03 Nisan 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

SAİD NURSî’Yİ YANLIŞ TANIMIŞIZ

“Aydınların Gözüyle Said Nursî” ekinde görüşlerini yayınladığımız Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök, dünkü köşesinde “Said Nursî'yi yanlış mı tanıyoruz? başlıklı bir yazı yazdı. Ekimize verdiği beyanatın sebeplerini anlatan Özkök, bir süredir bu soruyu kendine sorduğunu belirterek, “Hepimizi bir araya getirecek ortak platformları çoğaltmalıyız” dedi.

Said Nursî’yi yanlış mı tanıyoruz?

BİR süredir bu soruyu alçak sesle kendi kendime soruyordum.

Bundan 20 gün önce aldığım bir telefondan sonra bu soruyu daha yüksek sesle sormaya başladım.

Arayan “Yeni Asya” gazetesinden İsmail Tezer’di.

Said-i Nursi’nin ölümünün 50’nci yılı dolayısıyla özel bir dosya hazırlıyorlarmış. Benden de bir yazı istediler.

Ben “İslami” kesimin, tamamının değilse bile en azından bazı kalemşorlarının gözünde, “laik bir jakoben”dim.

Öyleyse neden benden görüş istediler diye düşündüm.

Acaba, benden de görüş koyarak, laik kesimin gözünde Said-i Nursi’yi meşrulaştırmak mı istiyorlardı?

Yoksa Said-i Nursi’nin aslında bilime, cumhuriyete, meşruiyete bağlı bir insan olduğunu göstermek için böyle bir açılımı mı düşünüyorlardı?

İtiraf edeyim, hiç öyle oturup, şüphecilik üzerine kurulu rasyonel bir değerlendirme yapmadım.

İçimden geldiği gibi davrandım ve hazırlanan dosyaya şu yazıyı gönderdim.

* * *

“Laik ve Cumhuriyetçi eğitim almış, devletin eğitim sisteminde büyümüş bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak Said-i Nursi ile ilgili görüşüm, onun ‘Nurcuların ruhani lideri’ olduğu şeklindeydi.

Samimi olmak gerekirse, bu, iyi bir izlenim de değildi. Said-i Nursi hayatım boyunca ilgi alanımda fazla yer almadı. Fethullah Gülen hareketinin gelişmesiyle birlikte, Said-i Nursi’ye olan ilgim de artmaya başladı.

Şu an görüşlerim eskisi kadar katı değil. Hakkında çok fazla bir şey de okumadım. Türkiye değişiyor, bizler de değişiyoruz ve artık bir zamanlar bizlere yabancı hissettiğimiz dünyalara açılıyoruz.

Ben buna, ‘Başkasını tanımak, kendimizi tanıtmak’ süreci diyorum. Herkes için bunu yapmanın zaruri olduğuna inanıyorum. Ne dinle ilgili herkes mürteci, ne de laiklik hassasiyeti olan herkes jakoben laikçidir. Ne her türbanın altında bir öcü, ne her şarap kadehinin arkasında bir öcü var. Ülkemizin ortasındaki bu çok geniş ve engin ortak yaşama alanını iskâna açamazsak, bu düşmanlık bitmeyecek.

O nedenle bir süredir dikkatle okumaya başladım. Ama beni en çok şaşırtan yanı, sinemaya olan ilgisini keşfetmemdi. Bunu önce Zaman Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın sinema yazılarında okudum.

Oradan hareketle çok ilginç bir makaleye ulaştım.

Bunu da Hürriyet’te yazdım. Bu kadar uhrevi bir insanın bu kadar dünyevi bir şeyden zevk alması doğrusu beni şaşırttı. Kendi dünyanıza yabancı bir şahsiyetin böylesine insani bir tarafını keşfedince, ona daha fazla ilgi duymaya başlıyorsunuz.

Diyeceğim, bu soruyu bana gelecek yıl veya daha sonraki yıllarda düzenlenecek kongreler için sorarsanız, size Said-i Nursi’nin daha derinlerine nüfuz etmiş duygu ve düşüncelerimi aktarabileceğim.

Yani bu söylediklerimi, bir tür ‘samimi mukaddime’ olarak değerlendirebilirsiniz.”

* * *

Yazıyı gönderdikten sonra İsmail Tezer’i aradım ve şunu söyledim:

“Yazı işinize gelmediyse kullanmayabilirsiniz. Hiç alınmam.”

Bana şu cevabı verdi:

“Tam aksine, çok hoşumuza gitti. Çok samimi bir yazı olmuş.”

Yeni Asya, bu dosyayı bir ek olarak yayımladı.

Başlığını “Aydınların gözüyle Said-i Nursi” koymuşlar.

Yazar sıralaması dikkatimi çekti. Birinci yazı olarak Taha Akyol’un, “Said-i Nursi, İslam düşüncesinde bir ‘teceddüd’ gerçekleştirdi” başlıklı uzun bir incelemeyi koymuşlar.

Son derece normal.

Taha Bey bu konuyu çok iyi biliyor ve yazı hak ettiği yeri almış.

İkinci yazı Roni Margulies’in: “Kemalizm’in düşman ilan ettiği her şey gibi Nurculuk da ilgimi çekiyor.”

İtiraf edeyim, başlıktaki kesin inanç ve önyargı beni tedirgin etti. O başlığın altındaki bir yazıyı okumak dahi istemedim.

Üçüncü yazı ise benimkiydi.

Yani dergi, Atatürk’e olan derin hayranlığımı bildiği halde, yazımı ön sıralara koymuştu.

Bu tavır bana daha güzel göründü.

* * *

Dergideki öteki yazıların hepsini okudum.

Yeni Şafak yazarı Hakan Albayrak’ın yazısının girişindeki şu soru dikkatimi çekti:

“Cumhuriyeti, meşru(t)iyeti, parlamenter sistemi savunduğu halde devlet Said-i Nursi’ye neden bu kadar tepkili?”

Evet, bunun gerçekçi nedenlerini araştırmalıyız.

Bir de hepimizi bir araya getirecek ortak platformları çoğaltmalıyız.

Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 2 Nisan 2010




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

**************************************************************************************************

03.04.2010


Yalanla yaşamak mı zor, itiraf etmek mi?

‘GEÇMİŞLE yüzleşmek’ boş bir laf değil; yanlıştan dönebilmenin şartı. Kurgusunda sorun olan bir ‘tarihsel akış’tan çıkmanın, kurtulmanın, hataları tashih etmenin yolu. Yanlışı bağıra çağıra ‘mahkûm etmeden’ sessizce ‘doğru’ yöne doğru kıvrılmak da bir seçenek belki. Ama yüzleşmediğin hakikat bırakmaz yakanı, köreltir kalbini.

İtiraf etmeden, yüzleşmeden hafifleyemezsin. Günahını sırtında taşırsın sonsuza dek azap içinde... Çünkü yaralıdır vicdanın. Ancak ‘günahın itirafı’ rahatlatır vicdanını. Geçmişle yüzleşmek, hatalarını itiraf etmek vicdanın ve de insaniyetin yeniden keşfidir. Yalanla, suçluluk duygusuyla, günahla yaşamak kolay mı? İtiraf et günahlarını ve rahatla. Hele bir de ‘tövbe’ edebiliyorsan!..

Bu duygularla daha 15 yıl önce komşularını katleden liderlerine destek veren Sırpları hayranlıkla izliyorum. Geçmişe gömülmek yerine geleceği kurmakla meşguller. Tarihin, yakın tarihin yükünü taşımaya kendilerini mahkûm etmektense atıyorlar yükü omuzlarından. Ne Miloseviç’in günahlarını üstlendiler ne de Bosna’yı kana bulayan ‘Sırp kasap’ Karadziç’in. Hatta bütün günahları, kötülükleri, suçları bunlar gibi üç-beş kişinin üstüne yıkarak koca bir ulusu da temize çıkarıyorlar, önlerini açıyorlar. Toplum aklanıyor, arınıyor suçunu itiraf ederek ve seçmece suçluları adalete vererek.

Önceki gün Sırp Parlamentosu’nun Srebrenitsa katliamını kınaması ve özür dilemesi tam da böyle bir şey işte. Uluslararası Adalet Divanı’nın ‘soykırım’ olarak nitelediği Srebrenitsa katliamının kurbanları için duyulan üzüntüyü dile getirdi Sırp Parlamentosu ve katliamın önlenmesi için yeterince çaba gösterilmemesi dolayısıyla da özür diledi. Ayrıca aynı karar metninde, eski Yugoslavya için kurulan uluslararası mahkemeyle işbirliğinin sürdürüleceği ve Srebrenitsa katliamında Sırp kuvvetlerine komuta eden Ratko Mladiç’in yakalanarak yargılanması gerektiği vurgulandı. Bu, sadece bir özür değil; bir aklanma, arınma girişimi. Yetmez diyebilirsiniz, ama bu özür, vicdanları biraz olsun rahatlatır. Hem Bosnalıların hem de o dönem Mladiç ve arkadaşlarına destek veren Sırpların vicdanlarını...

Sırplar, aslında geçmişin hortlaklarından kurtulma ameliyesine, Balkanlar’da savaş ve katliam politikalarında Sırpların liderliğini yapan Miloseviç’i 2001 yılında tutuklayarak başlamışlardı. Ardından, Miloseviç’i eski Yugoslavya Uluslararası Mahkemesi’ne teslim etmişlerdi. Beş yıl tutuklu kaldı ve soykırım, savaş suçu ve insanlığa karşı suçtan yargılandı Miloseviç. Mahkeme sonuçlanmadan 2006’da da öldü. Bir başka örnek; Radovan Karadziç, Bosna’yı kana bulayan Sırp lideri. Yıllarca gizlendikten sonra 2008’de yakalandı ve Lahey’e gönderildi; Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nde yargılanmaya devam ediyor. Ne Sırp hükümeti ne Sırp halkı korumaya, suçlarını örtmeye çalışıyor Karadziç’in. Biliyorlar ki inkâr mümkün değil; kendilerinin aklanması, Karadziç gibilerin suçlarını itiraf etmekten geçiyor...

Kısaca Sırplar, Soğuk Savaş sonrası döneme Balkanlar’da terör estiren ‘liderlerini’ gözlerini kırpmadan adalete teslim ettiler. Etnik temizlik politikalarının, dünya ve bölge halklarıyla savaşların mimarlarını ne yapacaklardı ki? İlelebet sırtlarında mı taşıyacaklardı? Tercih belliydi; ya geçmişin bu hortlaklarıyla yaşamak, onların günahlarını paylaşmak ya da özür dileyerek ‘medeni dünya’ya katılmak. Sırplar, inanın ‘kolay’ olanı yapıyor.

‘Biz’e gelsek mi? Biz ‘günahlarımızla’ yaşamayı, yani ‘zor’ olanı tercih ediyoruz. Ne 1915’le yüzleştik, ne Dersim katliamı, ne Varlık Vergisi ne de 1955 olaylarıyla... ‘Resmi tarih’ yalanlarından pek de şikâyetçi değiliz. O yalanların ayaklarımıza vurulan prangalar olduğunu, tarihin bu ağırlığı altında yavaş yavaş ezildiğimizi fark etmiyoruz. Sonuçta yalanlarla yaşayarak demokrasi de kuramıyoruz, toplumsal barış da. Demokrasi varmış gibi yapıp gerçek demokrasiyi ıskalıyoruz, herkesi ‘Türk’ sanıp Kürtleri küstürüyoruz, herkesi Sünni varsayıp Alevileri kızdırıyoruz, laikliği yaşam biçimi olarak dayatıp dindarları dışlıyoruz. Yalanlarla, yanlışlarla yüzleşmek bu kadar mı zor?

İhsan Dağı, Zaman, 2 Nisan 2010

03.04.2010


Anayasa değişikliği: CERN’deki deney gibi bir şey...

1982 Anayasası bugüne dek 15 değişikliğe hedef olmuş ve 85 maddesi değişmiş. Bu kez 3’ü geçici 26 maddesinin değişmesi söz konusu. Anayasa 177 esas, 16 geçici maddeden oluştuğuna göre, son değişiklik önerileri geçtiği takdirde askeri darbe ürünü 1982 Anayasası’nın yaklaşık yarısı değiştirilmiş olacaktır.

Yarısı değişse bile 1982 Anayasası’nın ‘ruhu’nda bir değişiklik olmayacak. 21. Yüzyıl ‘bireyin yüzyılı’ olarak niteleniyor. 1982 Anayasası ise, demokratik-sivil anayasaların temel ruhunu oluşturan şekilde ‘bireyi devlete karşı korumak’ mantığıyla değil, tam tersine ‘devleti bireye karşı korumak’ mantığıyla hazırlanmış ‘güvenlik doğrultulu’ bir anayasadır ve ‘anayasa felsefesi’ bakımından ruhu bozuktur.

Bu yönüyle hiçbir şekilde bir ‘toplumsal sözleşme’ de değildir elbette. Beş kişilik bir askeri cuntanın atadığı ‘Danışma Meclisi’ tarafından yapılmış, 5’li cuntanın onayı alındıktan sonra ‘halk oyu’na sunulmuştur. ‘Ölümlerden ölüm beğen’ denircesine. Çünkü ‘anayasaya hayır’ın yasak olduğu bir kampanya yürütülmüş, ‘anayasaya hayır’ diyenlerin başına çorap örülmüş ve halka ‘Ya bu Anayasa’yı kabul edeceksin veya 5’li cunta tepende kalmaya devam edecek; tercih senin’ denmiştir.

Halkımız, yüzde 90’un üzerinde bir oy çoğunluğu ile ‘yeter ki siz gidin’ anlamında bir oy kullanmış ve anayasanın kabulünden sonraki ilk genel seçimlerde seçimlere girmesine izin verilen üç partinin arasından, askerlerin kendilerine en uzak olduğunu bildirdikleri partiyi tek başına iktidara getirmiştir.

O gün bugündür -geldik 2010 yılına- değiştir değiştir, Anayasa iflâh olmamaktadır.

Dolayısıyla, en iyisi yeni bir anayasa yapmaktır. ‘Uzlaşma’ya dayalı bir ‘yeni toplumsal sözleşme’ en iyisidir.

Ne güzel düşünce. Bunca yıldır ısrarla ve inatla bunu en başta biz savunuyorduk. Şimdilerde TÜSİAD da bunu savunuyor, işçi sendikaları da, bir grup aydın da.

Görünürde uzlaşmak için her türlü malzeme mevcut; un, su, şeker ve iş helvayı yapmaya kalmış. Ama yapılamıyor.

Niçin?

Çünkü 1982 Anayasası’na sımsıkı sarılan güçler, başta 1982 Anayasası ile yetkileri anormal ölçüde güçlendirilen yüksek yargı organları, bürokratik oligarşi, onun siyaset sahnesindeki devlet eksenli uzantıları sımsıkı biçimde kendilerine bu ‘imtiyazları’ sağlamış olan anayasaya sarılmış vaziyetteler.

Son değişiklik paketine kaskatı biçimde direnen siyasi odaklar, 1982 Anayasası’nın yerine yeni, sivil ve demokratik bir anayasa yapılmasına karşı olanlar.

Yeni anayasa yapılabilmesi için, son anayasa değişikliklerinin -daha da iyileştirilerek- geçmesinden başka bir ‘yol haritası’ yok. TBMM’den geçerek, olmazsa doğrudan halk iradesiyle söz konusu değişikliklerin gerçekleşmesi mümkün olmazsa yepyeni bir anayasayı da unutun.

***

Bugüne dek geçen 15 değişiklik paketi ve değişmesi öngörülen (ve de değişen) 85 madde, 3’ü geçici 26 maddelik son değişiklik taslağı kadar gürültü çıkartmadı.(...) Bu değişiklik taslağının (yeni anayasadan vazgeçtik) bu kadar büyük gürültü kopartmasının tek nedeni var: Prof. Mithat Sancar’ın dünkü Taraf’ta ‘Anayasa tartışmaları ve demokratik siyaset’ başlıklı yazısında belirttiği gibi, paket, ‘vesayet sisteminin temel sütunlarından biri olan ‘yargı’yı düzenlemekte’ olduğu için, büyük gürültü kopuyor.

“HSYK’nın tam bir oligarşik yapıya sahip olduğu ortadadır.

Bu yapının, vesayet sistemindeki diğer yapı olan orduyla etkileşimine dair pek çok açık veri vardır.

Bu alışverişin yarattığı sonuçlar, yani ‘ağır’ adaletsizlik halleri’ de, hafızasını tümüyle yitirmemiş herkesin az ya da çok bilgisi dahilindedir.”

Şemdinli Savcısı’nı daha sonra Genelkurmay Başkanı olacak dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı’nın bir cümlesi üzerine elinden soruşturma dosyasını almak ne kelime, meslekten ihraç eden, avukatlık yapma hakkını bile elinden alan mevcut HSYK’dan söz ediyoruz. Hukuktan nasibini ne kadar aldığı tartışmalı ve her gün ‘siyasi demeç’ veren bir HSYK yapısından söz ediyoruz. Hafızamız da yerinde.

367 gibi hukuk tarihine ‘utanç sayfası’ eklemiş mevcut Anayasa Mahkemesi’nden söz ediyoruz.

Bu yapıların oluşumunu ‘demokratik meşruiyet’e göre ve daha ‘çoğulcu’ mekanizmalarla sağlamayı öngören bir anayasa değişikliği taslağıyla karşı karşıyayız.

Bunlara yönelik ne tavır alacağız? Nerede duruyoruz?

Bu değişiklik önerilerinin eksikliklerine işaret etmekle birlikte, ‘değişiklik gereği’nden mi yanayız, yoksa ‘hamur yoğurmaya niyeti olmayan akşama kadar un eler’ hesabı, binbir dereden su getirerek, bir sürü süslü lâfın arkasında ‘değişiklikler’e karşı mı duracağız.

Kısacası, ‘askeri vesayet rejimi’nin temel sütunlarına yönelen ve ‘demokratikleşme’nin önünü bir nebze daha açma imkânı sağlayacak, buna uygun dinamikleri güçlendirecek ‘değişiklikler’den yana mıyız, değil miyiz?

***

‘Venedik Komisyonu’ üyesi Prof. Dr. Ergun Özbudun dün de söylüyordu, “En acil ihtiyaçların yer aldığı bu paketi zamansız ve aceleye getirilmiş bulmuyorum. Teknik kusurlar ve ifade hataları mevcut. Anayasa Komisyonu veya genel kurul aşamasında düzeltilecek şeyler... Ama 82 Anayasası kabul edildiğinden beri tartışıyoruz bizler. Daha ne kadar tartışacağız. 30 yıl yetmiyor mu?.. Dünyanın hiçbir yerinde yüzde 100 mutabakatı sağlayamazsınız?”

İsmet Berkan dün ülkenin referanduma odaklanacağını, haziran sonu veya ağustos sonunda yapılacak referandum için çok sert, çok amansız bir kampanya yürütüleceği’ ihtimaline dikkat çekerek soruyordu: “Bu kadar gergin bir referandumun ülkede barış içinde birlikte yaşamaya, yani demokrasiye ne kadar faydası olacaktır acaba?”

Cevabı basit: Çok faydası olacaktır.

Zira söz konusu gerginlik, kabuk değiştirmesi için çoktan zamanı gelen ülkede 1982’ye dayalı askeri vesayet rejimini devam ettirme direncinden kaynaklanıyor. Değişim ve dönüşüm, kolay ve kendiliğinden olan bir şey değil. Zamanı geldiğinde karşı konulabilir bir şey de değil.

Aşıldığı vakit, sonuç, faydalı olacak.

Türkiye’de olmakta ve olacak olan, tıpkı Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi’ndeki (CERN) heyecan verici büyük deney gibi bir şey. Nasıl CERN’de ‘büyük hadron çarpıştırıcısı’ndaki enerji miktarı yıllardır beklenen deneyin yapılabileceği seviyenin eşiğine gelmişti’; Türkiye’de de askeri vesayet rejiminin oluşturduğu yargı yapısının değişmesi için biriken enerji, beklenen değişikliğin yapılabileceği seviyenin eşiğine geldi.

Hadise budur.

Cengiz Çandar, Radikal, 2 Nisan 2010

03.04.2010

 
Sayfa Başı  Geri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl