25 Ekim 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Röportaj

H. HÜSEYİN KEMAL

Kemalizm kaybetti

Türkiye’deki değişim sürecini değerlendiren hukukçu-yazar Gürbüz Özaltınlı, Kemalistlerin demokratikleşmenin ve değişimin karşısında olduğunu savunarak, “Bugünün Türkiyesine söyleyeceği geçerli bir sözü yoktur. Kemalistler otoriterdir, elitisttir, milliyetçidir, devletçidir. Özeti şudur: Kemalizm, onun dayanağı olan güçlerle beraber kaybetmiştir” dedi.

KEMALİZM KAYBETTİ

Ergenekon süreci devam ettikçe tartışmalar da devam edeceğe benziyor. Bundan dolayı Ergenekon sürecinin Türkiye’nin siyasî tarihinde çok önemli bir yer edindiğini söylersek yanlış söylemiş olmayız. Biz de bu süreci ve Türkiye’deki değişim sürecini Ankara Barosu’dan uzun dönem Felsefe Kulübü Başkanlığı yapmış, hukukçu-yazar Gürbüz Özaltınlı’yla konuştuk.

Türkiye’de Ergenekon süreciyle beraber yükselen bir tansiyon var. Ve insanlar bu süreçten yorulmuşa benziyor. Bu tür dâvâların uzun tutulması kamuoyundaki desteğin azalmasına sebep olur mu?

Ergenekon basit bir örgüt, bu dâvâ da sıradan bir hukuk dâvâsı değildir. Bu, eski devletle, değişen Türkiye’nin çok zorlu bir hesaplaşmasıdır. Yükselen tansiyon dediğiniz şeyin arkasında bu gerçek var. Derinlerde bir yerde bir takım suçlar işleyen insanları yakaladınız, yargıladınız iş bitti değil. Ergenekon dâvâsı koca bir siyasî rejimin değişmesi dâvâsıdır. Bu süreç o kadar kolay tamamlanmaz. Biz bu yapının bence çok küçük bir boyutuyla karşılaştık henüz bu dâvâda. Ordusuyla, yargısıyla, sivil siyaset ve medya ayaklarıyla işleyen sınırları sandığımızdan geniş bir siyaset etme biçimidir Ergenekon.

Bunun kar maskeli tetikçileri de vardır, hayatında silâh görmemiş kravatlı okumuş elitleri de... Bakın her gün biraz daha gerilere gidiliyor. Turgut Özal, Eşref Bitlis, Uğur Mumcu olayları tartışılıyor. Kimliğini kimsenin tam bir yere oturtamadığı popüler bir polis müdürü kalkıp kitap yazıyor. Kitabın merkezindeki iddia Ergenekon’un Fethullahçıların tezgâhı olduğu iddiası. Cemaatle mi çatışmak için yaptı bunu, yoksa Ergenekon’a koruma pozisyonu oluşturmak için mi kolay bir cevabı yok. Bir kısım kalemler derhal bu kanaldan yazmaya başlıyor. Ya da Ahmet Özal, “Babamı öldürdüler” diyor, eski bir gazete patronunun ismi telâffuz ediliyor, emekli generalden söz ediliyor. Bakıyorsunuz ertesi gün “Amiral gemisi”nde bir köşeden hemen ses geliyor.

Kısacası bir dönem devlet topluma karşı çok kirli bir politika yürüttü ve bu politikayı çok zengin araçlarla yürüttü. Kimin ne kadar bu işlere bulaştığını bilemiyoruz. Ordu dahil, hiçbir kurum bütün gövdesiyle suçlanamaz. Ama, devletle çok içli dışlı her kurumun etkili unsurlarından bu toplumun kuşkulanması için yeterli neden var. Bir silâha el koyup yemin eden, kod adı alan, gizli şemalar oluşturan bir örgüt faaliyetinden ibaret değildir Ergenekon. Bu da vardır kuşkusuz. Ama çok daha amorf, sınırları belirsiz, esnek bir ağdır bu yapı. Bu nedenle bu tansiyona alışmamız lâzım. Bu tür dâvâların seyrinde kamuoyu desteği çok önemlidir gerçekten. Zaten, bir kesim de bunu iyi bildiği için tersinden kamuoyu oluşturmak için büyük çaba sarf ediyor. Ama, daha geniş bir zaman aralığı içinden bakarsanız kaybedenler onlar. İlk günlerde bulunan silâhlarla bile dalga geçmeye çalışanlar, bu gün Özal suikastında, Eşref Bitlis’in ölümünde temkinli konuşma ihtiyacı duyuyorlar.

Ergenekon dâvâsının hızlandırılması için neler

yapılabilir? Çünkü insanlar artık bu dâvânın psikolojik bir dâvâ haline getirildiğini iddia ediyorlar?

Ergenekon ilk patladığında, onu önce görmezlikten gelenler, sonra toplumu bunun gerçek olmadığına inandırmaya çalıştılar. Öyle olgular ortaya çıktı ve medya o kadar denetimlerinden çıkmıştı ki bu çizgi inandırıcılığını kaybetti. Bir süredir, “Evet suç işleyenler varmış belli ki, ama bu dâvâ politik olarak kullanılıyor” demeye başladılar. İlgili ilgisiz insanları yıldırmak için bu dâvâya katıyorlar propagandası başladı. Süreci durdurmak için çekildikleri yeni mevzi bu.

Bugün bu argümanları kullananlara teker teker bakın çoğu baştan beri Ergenekon soruşturmasının önünü kapatmak için kademe kademe büyük direniş gösterenlerdir. Ergenekon dâvâsı bizim hukuk sistemimizde yavaş ilerleyen bir dâvâ değildir. Tarihte aylarca her gün duruşması yapılan bir dâvâ oldu mu bu ülkede bilmiyorum. Ama, bir Dev-Yol dâvâsının 30 seneye yakın sürdüğünü biliyorum. Barış Derneği dâvâsında 5 yıl tutuklu kaldıktan sonra beraat edip salıverilen aydınları tanıyorum. Bunların hiçbirisi Ergenekon kadar girift, geniş suçlamaları içeren dosyalar değildi. Bu kapsamda dâvâların yargılama sürelerini kısa tutmak pek mümkün değildir. Sanıkların haklarıyla da ilgilidir bu. Hızlı gitmek kadar adil olmak da önemlidir. Yoksa bir haftada biten, iki gün sonra infazı yapılan İstiklâl Mahkemelerine dönersiniz. Esasen, burada dâvânın uzamasından çok tutukluluk hallerinin uzaması kamuoyunu etkilemektedir. Ovadaki Kürt siyasetçilerinin ya da taş atan çocukların tutuklanması üzerine bir çift lâf etmeyenlerin, cebinden cinayet planları çıkanların, gömülü silâhlarla ilişkili olanların, paşalarla açık açık darbe planları konuşanların tutukluluğuna çok hassas olduklarını görüyoruz. Şimdi hukuk dersi verenler, 27 Nisan bildirisinde, 367 kararında, ya da kapatma dâvâsında el ovuşturuyorlardı. Ancak, onlar hangi niyetle söylerlerse söylesinler, uzun tutukluluk süreleri hukuk sistemimizin en ciddî arızalarından birisidir.

O halde şunu sorayım: Tutukluluk halinin cezaya dönüştürülmemesi için elektronik kelepçelerle zanlıların salıverilmesi tartışmalarına nasıl bakıyorsunuz?

İnsan haklarına dayanan modern ceza hukukunun temel ilkelerine aykırı her uygulamayı haksız buluyorum. Bu sanığın kimliğine ya da suçlamanın ağırlığına göre değişemez. İlkesel bir tutumdur. Ben çok ağır suçlamalara muhatap olan Ergenekon sanıkları için de bu tür uygulamaları yanlış buluyorum. Nitekim onlar ne iyi ki, bu ülkenin işkence, uzun gözaltı süreleri gibi insanlık dışı soruşturma uygulamalarının tek yöntem olduğu döneme denk gelmediler. Teknik takip, 48 saat gözaltı süresi, susma hakkı gibi yüksek standartlı soruşturma yöntemlerine muhatap oldular.

Bu standartların yükseltilmesi, elektronik kelepçe v.s. uygulamaların getirilmesi asla karşı çıkılamayacak şeylerdir. Ancak, burada uzun tutukluluk süresine ilişkin şunları da söylememe izin verin. Kaçma şüphesi ve delillerin karartılması tutukluğun temel hukukî gerekçesidir. Bu gerekçeler bazen geçen süreyle değişmeyebilir. Biz hâlâ, Bedrettin Dalan’ın tedavisinin bitmesini, Turhan Çömez’in dil kursunun tamamlanmasını bekliyoruz.

Bu tartışmalar yeni anayasa tartışmalarıyla sizce nasıl son bulabilir?

Yeni anayasa, gerçekten eski rejimin köklü biçimde tasfiyesinin bir ifadesi olursa, ülkede pek çok şey bundan etkilenir. Siyasetin normalleşmesi, vesayetten, suç araçlarından arındırılması toplumu rahatlatır. Bu, artık yeni dengelerin kurulduğu anlamına gelir. Yargının siyasal gerilimin basıncından etkilendiği kuşkusu ortadan kalkar. Bu yargı unsurlarını da rahatlatır.

Siyasî tartışmaların temelinde cumhuriyet kavramı yatıyor. Sizce cumhuriyetin yeni tanımı nasıl yapılmalı?

Bizim cumhuriyetimiz, baştan beri otoriter bürokratik bir cumhuriyet oldu. Toplumun isteklerine, rızasına dayanmaktan çok, devletin isteklerini topluma dayatan bir modernleşmeydi bu. Sonraları biraz topluma açıldı. Ama, topluma açılan yer her zaman küçük, denetimli bir yer oldu. Vesayet dediğimiz son sözü söyleme hakkını, bürokrasi hep elinde tuttu. Elinden kaçacak gibi olduğunda da çok kanlı oyunlara girmekten kaçınmadı. Bu cumhuriyet, kurucu elitin tasarladığı bir ulus yaratma gayretinin ifadesidir. O tasarlanan ulus istendiği gibi yaratılamadı. Kürtler orada kendilerine kendi kimlikleriyle yer bulamadılar. Muhafazakârlar bulamadılar. Alevîler bulamadılar. Bulabilenler buldu, ama onlar da bu rejimi taşımaya yetmiyor artık. Bu kimliği dayatan vesayetin de takati kalmadı. Bunu herkesin görmesi lâzım. Türkiye’deki büyük uzlaşma, bütün toplumsal kesimlerin kendisini demokratik bir rekabet içinde ifade etmesini sağlama üzerinde gerçekleşmeli. Devlet toplumu kendi istediği gibi değil, toplum nasıl istiyorsa öyle yönetmelidir. Böyle bakınca cumhuriyetin tanımı üç vurguyu taşımalıdır. Birincisi ordu- yargı bürokrasisinin siyaset üzerindeki vesayetinin sonu ilân edilmelidir. İkincisi, her etnik kimlik kendisini eşit haklarla bu ülkenin aslî unsuru olarak görebilmelidir. Üçüncüsü, devlet inanç alanından tamamen çekilmeli, inançsızlar dahil tüm bireylerin inanç özgürlüğünü garanti altına almalıdır.

Yeni laiklik tanımında Diyanet’in konumu nasıl

olmalı? Neden taraflar hâlâ Diyanet’ten vazgeçmek istenmiyor. Hükümetin de bu konuda bir açıklaması henüz yok…

Diyanet, bu cumhuriyetin laik olmadığının en açık kanıtlarından birisi olarak orada duruyor. Diyanet, devletin dine müdahale aygıtıdır. Din tamamen sivil alana terk edilmeli, Diyanet lağvedilmelidir. Bu hükümet, devletin denetim kurumlarıyla, bir bakıma vesayet kurumlarıyla ilişkisinde kararlı demokratik bir tutum izlemiyor. YÖK karşısındaki tutumu da buna örnektir. Bir yandan demokratikleşme politikalarının sözcülüğünü üstlenip, öte yandan özgür olması gereken alanların denetimi amacıyla oluşmuş kurumların varlığını savunamazsınız. O zaman, sizin vesayete karşı olmaktan çok, kendinizin bir tür vesayet gücü oluşturmak peşinde olduğunuza dair kuşkular doğar. Bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Ben, demokratikleşme sürecinin bu tür vesayet kurumlarını tasfiye edeceğine inanıyorum. Hükümet, bu tür kurumların zaman içinde tasfiyesine direnmeyecektir diye umuyorum. Bu kararsızlık aşılacaktır. Yoksa yeni bir tutuculuk oluşuyor demektir. Toplum buna şaşırtıcı cevaplar verir.

Tabiî, bir de milliyetçilik konusu mevzu bahis. MHP taban kaybettiğine göre, Türkiye’de milliyetçilik yükseliyor diyebilir miyiz?

Milliyetçilik, bu ülkenin resmî ideolojisidir. Anayasanın değişmez hükümlerine bile girmiştir bu tanım. MHP, Türkiye’de milliyetçiliğin ırkçılık dozu en yüksek versiyonunu temsil eder. Milliyetçilik bunu aşan bir ideolojik alandır. Biz, daha ilkokul sıralarında “Türk’üm, doğruyum... özüm Türk ulusuna feda olsun” diye her Allah’ın günü and içerek güne başlayan bir ülkenin çocuklarıyız. Kürtlerle barış konuşulurken en çok satan gazetenin tepesinde “Türkiye Türklerindir” yazıyor hâlâ. Kısacası Türkiye’de milliyetçiliğin etkisini MHP’nin aldığı oylarla ölçemeyiz sadece. Milliyetçilik; sol, muhafazakâr, militer, her türlü ideolojinin doğal bir bileşenidir bu ülkede. Ama sonuçta, yükseldiğine, geleceğimize egemen olacağına inanmıyorum. Küresel dünyada kendine etkin, saygın bir yer arayan Türkiye’nin geleceğini belirleme gücü yoktur milliyetçiliğin. Biz giderek daha evrenselci, insanı merkeze koyan değerlere açılan bir toplum olacağız. Umudum budur.

Ülkesini sevmekle milliyetçilik arasındaki fark

nedir?

Milliyetçilik, doğası gereği çatışmacı, ayrımcıdır. Yine onun doğasında ırk aidiyeti üzerinden yücelticilik vardır. Yani ırkçılık vardır. Ülke sevgisi diye nitelediğiniz şey, insanın yaşadığı coğrafya ile, o coğrafyanın onun kişisel tarihinde bıraktığı duygusal izlerle ilgilidir. Onun, o coğrafyaya karşı duyduğu sorumluluklarla ilgilidir. Pekâlâ, evrenselci bir birey de ülkesini sevebilir. Kendi ülkesinin yararlarına kendisini tabi görebilir. Ancak, burada kritik ölçü, insanlığın ortak çıkarları ve evrensel insanlık değerleri kaşısındaki tutumdur. İnsanlığın ortak çıkarları ve ırkına, şusuna busuna bakılmaksızın belirlenmiş evrensel insanî değerlerle uyuşmayan tutumları, kendi ülkenizin yararına olduğu gerekçesiyle benimseyip destekliyor musunuz? Soyut gibi gelebilir, ama ölçü budur. Her olayda bu sınanabilir somutluğa kavuşur. Ülkeseverlik adına evrensel insanî değerleri görmezden geldiğiniz her yerde, iddianız ne olursa olsun, siz milliyetçisiniz demektir.

Nabi Yağcı bir yazısında, “Türklük lânetlenen bir duruma geldi” yorumunda bulunmuştu. Sizce, kendini Türk hissedenlere karşı da aşağılayıcı onların provoke eden yazılar yok mu?

Sözünü ettiğiniz türden yazılar da esasen ırkçılık içerir. Türkçülük içinden ırkçılık yapmakla, kendini Türk olarak niteleyenleri kategorik olarak küçümsemek arasında bence hiçbir fark yok. Bunlar çocukça aşırılıklardır. Bu tür şımarık üsluplar, amacının tersi sonuçlar yaratır.

Dindarların milliyetçilikle ilişkisinin nasıl olduğunu düşünüyorsunuz?

Bu, benim, son zamanlarda üzerine eğilmeye çalıştığım bir konu. İslâmî değerlerin ırkçı ayrımlarla arasının iyi olmadığı bilinen bir şey. Ancak, bizim ülkemizde İslâmî değerlere bağlı yaşayan nüfusa güçlü bir milliyetçilik aşısı yapıldığını kabul etmek gerekir. Bu bir devlet politikasıydı. Devletin ideolojik aygıtları bu yönde çok çalıştı. Türk-İslâm sentezi, sadece bir kısım muhafazakâr aydınların fantezisi olarak kalmadı, yaşayan bir ideolojiye dönüştü. Tarihte, son derece olumsuz etkileri oldu bu ideolojinin. Şimdi, bu din ve ırk üzerinden çatışmacı yıkıcı ideolojinin çözülme koşullarının doğduğuna inanıyorum. AKP’nin ülkeyi dönüştürme ihtiyacına bu ideoloji cevap vermiyor. AKP, ırkçılık yaparsa, kendi işini zorlaştırır. Şimdi, daha evrenselci, farklı medeniyetlere, kültürlere kardeşçe bakan bir İslâmî dil kurulmaya çalışılıyor. Bunu çok önemsiyorum. Bu dilin bu toplumdan cevap bulacağını umuyorum. Seküler, Batıcı dil üzerinden konuşarak ulaşamayacağınız muhafazakâr nüfusa ulaşacak evrenselci bir dil bulmalısınız. AKP’nin söylemi bu bakımdan çok önemli.

Tam bir demokrasi olduğunda, Müslüman kültür daha görünür olmayacak mı? Müslüman kültürün daha yaygın olmasını istemeyen insanlar, demokrasiyi geciktirebilir mi?

Elbette, daha görünür olacak. Müslüman kültürün daha görünür olması sadece siyasî demokrasi ile de ilgili değil. Bu, öncelikle, ekonomik ve sosyal değişimle ilgili. Modernlerden farklı yaşayan bir nüfus zenginleşti, ekonomik, sosyal bir güç olarak sahneye çıktı. Bu siyasetten bağımsız olarak, hatta siyasete “rağmen” oldu. Modernler buna hazır değildi hiçbir bakımdan. Bu süreci anlayamadılar. Zannettiler ki bu muhafazakâr yaşamı görünür kılan şey siyasettir. Oysa, siyaset ardından geldi bu sürecin. Şimdi bu ülkenin eskiden görünmez alanlara itilmiş yeni güçlüleri siyasete ağırlık koyuyorlar. Modernlerin ilk tepkisi şiddetli bir korku ve kızgınlık oldu. Bu siyaseten de çok kışkırtıldı. Ancak, bence artık demokratikleşmenin önünde engel olacak güçlerini yitirdiler.

Kemalizmin Türkiye’deki durumu şu anda nedir?

Kemalizm, otoriter rejimin merkezi gücü bürokrasi ile kendini modern olarak niteleyen kentli orta sınıfların buluştuğu bir ideoloji oldu. Bu cephenin demokratikleşmeyi durdurmak için sığındıkları zihniyet dünyasıdır Kemalizm. Bu günün Türkiyesine söyleyeceği geçerli bir sözü yoktur. Otoriterdir, elitisttir, milliyetçidir, devletçidir. Bu gün evrenselci, demokratik, sivil değerler üzerinden konuşmadan ihtiyaç duyulan politikaları üretemezsiniz. Özeti şudur: Kemalizm, onun dayanağı olan güçlerle beraber kaybetmiştir.

Yine Kemalistler ellerindeki gücün gittiğini

hissedince, sizce demokrasiyi savunacak pozisyona gelecek mi?

Farkındaysanız, zaten bir dönemdir, kendilerini öncelikli olarak laikliğin değil, demokrasinin savunucusu olarak göstermeye başladılar. Çünkü, tehlikede olanın laiklik değil, demokrasi olduğunu savunmanın daha inandırıcı olduğunu düşünüyorlar. Ancak somut politikalara baktığınızda, savundukları demokrasi falan değil. Anayasa reformuna karşı çıktılar. Yargının değişmesini istemedikleri için karşı çıktılar hem de... Yargı vesayetinin devamını topluma demokrasi olarak yutturmaya çalışıyorlar. Yargı yürütmenin kontrolüne giriyormuş. Yargı Türkiye’de hep yürütmenin doğrudan kontrolündeydi. Ama, görünür parlamenter yürütmenin değil. Derin, militer bürokratik yürütmeden bahsediyorum. Seçilmemiş, hesap vermeyen yürütmenin kontrolünden söz ediyorum. Bir de bu çevreler Ergenekon dâvâsına çok duyarlılar. Dinlemelere çok hassaslar. Ordunun yıpratılmasına da duyarlılar, ama bunun konumuz demokrasiyle alâkası yok.

Neyle alâkası var?

Aslında, bugünkü politikalarına bakınca, bu çevrelerin bürokratik iktidarın etkili güçlerini koruma öncelikli bir söylem oluşturdukları gözleniyor. “Ergenekoncuları nasıl kurtarırız, yargı gücünü nasıl koruruz?” Temel meseleleri bunlar. Bütün temel kavramları deformasyona uğratan tarihsel deneyime güveniyor olmalılar. Yargı vesayetini, güçler ayrılığı ve yargının bağımsızlığı olarak kabul ettireceklerini düşünüyorlar. Çeteleşmiş, yozlaşmış, rejim aygıtlarını hukuka saygı örtüsü ile hesap vermekten kurtarmaya çalışıyorlar. Bu söylemin demokrasiyle alâkası yok. Ancak öte yandan toplumsal taleplere uzak kalarak bu güç savaşını sürdüremeyeceklerini de gördüler. Ordu ve yargıdan artık umut yok. Siyaset yapmak, toplumu kazanmak ve bu yoldan etkili olmak dışında seçenek kalmadı. Kemalizmin paradoksu burada. Ya değişime direnerek silinip gidecek ya da değişime uyarlanacak, ama kendisi olmaktan çıkıp başka bir şey olacak. Ancak, toplumda ideolojiler boşlukta değil, kendisinin taşıyıcılarıyla var olurlar. Bütün varlığını bu ideolojinin taşıyıcılığına adamış, artık marka olmuş kurum ve bireylere dokunmayan bir değişim olamaz. Kırk yılın Kemalistlerinin bir kaseti ortaya sallayıp ardından “Biz, artık Kemalist değiliz, demokratız” demesiyle bu iş olmaz. Eski rejimin temel kurumlarını, ayrıcalıklı sınıflarını bir iç bunalım bekliyor bence. Oralarda ayrışmalar, mücadeleler yaşanacaktır. O damarın ne kadar değişeceğini, ülkenin kaderinde nerede yer tutacağını bu iç mücadeleler gösterecek.

Son olarak başörtüsü yasağı konusunda yasal bir zeminin olmadığı tartışmaları yapılıyor. Siz konuya nasıl bakıyorsunuz. Başörtülüler sizce hizmet veren konumuna gelebilmeli midir?

Başörtüsünü yasaklayan açık bir hüküm yoktur yasalarımızda. Anayasa Mahkemesi’nin ideolojik- politik tutumunun pozitif hukuka aykırı müdahalelerinden birisidir bu günkü uygulama. Mahkeme bu değişim süreci boyunca defalarca benzer müdahalelerde bulunmuştur biliyorsunuz. Yargı iktidarının kötüye kullanımının bir örneğidir bu. Bu meselede de rejimin nefesi tıkanmıştır artık. Başörtüsü yasağı olanca garabetiyle orta sınıfları manipüle etmeye yaradı. Onları, kavganın politik iktidar kavgası değil, ideolojik-kültürel bir kavga olduğuna inandırdı. Kendi hayat tarzlarının tehlikede olduğunun bir sembolü olarak kullanıldı. Bu tutum iflâs etmiştir artık. Hem de öyle ilginç bir deneyim yaşıyoruz ki, şuna dikkatinizi çekerim: Tartışmaya kaldığımız yerden de devam etmiyoruz. Dün üniversiteler üzerine yol tıkanmışken, bu gün tartışmaya kamuda çalışanlardan başlıyoruz. Bence bu çok öğretici ve üzerine düşünmeye değer bir durum. Sorunuza gelince; ben, elbette hizmet verenlerin de inançlarına uygun giyinmesinin önünde bir engel görmüyorum. Hizmet verirken inancını hizmetin gerekleriyle karıştırmak, hizmetin gereklerini önemsememek başka bir şeydir. Ve bunun kılık kıyafetle ilişkisi yoktur. Bu, o hizmeti üretenin meslek ahlâkı, zihniyeti ve denetimi ile ilgilidir. Ben, otoriter bir laikin nasıl ideolojik dünyası ile ürettiği hizmeti ayırt etmesini beklersem, bir dindardan da aynı şeyi beklerim. Bu meşrû bir beklentidir ve kıyafet gibi şekil unsurlarını çok aşan bir meseledir.

[email protected]

H. HÜSEYİN KEMAL

25.10.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Röportaj

  (22.10.2010) - Tarım sözleşmeli üretimle kurtulur

  (11.10.2010) - Yeni anayasa için temsilde adalet şart

  (04.10.2010) - 28 Şubat’ın ekonomimize yüklediği faturayı hâlâ ödemeye devam ediyoruz

  (27.09.2010) - Demokrasi dindarların katkısıyla gelişir

  (20.09.2010) - KEMALİSTLER SUÇLULARINI ADALETE TESLİM ETSİNLER

  (19.09.2010) - RİSALE-İ NUR’U ÖMER HALICI İLE TANIDIM

  (13.09.2010) - SAİD NURSî DE ÇAĞININ İHTİYAÇLARINA HİZMET VERMİŞTİR

  (11.09.2010) - Kur’ân sadece sevap olsun diye okunmaz

  (10.09.2010) - HAYAT KUR’ÂN’LA DEĞER KAZANIYOR

  (06.09.2010) - Öfkesine hakim insanlar Kur’ân’da üstün tutulan kişilerdir


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.