sen de” deyip kulağımızı çeker? Yine merak ediyorum, İslam’da 1400 yıldır var olan “tesettür” geleneği, yüce devletimize göre ne kadar makbuldür? Başörtüsü “çene altından” bağlansa, hakikaten kurtarır mı? Hangi düğüm tipi “irtica”ya, hangisi “kutsal din duyguları”na girer? Bir subayın eşi “babaannelerimiz gibi” örtse başını, Çetin Doğan paşanın “sakıncalılar” listesinden yırtar mı?

Evet, nedir yüce devletimizin biz vatandaşları için uygun gördüğü “dindarlık dozu” ve “muhafazakarlık sınırı”?

Aslında bu konuda generallerin ve diğer Kemalist bürokratların da kafalarında çok kesin sınırlar olduğunu sanmıyorum. Daha ziyade, “çağdaş yaşam”a uygun düşmediği için kendisinden hoşlanmadıkları bir “mürteci” tipolojisi var kafalarında, ezbere tekrar edip duruyorlar.

Bu yüzden de, kendi inanç ve geleneklerine göre yaşayarak “eşit vatandaş” olmak isteyen muhafazakar dindarları, “din devleti kurmak isteyen iç düşmanlar” sanıyorlar.

Aynı trajikomik paranoyayı, kafaya taktıkları diğer büyük “tehdit” olan “bölücülük” konusunda da göstermişlerdi. Öyle ki bir insanın Kürt olduğunu söylemesini ve Kürtçe konuşmasını bile “rejime karşı suç” ilan etmişlerdi.

Mesela Şerafettin Elçi, sırf, “ben Kürdüm ve Türkiye’de Kürtler vardır” dediği için hapis cezası almıştı, 1982’de. Ahmet Kaya, sırf “Kürtçe şarkı söyleyeceğim” dediği için linç edilmenin kıyısına gelmişti, on yıl önce.

Emin olun, bundan 15-20 yıl sonra da insanlar bugünün Türkiyesi’ne bakacak, “yahu ne kadar zıvanadan çıkmış bir ülkeymiş, insanların kıyafetine, inancına, tarikatına karışılıyormuş, bu yüzden generaller oturup darbe planları yapıyormuş, vah vah” diyecekler.

Olan, kaybettiğimiz zamanlara, tükettiğimiz ömürlere ve mağdur edilen milyonlara olacak...

Mustafa Akyol / Star, 27.1.2010

28.01.2010


TSK: Yıpranma mı, yenilenme mi?

ERGENEKON, sonra “ıslak imza”, daha sonra “Poyrazköy” ve ardından “Kafes”!

Daha çok unuttuğum kaldı ama işte şimdi de tatbikat kamuflajlı “Balyoz” darbe planı!

Ve tevile, sukuta, yalanlamaya, öfkeye rağmen her şeyi görüyor, okuyor ve dinliyoruz.

Bilhassa da, eğer fanatik bir partizan değilsek ve bir nebzecik objektif bakışa sahipsek, o “derin kanaat” denilen ve yüreğimizde hissedilen duyarlılıkla şunu kesinkes biliyoruz.

Bütün bunların hepsi cihet-i askeriyeyle mutlaka ilişki arzediyor. İçiçelik taşıyor.

O halde, madem ki “Balyozcubaşı Paşa”nın blöfünü restle gören “Taraf” gazetesi de elindeki tüm delilleri Genel Kurmay’a derhal sunmaya hazır olduğunu açıkladı, bu takdirde statüko zaptiyesi demagogların hanidir suçlama olarak yönelttiği soruyu bizzat biz soralım:

TSK yıpratılmak mı isteniyor?

*

HAYIR! Asla ve hâşâ!

Zira hâlâ ulus-devletler çağında yaşıyoruz. Üstelik netameli bir coğrafyada yaşıyoruz.

Demek ki beğensek de, beğenmesek de onun ve oranın şartlarında siyaset yapıyoruz.

Dolayısıyla, Clausewitz’in “savaş siyasetin şiddet eksenli uzantısıdır” sözündeki o “şiddet uzantısı”na; yani özünde aynı siyasetin aracı olan orduya da tabii ki ihtiyacımız var!

Rızkımızdan kesmemek kaydıyla emelimiz, mümkün olan en güçlüsüyle donanmaktır.

O halde, eğer saftirik bir pasifist ve kuş beyinli bir barışperest değilsek ve az biraz da akl-ı selime sahipsek, kimse TSK’nın yıpratılmasını istemez. İstemiyor ve istememektedir.

Aksini iddia edenler ya yalan söylüyor, ya tahrifat yapıyor, ya da gerçeği görmüyorlar.

*

ÖYLE, çünkü TSK’nın sadece ve sadece ye-ni-len-me-si-ni istiyoruz!

Yani, her evrensel demokraside olduğu gibi Türkiye’deki ordunun da yalnız sivil otoriteye itaat eden; ama öyle kerhen değil, fiilen, ruhen ve harfiyen itaat eden; artı, anayasal rejime yine ruhen, vicdanen ve beynen sadık olan normal bir kuruma dönüşmesini bekliyoruz.

Diğer bir deyişle, Kuleli’den itibaren başlatılan ideolojik şartlandırmanın bir bilinçaltı vehmine dönüştürdüğü şu “kurtarıcılık” (!) misyonundan artık arınmasını talep ediyoruz.

Ne bir gıdım fazlası, ne bir dirhem eksiği var!

Ve bu isteğimiz, bu beklentimiz ve bu talebimiz meşrudur! Sonsuz meşrudur!

Zaten eğer yukarıdaki evrensel demokrasiye inanıyorsak da, tartışması dahi abestir.

Her halükarda da bunları istemek, beklemek ve talep etmek bir “yıpratma” değildir!

Tam tersine, TSK’yı “yenileme” azminin ve dinamiğinin ta kendisidir!

*

HAA, ama eğer yukarıdaki “sivil otoriteye fiilen ve ruhen itaat”; artı, “anayasaya vicdanen ve beynen sadaket”; daha artı, “kurtarıcılık vehminden feragat” istek, beklenti ve taleplerini “yıpratma” olarak algılıyorsanız, bu takdirde eyvallah! Diyecek bir şey yok!

Evet öyledir! Bin defa öyledir! Zaten de öyle olması gerekmektedir.

Hatta yıpratmanın ötesinde, bir yıkım ve bir berhava operasyonu söz konusudur!

Zira kendi kendine misyon biçen; ayrıcalıklarından taviz vermeyen; halefini selefiyle atayan; içindeki şer tohumlarını lonca dayanışmasıyla kollayan; şeffaflığı reddeden ve bugün nihayet “n’oluyoruz” demek cesaretini gösteren bir sivil toplum sanki yarım asırda şu kadar darbe ve darbe girişimi balyozunu yememişmiş gibi de, ona karşı “insaf” diye öfkelenen bir sistematik, bir ruhiyat ve bir paradigma öyle inceden inceye yıpratmakla hale yola girmez.

Yani ideolojik militarizm kökten berhava edilmediği müddetçe, o TSK yenilenemez

Oysa kaçınılmaz ve şimdi kısaltılmalara oynuyoruz. Tıpkı yenilendiği için güçlenen Türkiye gibi TSK da mutlaka yenilenecek. Yenilendiği ölçüde de ordumuz güçlenecek.

Hadi Uluengin Hürriyet, 27.1.2010

28.01.2010


Fişler ve planlar 5 yıldır ortada… Artık hafife almayın…

5 yıl geriye gidelim.

10 Mart 2004…

Darbeleri engelleyen, şahinleri tasfiye eden, gemisini limana çeken kaptan olarak anılan Hilmi Özkök Genelkurmay Başkanı. O tarihte ortaya bir fişleme skandalı çıkmıştı. İstanbul 2. Zırhlı Tugay Komutanlığı’ndan kaymakamlıklara gönderilen bir yazıda, “AB ve ABD yanlısı kişiler ve yüksek sosyete” hakkında istihbari bilgi toplanması istenmişti.

Ve kıyamet kopmuştu…

16 Mart 2004 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı konuyla ilgili bir açıklama yaptı.

(…)

Ne diyor 2004’te Genelkurmay Başkanlığı?

Askerin toplumsal olaylar ve onu harekete geçirecek toplumsal kesimler hakkında bilgi toplaması ve buna göre eğitim ve hazırlık yapması mevzuat gereğidir.

Yani garnizonlar istihbarat yapıyor ve fişliyor.

Kimi takip ediyor, fişliyor?

Tehlikeli gördüklerini.

Kim tehlikeli?

Onlar kimi uygun görürse o, bu olaya göre ise. AB yanlısı olanlar ve sosyetikler.

Peki, hangi mevzuat gereği yapıyor asker bunu?

5442 sayılı İl İdaresi Kanunu ve buna istinaden Genelkurmay Başkanlığı ile İçişleri Bakanlığı arasında yapılmış olan protokole, yani EMASYA’ya göre yapıyor…

Açık: O gün bugün biliniyor bu yasal alt yapı, üstelik sistemin ne olduğu ve nasıl işlediği en üst düzeyden Genelkurmay Başkanlığı tarafından açıklanıyor, …

Tam 5 yıldır biliniyor durum…

(...)

2004 Mart, altını çizelim, 2003 Mart Balyoz Planı’ndan 1 yıl sonra… O fişler hâlâ duruyor, o sistem hâlâ çalışıyor…

Bu darbe girişimimin ötesinde bir durum…

Bir sistem bu…

Üstelik EMASYA tek unsuru da değil sistemin…

Demokratikleşme ve sivilleşmede hedef belli değil mi sizce?

Ali Bayramoğlu / Yeni Şafak, 27.1.2010

28.01.2010


Sivillerin bilgilendirildiği tehdit algılamaları ve Balyoz

DEVLETİN gizli bilgilerini içerdiği söylenen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin (MGSB), Sauna çetesinde 2006 yılında ele geçirilmesiyle, belgede neler olduğunu az çok öğrenmiştik. Bir çetede ele geçmesi nedeniyle, devletin kutsal ve gizli kitabı diye bilinen belgeleri imha edeceğini açıklama gereği duymamıştı Genelkurmay. Ama Adlî Müşavir Tuğgeneral Hıfzı Çubuklu, geçen cuma günü, sivil Hâkim Kadir Kayan’ın Arınç suikastıyla ilgili askerî karargâhın kozmik odasında yaptığı araştırma sonrası buradaki belgelerin imha edileceğini söyledi.

Çubuklu’nun açıklaması, çeteye sanki güveniliyor, sivil hâkime güvenilmiyor izlenimini güçlü bir şekilde verdi.

Ürkütücü, tüyler ürpertici Balyoz darbe planının ortaya çıkması, bir kez daha TSK’nın, kendisine, laik cumhuriyeti koruma, kollama görevi verdiği eğitim müfredatının değiştirilmesinin elzem olduğunu gösterdi. Buna ilave olarak orduya darbe yetkisi veren İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesinin iptal edilmesi ve hâlihazırda fiilen sıkıyönetim uygulaması anlamına gelen EMASYA protokolünün kaldırılması gerektiğini de defalarca yazıp çizdik. Bunları yazdık diye bizim vergilerimizle kuşandıkları silahları bize karşı tehdit olarak kullananlar bizleri fişlediler.

Hükümetin, EMASYA protokolünü gözden geçirme kararı gecikmeli de olsa olumlu bir adım. Ancak dikkatlerden kaçan bir başka fiili sıkıyönetim durumu var, o da geçici güvenlik bölgeleri uygulamaları.

Avukat Barış Yıldırım, “Tunceli’deki geçici güvenlik bölgeleri,” başlığı altında yayımladığı bir yazısında, Genelkurmay Başkanlığı’nın, hiçbir hukuksal dayanağı olmaksızın Tunceli’deki birçok kırsal alanı geçici güvenlik bölgesi ilan ettiğine dikkat çekiyordu. (Radikal 2, 6.9.2009)

Genelkurmay Başkanlığı ilk olarak 2007 yılında Siirt-Hakkâri-Şırnak illerindeki bazı alanları geçici güvenlik bölgesi ilan etmiş, bu uygulama Tunceli’de ilk kez geçen yıl uygulamaya konmuştu.

Geçici güvenlik bölgelerinin kanunda hiçbir şartı ihtiva etmediğine dikkat çeken Yıldırım, bu uygulamanın, Anayasa’ya, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne, Askerî Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Kanunu’na açıkça aykırı olduğuna dikkat çekiyor. Yıldırım, “Geçici güvenlik bölgesi uygulaması tam anlamıyla bir olağanüstü hal uygulamasıdır,” diyor.

Darbelerin önünü kesecek askerin sivil demokratik denetiminin sağlanması için hükümete bir dizi yasal önlemler alması çağrılarının yoğunlaştığı şu sıralarda, geçici güvenlik bölgeleri sorununa da dikkat çekmek istedim.

Gelelim başlığımda duyurduğum bilgiye:

Normal ülkelerde seçilmiş siyasi otoritelerin hazırlaması gereken iç ve dış tehdit algılamalarını içeren ama ne acıdır ki bizde bir çetenin çökertilmesi sırasında ele geçirilince açığa çıkan milli güvenlik siyaset belgeleri, TSK’da hazırlandıktan sonra ordudaki 24 ayrı birime, “Gereği” ibaresiyle dağıtılır. Başbakanlık makamı, Milli Savunma Bakanlığı (Dikkatinizi çekerim, bu bakanlık normal ülkelerde askerin bağlı olduğu bir kurumdur), Dışişleri Bakanlığı ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’ne, “Bilgi,” için gönderilir. Bu belgede sözü edilen iç ve dış tehdit algılamalarına göre askerin nasıl yapılandırılması gerektiğini ayrıntılarıyla belirleyen Türkiye’nin Milli Askerî Stratejisi (TÜMAS) belgesinden de, hükümet ve yukarıda saydığım diğer üç kurum yalnızca, “Bilgilendirilir.”

Bu dokümanın amaç bölümü şöyle başlar:

“TSK’nın Anayasa, kanunlar, Milli Güvenlik Siyaseti ve Özel Milli Güvenlik Siyaset Belgeleri ile tevdi edilmiş vazifelerini ve Milli Askerî Strateji ile ilgili esasları ortaya koyarak yirmi yıllık bir süreyi kapsayacak plan döneminde...”

Şu ifadeler de vardır bu doküman da:

“... İç güvenlik harekâtı, yurtiçi ve yurtdışına yönelik psikolojik harekât ve köy destek uygulamaları ile bir bütün halinde icra edilecektir... Bölücü ve irticai odakların OHAL uygulamasının kalkmasının ardından ülke genelinde çıkarabilecekleri toplumsal olaylara gerektiğinde müdahale etmek üzere, EMASYA planlarında belirtilen birliklerin uygun ve yeterli eğitim ve teçhizata sahip olması sağlanacaktır.”

Bu yukarıdaki ifadeler –ki kalan önemli kısmına otosansür uyguladım-, sivillere iletilen; “En masum,” değerlendirmeler. Bu haliyle bile seçilmişlerin topyekûn değiştirmesi gerekiyor bu türden belgeleri. Balyoz planı ise Türkiye’nin geleceğinin nasıl karartılmak istendiğinin en ağır göstergesi.

Lale Kemal / Taraf, 27.1.2010

28.01.2010


Şikâyet etmek yerine

TÜRKİYE’DE asker-sivil ilişkileri Avrupa Birliği reformları çerçevesinde de çok konuşulan ve tartışılan bir konu.

Gerek Avrupa Birliği Genel Sekreterliği’nin ve gerekse Adalet Bakanlığı’nın asker-sivil ilişkilerini, AB’nin söylediği gibi ordunun sivillere hesap verir, sivillerden emir alır hale gelmesini sağlayacak şekilde düzenleyecek pek çok projesi olmalı.

Burada benim tek tek saymam gerekmez ama son günlerde adı çok geçti diye İçişleri Bakanlığı’nın EMASYA (Emniyet-Asayiş-Yardımlaşma) protokollerini gözden geçirmesi, olumlu olmakla birlikte yeterli değil.

Sorun, hukuki anlamda çok daha derinde ve bir an önce de çözülmesi gerek.

Üstelik son bir yıldır daha yakından gördüğümüz gibi sorunun çözülmesi Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de bir kurum olarak lehine. Çünkü TSK’yı yıpratan her şey, ordunun sivillerin görev alanına yasal veya yasayı aşarak yaptığı müdahalelere ilişkin konularda.

Ordu kendi görev alanına ne kadar çabuk ve ne kadar kesin olarak dönerse, bu önemli kurumumuzla ilgili tartışmalar da o kadar çabuk sona erecektir.

Meselenin Anayasa’dan kaynaklanan yanları da var, TSK’nın İç Hizmet Kanunu dahil, İller Kanunu dahil kanunlardan kaynaklanan tarafları da... Gönül isterdi ki hükümet bu konulara bütüncül bir bakışla yaklaşsın ve temel yaklaşımını her aşamada kamuoyuyla da paylaşsın, muhalefetin desteğini arasın...

Ama önce şikâyet ten vazgeçmeli hükümet.

İsmet Berkan Radikal, 27.1.2010

28.01.2010


7 yılda ne yaptınız?

BU iddiaları meğerse herkes biliyormuş! Başbakan başta olmak üzere Cemil Çiçek ve birçok bakan “Buralara kolay mı geldik sanıyorsunuz” diyor. Hiçbiri şaşırmış değil. Bu durumun doğal olarak iki sonucu olur. Haberdar olmaları bir çeşit doğrulamadır. Fakat burada “Madem haberiniz vardı 7 yılda ne yaptınız” sorusu da kaçınılmaz olarak gelir.

Hükümetin öncelikli gündemi ise Anayasa değişikliği. Fakat o konu biraz karışık. “Kesinlikle Anayasa değişikliği yapamayız” diyen ‘AK Partili Sabihler’ de var “Ne pahasına olursa olsun değişiklik şart” diyenler de...

İlgili bakanlığın hazırlıkları bitirmek üzere olduğu ve bir haftaya kadar Meclis’e sevk edileceği de kulislerde konuşuluyor. Ama iktidarın çok cesaretli olmadığını not etmek şart. Referandum için gerekli olan 330 vekili bulma endişesi de yabana atılmamalı.

Adem Yavuz Arslan Bugün, 27.1.2010

28.01.2010

 
Sayfa Başı  Geri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl