03 Nisan 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Lahika

Âyet-i Kerime Meâli

Allah'tan korkun ve bilin ki, Allah bütün yaptıklarınızı hakkıyla görür.

Bakara Sûresi: 233

03.04.2010


Risâle-i Nur’u anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorlar

Risâle-i Nur’u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar.

Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sârî illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.

Risâle-i Nur’u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bazı eserler telif eyledim. Fakat ben öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki, İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.

Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!

Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin îmânını kurtarmak yolunda dünyamı da fedâ ettim, âhiretimi de. Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki nâmına birşey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esâret zindanlarında, yâhut memleket hapishânelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefâ, görmediğim ezâ kalmadı. Dîvân-ı harblerde bir câni gibi muâmele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan menedildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyâde, ölümü tercih ettim. Eğer dînim intihardan beni menetmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.

Benim fıtratım, zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehâmet-i İslâmiye beni bu halde bulunmaktan şiddetle meneder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zâlim bir cebbâr, en hunhar bir düşman kumandanı olsa tezellül etmem. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar, yâhut îdam sehpâsına götürür; hiç ehemmiyeti yoktur. Nitekim öyle oldu. Bunların hepsini gördüm. Birkaç dakika daha o hunhar kumandanın kalbi, vicdânı zulümkârlığa dayanabilseydi, Said bugün asılmış ve mâsumlar zümresine iltihak etmiş olacaktı.

İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musîbetle geçti. Cemiyetin îmânı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı fedâ ettim; helâl olsun. Onlara bedduâ bile etmiyorum. Çünkü, bu sâyede Risâle-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin, yâhut birkaç milyon kişinin—adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar. Afyon Savcısı beş yüz bin demişti, belki daha ziyâde—îmânını kurtarmaya vesîle oldu. Ölmekle, yalnız kendimi kurtaracaktım, fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar îmânın kurtulmasına hizmet ettim. Allah’a bin kere hamd olsun.

Sonra, ben, cemiyetin îman selâmeti yolunda âhiretimi de fedâ ettim. Gözümde ne Cennet sevdâsı var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin îmânı nâmına bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmânını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya râzıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistân olur.

Tarihçe-i Hayat, s. 959-962

03.04.2010


Üstada hizmet için kendini tutuklattırıp hapse girdi

Huzura çıkıncaya kadar sükûnet içindeydi. Lâkin onun elini öpüp “vech-i mübarekini çevreleyen heybet ve celâl ifadesinin yanında, projektör gibi fart-ı zekâ şuleleri ile parlayan gözlerinin derinliklerindeki şefkat, merhamet, rikkat ve asaleti görünce” gayri ihtiyarî ağlamaya başladı.

Dağlardan köpürerek akan nehirlerin, deryalara karışma anlarının bulanık kaynaşmasını andıran bu med-cezir ahvâlli içli ağlayışlar, Üstadının yaptığı ders sırasında da, kıldırdığı namaz esnasında da devam etti.

Bediüzzaman, “Keçeli, niye bu kadar ağlıyorsun, namazın bozulacak” diyerek onu ikaz ettikten sonra arkadaşı Mehdi’ye ve ona Mevlâna Halid-i Bağdadî’nin cübbesini giydirince biraz sakinleşti.

“Kardeşim, ismin nedir?” dedi.

“Ziver efendim” dedi o da.

“Hoş geldin Zübeyir kardeşim.”

Bediüzzaman kendisine böyle mukabele edince, yanlış anladığını zannederek ismini tekrar söyledi. O her seferinde aynı ifadeyi kullanınca bunun bir isim tashihi olduğunu anladı ve Zübeyir ismini kabullendi.

Fıtratının coşkun çağlayışı, iştiyakla maksadına eriştiği anda, hissiyâtı sükûnet buldu, ama bu sefer de idraki harekete geçti. Gayri ihtiyarî yaşadığı o teheyyüc ve heyecan faslı sırasında onun mânevî şahsiyetini müşahede edince memuriyeti bırakıp hizmetine girme hevesine kapıldı.

Çok heyecanlandığı için o zaman orada dile getiremediği bu arzusunu, Konya’ya gidince arkadaşlarına söyledi. Ardından Emirdağ’a tayinini istedi ise de orada memura ihtiyaç olmadığından Akşehir’e gönderildi.

Yakın olmasını fırsat bilerek sık sık Emirdağ’a gidip Üstadını ziyaret eden Zübeyir, her seferinde ona, memuriyeti bırakıp hizmetine girmek istediğini söyledi. İsteği kabul edilmeyince, serâpâ Nur olan münevver menzillere, ancak oralara lâyık meziyetler taşıyıp husûsi hâller yaşayanların girebileceğini anlayarak ayrıldı, nuru gönülleri yıkayıp kalpleri aydınlatan Nur ummanının yanından.

Ziyaretlerini sıklaştırarak hasret hislerini teskin etmeye çalışırken, 1947 yılının Aralık ayında araya hapishanenin kalın duvarları ve paslı demir parmaklıkları gsirdi. Said Nursî pek çok talebesi ile birlikte Afyon’a götürülüp hapsedilince o da Afyon’a gitti.

Gözyaşları içinde, “Yâ Rabbi, beni Üstadımın hizmetine kabul ettir” diye duâ ederek günlerce hapishanenin etrafında dolandı durdu. Maksadı kendisini tevkif ettirerek hapishâneye girmek ve Üstadına hizmet etmekti.

Afyon Savcısı da, ceza hakimi de onun bu niyetini bildiklerinden, daha fazla acı çekmesi için tutuklamadılar. Zübeyir de, Ceylân’ın tavsiyesine uyarak çalıştığı kasabaya gitti. ‘Akşehir Postahanesi’nde Nurcu bir memur var’ diye Ankara’ya telgraf çekerek kendisini ihbar etti. Birkaç gün sonra da tutuklanıp Afyon’a sevk edildi. O hapishâneye girince Üstadını daha sık göreceğini düşündüğünden her fırsatta onun koğuşuna gitmeye çalıştı. Gardiyanlar engel olunca, o da her şeyi göze aldı ve gizlice gidip hizmetlerini görmeye gayret etti.

İlk zamanlar birkaç kere gardiyanları atlatmayı başardı ise de sonunda yakalandı. Onu zindana götürüp falakaya yatırarak atlatılmanın hıncını almaya çalışan gardiyanlar tabanları patlayıncaya kadar dövdüler.

“Vurun, vurun!.. Zalimler için yaşasın Cehennem” diye bağırdı onlar sopayı vurdukça.

O, zalimlerin zulmünü yüzlerine haykırdıkça gabileşen gardiyanlar dövmekten yorularak onu koğuşuna götürdükleri zaman hâlinden hiç şikâyet etmedi. Kardeşlerinin yardımı ile biraz iyileşince ilk fırsatta tekrar soluğu Üstadının yanında aldı.

Bir süre sonra mahkûmiyet süreleri biten bazı Nur Talebeleri tahliye edilirken hapishane müdürü onu da çağırdı. Merak ederek yanına gittiği zaman müdür tahliye edildiğini, hemen toparlanması gerektiğini söyleyince şaşırdı.

“Üstadım hapisteyken ben nasıl çıkarım?” dedi kendi kendine.

Hapishanede yattığı zamanı hesap edip kendisine verilen hükümle karşılaştırarak mahkûmiyet süresini tamamlamadığını, daha kırk gün kadar zamanının olduğunu anlayınca sevindi. Müdüre durumu anlatıp yapılan yanlışlığı düzelttirdi ve hapishânede kalmaya devam etti.

—DEVAM EDECEK—

İslâm YAŞAR

03.04.2010


Bediüzzaman Said Nursî: Zübeyir en lüzumlu zamanda imdadıma geldi

Hakikî fedakâr Zübeyir, en lüzumlu ve hizmete şiddet-i ihtiyacım zamanında buraya imdadıma geldi. Yoksa Isparta’dan o sistemde birisini isteyecektim.

Emirdağ Lâhikası, s. 262

***

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: İhtiyat ve temkin ve meşveret etmek lâzımdır.

Saniyen: Zübeyir bana merhum biraderzadem Abdurrahman yerine ve Ceylân merhum biraderzadem Fuad bedeline verilmiş diye mânevî ihtar aldım. Ben de burada işimi onlara bıraktım. Şuâlar, s. 458

03.04.2010


Zübeyir Gündüzalp’in bir Nur talebesine yazdığı mektup

Aziz muhterem kardeşim...

Mademki İslâm’ın her derdine razı olduğunu bildiriyorsun, bu müjdenle bize aşk ve şevk veriyorsun, o halde iyi dinle:

Vazifen: Dikenler arasından güller toplayacaksın. Ayağın çıplaktır, batacak; elin açıktır, ısıracak. Buna sevineceksin!

Firavunlar kucağında büyüyen çocuk Mûsâ’ları safına alacaksın. Aldığın için dövecekler. Konuştuğun için zindana koyacaklar; sevineceksin!

Çöllere sürülürsen, kanınla ağaç yetiştireceksin. Kutuplara sürülürsen, vücut ısınla sebze yetiştireceksin. Yeşilliği sevmeyenler olacak. Yakacaklar, yıkacaklar. Sen bunu sabırla seyredeceksin!

Karanlık zindanlara atarlarsa, ışık; paslı vicdanları görürsen, ümit; imansız kalplere rastlarsan, Nur vereceksin. Sen verdiğin için suç, sen getirdiğin için ceza, sen konuştuğun için mahkûm olacaksın. Ve buna şükredeceksin!

Anadan, yardan, serden ayrılacaksın. Candan, gönülden Kur’ân’a sarılacaksın. Damla iken deniz, nefes iken tayfun olacaksın. Derdini yazmak için derini kâğıt, kanını mürekkep edeceksin. Kimse ile görüştürmezlerse, mecnun olup çöllere düşeceksin. Leyla arar gibi nur arayanları bulacaksın. Bulamazsan üzülmeyeceksin!

Makamlar, servetler verirlerse, nefsini unutacaksın...

Yalan, iftira, çamur fırtınasına tutulursan, hissiyâtını terk edeceksin...

Önünde demirden set yaparlarsa, dişinle deleceksin. Dağları toptan oymak gerekirse, iğne ile oyacaksın. Unutma! Nerede olursan ol, küfrün ve cehlin tâ temelini çürüteceksin.

Bir gün Kur’ân etrafındaki surların yıkıldığını görürsen; hemen kemiklerini taş, etlerini harç, kanını da su edeceksin.

Etrafına ilimden, irfandan, faziletten, ahlâktan kaleler dikeceksin. Kaleler, fedailer ister. Nasıl olsa sen de içinde fedai olacaksın.

Bu mektubu okuyunca, Mesnevî’yi okuyan Yunus Emre gibi “Uzun olmuş” diyeceksin. Onun gibi “Ben olsa idim ‘Ete, kemiğe büründüm. Yunus diye göründüm’ derdim” dediği gibi, sen de “Ne lüzum vardı uzun uzun yazmaya, kısaca ‘Kur’ân talebesi olacaksın’ deseydin yeterdi” diyeceksin.

Haklısın; zira İslâm yoluna giren, bilir ki bu yol kıldan ince, kılıçtan keskindir. Her kişinin değil, er kişinin yoludur.

Seni bütün ruh-u canımla kucaklar, gözlerinden öper, duâlarına mukabele eder, Allah’ın rızası dairesinde buluşmak üzere mektubuma son verirken, dalâlete düşen din kardeşlerimin, kısa bir zamanda sizin gibi hidayete ermelerini Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücud olan Hazret-i Allah’tan niyaz eylerim. Âmin.

Zübeyir Gündüzalp

(Nefis Muhasebesi, s. 93, Yeni Asya Neşriyat)

03.04.2010


Bediüzzaman’ın talebesi Bayram Yüksel:

Zübeyir Ağabeyin kale gibi imanı, acaip bir

fedakârlığı vardı

Bediüzzaman’ın talebesi (merhum) Bayram Yüksel, Zübeyir Gündüzalp’i anlatıyor:

“Üstadımız hizmetine yeni gelenlere bir-iki sene iltifat eder, okşar, fazla sıkmaz, ağır ağır derslere başlar, fedakârlık, sadakat, tedbir ve ihlâs dersleri verirdi. Çok şefkatli muamele ederdi. Hususî hizmetlerini de tedricen yaptırdı. Bu hususlarda her bakımdan en fedakâr, bir kale gibi imanı olan Zübeyir Ağabey idi. Acaip bir fedakârlık vardı kendisinde. Hattâ Üstadımız bizlere darılsa, kızsa Zübeyir Ağabeyi döverdi. Üstadımız Zübeyir Ağabeyin nefsini tam terbiye etmişti. Zübeyir Ağabeye, ‘Bu taştır, bu ağaçtır, topraktır, bu meyyittir’ gibi sözlerle nefsini rencide edecek şeyleri söylerdi. Zübeyir Ağabey de, ‘Evet Üstadım’ derdi, katiyyen nefsinden dahi itiraz gelmezdi. Allah rahmet eylesin, şefaatına mazhar eylesin.

“Bizler Üstadımızın, Risâle-i Nur’un tarz-ı hareketini, hem ihlâs, istiğna, mahviyet, fedakârlık, kahramanlık, iktisat; kardeşlerine karşı tevazu, şefkat; düşmanlarına karşı şecaat, cesaret derslerini Üstaddan sonra Zübeyir Ağabeyden aldık. Allah ebediyyen razı olsun, Allah dünyada olduğu gibi, âhirette de Nur Üstadımızın hizmetinden ayırmasın. Kendisinden çok istifade ettik. Sahabelerin isâr hasletine tam mazhardı.

“Onda, Risâle-i Nur’a ve Üstadımıza karşı öyle bir bağlılık vardı ki, katiyyen taviz vermezdi. Kendisi hakaretlere, işkencelere, dayaklara maruz kalsa, zerre kadar sarsılmazdı. Hattâ Afyon hapsinde onun o güzel müdafaalarını hazmedemeyen Afyon savcısı kendisine günlerce dayak attırırdı. Gardiyanları ayartarak onu falakalara yatırırdılar. Gardiyanlar vurdukça Zübeyir Ağabey onların yüzüne tükürür ve ‘Vurun, vurun’ diye bağırırdı.

“Hapishanede kendisine insanlık dışı hakaretler yapıldığı halde o, onlara şefkatle muâmele edip, hiç ehemmiyet vermezdi. Biriktirmiş olduğu maaşı ile hapishanedeki fakir Nur Talebelerine yardımda bulunur, kendisi yemez, onlara yedirirdi.”

Son Şahitler, c. 3, 105

03.04.2010

 
Sayfa Başı  Geri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl