04 Nisan 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Lahika

Hadis-i Şerif Meâli

Kim bir ağaç diker de ondan bir insan veya yaratıklardan herhangi bir yaratık yerse bu mutlaka onun için sadaka olur.

Câmiü's-Sağîr, No: 3704

04.04.2010


Işınlama mümkün

Neml Sûresi’nin 40. âyeti işaret ediyor ki, uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sûreten ihzâr etmek mümkündür.

Hem meselâ, Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm taht-ı Belkıs’ı yanına celb etmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celb dedi: “Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim” olan hâdise-i hârikaya delâlet eden şu âyet: “Semâvî kitapların esrârına vâkıf bir âlim ise, ‘Sen daha gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm,’ dedi. Süleyman Belkıs’ın tahtını yanında hazır görünce...” (Neml Sûresi: 40.) (ilâ âhir), işaret ediyor ki, uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sûreten ihzâr etmek mümkündür.

Hem vâki’dir ki, risâletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, hem mâsumiyetine, hem de adâletine medâr olmak için, pek geniş olan aktâr-ı memleketine bizzat zahmetsiz muttalî olmak ve raiyyetinin ahvâlini görmek ve dertlerini işitmek, bir mu’cize sûretinde Cenâb-ı Hak ihsan etmiştir. Demek, Cenâb-ı Hakka itimad edip, Süleyman Aleyhisselâmın lisân-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisân-ı istidadıyla Cenâb-ı Haktan istese ve kavânîn-i âdetine ve inâyetine tevfîk-ı hareket etse, ona dünya bir şehir hükmüne geçebilir. Demek, taht-ı Belkıs Yemen’de iken, Şam’da aynıyla veyahut sûretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette, taht etrafındaki adamların, sûretleri ile beraber sesleri de işitilmiştir.

İşte, uzak mesafede, celb-i sûrete ve savta haşmetli bir sûrette işaret ediyor ve mânen diyor: “Ey ehl-i saltanat! Adâlet-i tâmme yapmak isterseniz, Süleymanvârî, rûy-i zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünkü, bir hâkim-i adâletpîşe, bir padişah-ı raiyyetperver, aktâr-ı memleketine her istediği vakit muttalî olmak derecesine çıkmakla mesûliyet-i mâneviyeden kurtulur veya tam adâlet yapabilir.”

Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisân-ı remziyle mânen diyor ki: “Ey benîâdem! Bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adâlet-i tâmme yapmak için, ahvâl ve vukuât-ı zemine bizzat ıttılâ veriyorum; ve mâdem herbir insana, fıtraten, zemine bir halîfe olmak kabiliyetini vermişim; elbette o kabiliyete göre rûy-i zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini, hikmetim iktizâ ettiğinden, vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de, nev’en yetişebilir; maddeten erişemezse de, ehl-i velâyet misillü mânen erişebilir. Öyle ise, şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi göreyim sizi, vazife-i ubûdiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rûy-i zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz. ‘Üzerinde gezesiniz ve Allah’ın verdiği rızıktan yiyesiniz diye, yeryüzünü sizin emrinize veren O'dur. Sonra dönüşünüz yine O'nadır’ (Mülk Sûresi: 15.) âyetindeki ferman-ı Rahmânîyi dinleyiniz.”

İşte beşerin nâzik san’atlarından olan celb-i sûret ve savtların çok ilerisindeki nihayet hududunu şu âyet remzen gösteriyor ve teşviki işmâm ediyor.

Hem meselâ, yine Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm cin ve şeytanları ve ervâh-ı habîseyi teshîr edip, şerlerini men ve umûr-u nâfiada istihdam etmeyi ifade eden şu âyetler:

“Asi olan şeytanları ise zincirlerle bağlı olarak ona boyun eğdirdik.” (Sâd Sûresi: 38.) (ilâ âhir),

“Denize dalarak onun için cevherler çıkaran ve başka işler de gören şeytanları yine onun emrine verdik.” (Enbiyâ Sûresi: 82.) (îlâ âhir) âyetiyle diyor ki: Yerin insandan sonra zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup, ister istemez hizmet edebilirler ki; Cenâb-ı Hakkın evâmirine musahhar olan bir abdine onları musahhar etmiştir.

Cenâb-ı Hak, mânen şu âyetin lisân-ı remziyle der ki: “Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de Benim emrime musahhar olsan, çok mevcudât, hattâ cin ve şeytan dahi musahhar olabilirler.”

İşte, beşerin, san’at ve fennin imtizâcından süzülen, maddî ve mânevî fevkalâde hassâsiyetinden tezâhür eden ispirtizma gibi celb-i ervâh ve cinlerle muhâbereyi, şu âyet en nihayet hududunu çiziyor ve en faydalı sûretlerini tâyin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat, şimdiki gibi, bâzan kendine emvât nâmını veren cinlere ve şeytanlara ve ervâh-ı habîseye musahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımât-ı Kur’âniye ile onları teshîr etmektir, şerlerinden kurtulmaktır.

Sözler, s. 40

LÜGATÇE:

sûreten: Görüntü olarak.

ihzâr: Hazır etme, hazırlama.

celb-i sûret ve savt: Ses ve görüntü nakli.

umûr-u nâfia: Faydalı işler.

04.04.2010


“Risâle-i Nur uğrunda idam edileceksem, sehpaya ‘Allah... Allah… Ya Rasûlallah’ sadalarıyla gideceği

Zorla hapishaneye giren, her seferinde falakaya yatırılmak pahasına Üstadına hizmet eden, fırsat bulduğu hâlde hapisten çıkmak istemeyen Zübeyir’in, Said Nursî’ye duyduğu yakınlığa bir mânâ veremeyen savcı, muhakeme sırasında sık sık onu tahrik edici sorular sordu.

“Sen Risâle-i Nur’un Talebesi imişsin?” dedi küçümseyen bir tavırla.

“Bediüzzaman Said Nursî gibi bir dâhinin şâkirdi olma liyâkatini kendimde göremiyorum. Eğer kabul buyurursa, iftiharla ‘Evet Risâle-i Nur şâkirdiyim’ derim” diye cevap verdi.

“Bin talebe yerine kabul ediyorum” dedi Said Nursî de.

Üstadının bu ifadesini hayatî bir mazhariyet sayan Zübeyir, ondan aldığı dersle şahsından ziyade dâvâsını anlatmaya devam etti. Uzun uzun Risâle-i Nurları anlattıktan sonra sözü kendisine verilecek cezaya getirdi.

“Yirmi seneden beri milyonlarla insana; din, vatan, İslâmiyet, fazilet dersi veren ve onları dinsizlikten muhafaza eden Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur uğrunda idam edileceksem, sehpaya ‘Allah… Allah… Yâ Resûlallah’ sadaları ile koşarak gideceğim. Komünizme kapılıp dininden çıkan, ebedî felâketlere yuvarlanan ve vatan haini olarak kurşuna dizilecek cürümlerden gençlerimizi koruyan Risâle-i Nur uğrunda kurşunla öldürüleceksem, o kurşunlara çekinmeden göğüs gereceğim. Üstadım Bediüzzaman için hançerlerle parçalanırsam, etrafa saçılacak kanlarımın ‘Risâle-i Nur, Risâle-i Nur!..” yazmasını Rabbimden niyaz ediyorum”1 diyerek kahramanca bir müdafaa yaptı.

Mahkemedeki bu müdafaanın yanı sıra, merdâne ifadelerin yer aldığı bir temyiz lâyihası yazıp Temyiz Mahkemesi’ne gönderdi. Bir süre sonra da Temyiz Reisliğinin telgraf emri ile tahliye edildi.

Afyon’da bir ev kiralayan Zübeyir, sık sık hapishaneye giderek Üstadının hizmetlerini görmeye çalıştı. Bediüzzaman hapishaneden çıkınca iki ay kadar o evde ikamet etti. Ardından da Emirdağ’a döndü.

Zübeyir, Said Nursî’nin eski dostlarına bazı mesajlarını götürmek maksadıyla önce İstanbul’a, ardından Ankara’ya gitti. 1950 yılında Ankara Üniversitesi’nde, aralarında öğretim üyelerinin, milletvekillerinin, yabancı diplomatların da bulunduğu kalabalık bir topluluğa “Said Nursî ve Risâle-i Nur” konulu uzun bir konferans verdi.

O hapse girdiği için memuriyetten atıldığını düşünüyordu, ama bir süre sonra Akşehir’den Islahiye’ye tayin edildiğini bildiren bir yazı gelince şaşırdı. Bu hususta Üstadına bilgi verdi ve gitmek istemediğini söyledi. O ‘Hizmet için gideceksin’ deyince oraya gidip göreve başladı.

Islahiye’de vazifesini hiç aksatmadan çok faydalı hizmetler ifa etti. Kaldığı evi Nur dershanesi hâline getirdi ve hemen her gün dersler yaptı. Kasabanın bürokratlarına, esnafına, eşrafına Bediüzzaman’ı anlattı, pek çok lise talebesine Risâle-i Nurları tanıttı.

Oradaki hayatından da, hizmetlerinden de memnundu, ama Isparta’dan Urfa’ya giderken yanına uğrayan Abdullah ve Hüsnü, Üstadın ‘Zübeyir de Urfa’ya gelecek’ dediğini söyleyince, bunu gıyabında verilmiş bir emir telâkki etti ve kendi isteğiyle oraya tayin edildi.

Urfa’da onlarla birlikte önce Dergâh’ta, daha sonra da Kadıoğlu Camii’nin meşrutasında kalan Zübeyir, memuriyetin dışındaki zamanlarında Abdullah ve Hüsnü ile birlikte çocuklara Risâle-i Nur dersleri verip Kur’ân öğretmeye gayret etti.

Bir öğretmenin ihbarı üzerine üçü de tutuklandılar. Uzun süre nezarette ve hapishanede tutuldular. Ardından Isparta’ya sevk edildiler. Isparta Hapishanesi’nin tecrit koğuşunda aylarca kaldıktan sonra da serbest bırakıldılar.

Hapishaneden çıkınca ilk işleri Said Nursî’yi ziyaret etmek oldu. Onun İstanbul’da olduğunu öğrenince onlar da oraya gittiler. Birkaç hafta Üstadlarının yanında kalıp hasret giderdiler ve hizmet mahallerine döndüler.

Urfa’ya varınca vazifesine başlamak isteyen Zübeyir, merkeze alındığından orayla ilişkisinin kesildiğini öğrenince Ankara’ya gitti. Artık çalışmak istemediği için istifa dilekçesini verdi ve daimî olarak Bediüzzaman’ın hizmetinde bulunmak kararlılığıyla Emirdağ’a hareket etti.

Said Nursî, 1953 yılında kendisini ziyarete gelen Pakistan Millî Eğitim Bakanı Ali Ekber Şah’ı uğurladığı sırada Ankara’dan gelen otobüsten inen Zübeyir koşup Üstadının ellerine sarıldı.

“Bir veziri uğurladık, bir veziri karşıladık” diyerek lâtife etti o da.

Zübeyir’in memuriyetten ayrıldığını ve hizmetine girmek maksadıyla yanına geldiğini öğrenen Bediüzzaman, ona ancak maddî mânevî hiçbir menfaat beklemediği takdirde hizmetine alabileceğini söyledi ve yirmi dört saat düşünme süresi verdi.

Üstadını sükûnetle dinleyen Zübeyir, kararını çoktan verdiğinden dışarıya çıktıktan az sona tekrar içeri girdi. Bediüzzaman, verdiği süre bitmeden gelmemesini isteyince gitti ve yirmi dört saat biter bitmez huzuruna çıkıp kendisine hiçbir menfaat beklemeden Allah rızası için hizmet edeceğini söyledi, o da kabul etti.

Yıllardır coşkun bir şelâle şeklinde akan, aktıkça da durulup billûrlaşan nehir, uçsuz bucaksız nur ummanına kavuşunca sakinleşti, derinleşti, deryalaştı ve kendi içinde dalgalanmaya başladı.

O hâlet-i ruhiye içinde onun kapısının önünden hiç ayrılmayan ve seslendiği veya zile bastığı anda hizmetine koşan Zübeyir, ilk zamanlar intibak etmekte biraz zorluk çekti ise de, Ceylân’ın dediğini yapıp Üstadının söylediklerine aklını karıştırmamaya ve o ne söyledi ise aynen yerine getirmeye gayret edince rahatladı.

Bediüzzaman, hayatının Üçüncü Said safhasının temel rükünlerinden biri olan Zübeyir Gündüzalp’i yanına aldıktan sonra, hususî bir itina ile yetiştirmek için bütün derslerde bulunmasını istedi. O da bu itinaya aynı hassasiyetle mukabele etmeye çalıştı.

Üstadının, kendisinin her hâlini dikkatle takip ettiğini bildiğinden, parmağının şiddetle acıdığı günlerden birinde, onu üzmekten çekinerek derse iştirak etmedi. Zübeyir’in olmadığını gören Bediüzzaman onun bulunup getirilmesini, o olmadan ders yapmayacağını söyleyerek derse iştirak etmesini sağladı. Dersten sonra, onun parmağı acıdığı için derse gelmediğini öğrenince şaşırdı.

“Ben Zübeyir’i zannederdim ki değil parmağı, başsız gövdesi, gövdesiz başı olsa yine Risâle-i Nur, Risâle-i Nur diye koşacak. Ehl-i küfür beni bıçaklarla parça parça etse, Said yine iman, Kur’ân, Risâle-i Nur diye gider. Ben böyle talebe istiyorum. Ufak bir parmak meselesinden üzülen kırılan talebelere Risâle-i Nur’un ihtiyacı yoktur. Uhuvvet ve ihlâsı gaye edinen talebeye ihtiyaç vardır”2 diyerek onun şahsında diğer talebelerine de ders verdi.

Bu ibretli hayat dersi, onun âdeta Üstadında fani olmasını sağladı. O, zaman zaman diğer talebelerinin yanında ona vurarak ‘Bu taştır, bu topraktır, ağaçtır, meyyittir’ dediğinde, her seferinde ‘Evet Üstadım’ diyerek tasdik etti.

Bu şekilde tam bir nefis terbiyesinden ve Risâle-i Nur eğitiminden geçen Zübeyir, Üstadının yanından hiç ayrılmadı. O başka yere gönderdiği zaman da işini bitirir bitirmez geri geldi ve sadakatle hizmetlerine devam etti.

Said Nursî onun sadakatinden emin olup kabiliyetlerini keşfedince günlük gazeteleri takip etmesini istedi. O da her gün gazeteciye gidip gazetelere baktı. Bediüzzaman’la, Risâle-i Nur’la alâkalı haberlerden, yazılardan onu haberdar etti. Lehte yazı yazıp haber yapanlara teşekkür mektupları yazarken aleyhte çıkan yazı ve haberlere tekzip gönderdi.

Yazdığı cevapların, çoğu zaman gazetelerde yayınlanmadığını görünce yazıları Üstadına tashih ettirerek ‘Nur Talebeleri’, ‘Bediüzzaman’ın Hizmetkârları’ gibi imzalarla lâhika mektubu hâline getirip cemaat adına neşretti.

Böylece bir vezir sadakati ve dirayeti ile Said Nursî’nin hususî hizmetinin yanı sıra; Risâle-i Nurların Lâtin harfleri ile neşri; Üstadın, hayatının Eski Said safhasında yazdığı Arapça eserlerin Türkçe’ye tercümesi, Türkçe olanların yeniden tanzim edilmesi ve Tarihçe-i Hayat’ın yazılması işlerini de takip etti.

Nur cemaatinin sevk ve idaresini sağlayan lâhika mektuplarını ekseriyetle o yazdığı, siyasî ve içtimaî faaliyetleri takip ettiği, zaman zaman da devlet adamları ve hükümet erkânı ile görüşmelere gittiği için Nur hareketinin fiilî işleyişine iyice vakıf oldu.

Bediüzzaman’ın ‘Fenâfi’s-Said’ dediği Zübeyir, birbirinden çok farklı olan bu işleri ve hizmetleri öylesine samimî bir sadakatle ve ihlâsla yaptı ki, Üstadının “Zübeyir’imi kâinata değişmem” senasına mazhar oldu.

‘İmana ve Kur’ân’a ahiretini de feda edecek’ kadar fedakâr bir insan olan Zübeyir Gündüzalp, Üstadını hiç yalnız bırakmadı. Bilhassa son seyahatlerinde hep yanında bulundu ve bir kurmay maharetiyle seyahatlerin, olabildiğince zahmetsiz geçmesini sağlamaya çalıştı.

Bediüzzaman Said Nursî’nin Urfa’ya yaptığı son yolculuğunda yanında Hüsnü ve Bayram’la birlikte o da vardı. Orada emniyet mensuplarının Isparta’ya dönmeleri için yaptıkları ağır baskılara metanetle mukavemet etti.

Üstadının ahirete irtihal etmesi üzerine, cenaze merasimine katılmak için Urfa’ya gelen bazı Nur Talebeleri ile istişare toplantıları yaparak muhtemel karışıklıkların çıkmasına fırsat vermedi.

Defin işleri tamamlanıp cenazeye katılanlar memleketlerine döndükten sonra Abdullah’la münâvebeli olarak mezarın başında bekledi. Kabrin üzerine mermerden bir mezar yaptırdı ve kabirden toprak almak gibi zahiren yanlış anlaşılabilecek bazı mahallî âdetlere mani olmaya çalıştı.

Zübeyir’i, Bediüzzaman’ın hususî hizmeti ile şereflendiren ve onu kâinata değişmeyen adam hâline getiren haslet; sahip olduğu ihlâs, samimiyet, cesaret ve sadakatti. O, Said Nursî’nin yanında her hâli ile yaşadığı bu hasletlerini, onun vefatından sonra da ayniyle devam ettirdi.

Ona olan yakınlığını maddî-mânevî hiçbir şeye âlet etmediği gibi, ‘kâinatta hiçbir şeye âlet ve tâbi ve basamak olmayan, hiçbir garaz ve maksat tarafından kirletilemeyen, hiçbir şüphe ve felsefe tarafından mağlûp edilemeyecek bir tarzda îman hakikatlerini ders veren, umum ehl-i îmanın, bin seneden beri terâküm etmiş dalâletlerin hücumuna karşı îmanlarını muhafaza eden’ Risâle-i Nurlara mensubiyeti de her türlü makamın, mevkinin, tarzın, telâkkinin, mülâhazanın ve benzer beşerî zaafların üstünde tuttu.

Dipnot:

1- Şuâlar s: 471.

2- İbrahim Kaygusuz. Zübeyir Gündüzalp İstanbul YAN 2007 s: 204.

-DEVAM EDECEK-

04.04.2010

 
Sayfa Başı  Geri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl