Lahika |
Hadis-i Şerif Meâli
Kim Allah'ın kitabından bir âyet dinlerse, kendisi için kat kat sevap yazılır. Kim ki, Allah'ın kitabından bir âyet okursa, bu kıyâmet günü onun için bir nur olur.
Câmiü's-Sağîr, No: 3565 |
13.12.2010 |
Kış mevsimi, Celâl ve Sübhan tecellîlerine mazhardır Tecelliyât-ı Celâliye-i Sübhâniyenin mazharı olan kış hâdiselerinin tazyikinden ve tâzibinden muhâfaza etmek için, nazdar çiçeklerin dostları olan nâzenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nâzenin, taze, güzel bir bahara yer ihzar etmektir. “O herşeyi en güzel şekilde yarattı” (Secde Sûresi: 7.) âyetinin bir sırrını izah eder. Şöyle ki: Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki herşey, her hâdise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hâdiseler var ki, zâhiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var. Ezcümle: Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında, nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebâtâtın tebessümleri saklanmış. Ve güz mevsiminin haşin tahribâtı, hazin firâk perdeleri arkasında, tecelliyât-ı Celâliye-i Sübhâniyenin mazharı olan kış hâdiselerinin tazyikinden ve tâzibinden muhâfaza etmek için, nazdar çiçeklerin dostları olan nâzenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nâzenin, taze, güzel bir bahara yer ihzar etmektir. Fırtına, zelzele, vebâ gibi hâdiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevî çiçeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşv ü nemâsız kalan birçok istidad çekirdekleri, zâhiri çirkin görünen hâdiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güyâ umum inkılâblar ve küllî tahavvüller birer mânevî yağmurdur. Fakat insan, hem zâhirperest, hem hodgâm olduğundan, zâhire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle, yalnız kendine bakan netice ile muhâkeme ederek şer olduğuna hükmeder. Halbuki, eşyanın insana âit gàyesi bir ise, Sâniinin esmâsına âit binlerdir. Meselâ, kudret-i Fâtıranın büyük mu’cizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, mânâsız telâkkî eder. Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar. Meselâ, atmaca kuşu serçelere tasliti, zâhiren rahmete uygun gelmez. Halbuki serçe kuşunun istidadı, o taslit ile inkişaf eder. Meselâ, “kar”ı pek bâridâne ve tatsız telâkkî ederler. Halbuki, o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gàyeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez. Hem insan, hodgâmlık ve zâhirperestliğiyle beraber, herşeyi kendine bakan yüzüyle muhâkeme ettiğinden, pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri, hilâf-ı edeb zanneder. Meselâ, âlet-i tenâsül-i insan, insan nazarında bahsi hacâletâverdir. Fakat şu perde-i hacâlet, insana bakan yüzdedir. Yoksa, hilkate, san’ata ve gàyât-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa ayn-ı edebdir, hacâlet ona hiç temas etmez. İşte, menba-ı edeb olan Kur’ân-ı Hakîmin bâzı tâbirâtı bu yüzler ve perdelere göredir. Nasıl ki bize görünen çirkin mahlûkların ve hâdiselerin zâhirî yüzleri altında gayet güzel ve hikmetli san’at ve hilkatine bakan güzel yüzler var ki, Sâniine bakar; ve çok güzel perdeler var ki, hikmetleri saklar; ve pek çok zâhirî intizamsızlıklar ve karışıklıklar var ki, pek muntazam bir kitâbet-i kudsiyedir.
Sözler, 18. Söz, 2. Nokta
LÜGATÇE
hüsün: Güzellik. müşevveş: Karışık. nebâtât: Bitkiler. firâk: Ayrılık. tecelliyât-ı Celâliye-i Sübhâniye: Kusurlardan münezzeh olan Allah’ın celâl ve büyüklüğünün tecellileri, görüntüleri. tâzib: Azap verme. tahavvül: Değişim. zâhirperest: Görünüşe ehemmiyet veren. hodgâm: Kendini beğenmiş. Sâni: San'atla yaratan Allah. kudret-i Fâtıra: Herşeyi benzersiz surette yoktan yaratan Allah’ın kudreti. taslit: Musallat olma. bâridâne: Soğukça. mahz-ı edebî: Tam bir edep. hilâf-ı edeb: Edebe zıt. âlet-i tenâsül-i insan: İnsanın üreme organı. hacâletâver: Utandırıcı, utanç veren. gàyât-ı fıtrat: Yaratılış gayeleri. kitâbet-i kudsiye: Kudsî, kusursuz ve eksiksiz yazı. |
13.12.2010 |
Bediüzzaman’ın talebesi ve harp arkadaşı Ali Çavuş’un bilinmeyen hatıraları
Ali Aras, nâm-ı diğer Ali Çavuş, Bediüzzaman Hazretlerine küçük yaşlarda talebe olmuştur. O cihanşumül ulvî îman ve Kur’ân dâvâsı yolunda ona yoldaş olmuştur. Aslen Van’ın Çoravanis Köyündendir. İstiklâl Savaşının Şark Cephesi kahramanlarındandır. “Üstadım” diyerek gönül verdiği asrın sultanı Bediüzzaman Said Nursî Hazretleriyle İstiklâl Savaşında Rus ve Ermenilere karşı çarpışmış, yaralanarak gazi olmuştur. Bu yüzden o, aziz Üstadın iltifatına mazhar olmuş bir bahtiyardır. Nur’un ilk kahramanlarından ve has talebelerindendir. Rus’ların o yıllarda Bitlis’i muhasarasında, o çetin ve ateşli günlerde Üstadı esir ettiklerinde yanında bulunanlardan biri olan Ali Çavuş, aynı zamanda Üstad Hazretlerinin çok hallerine de şahit olanlardır. Öyle ki, Ali Çavuş, o kara günlerde, o amansız harp esnasında Üstad Hazretlerinin ayağı kırılarak saatlerce soğuk sular içinde kalışında, Ruslara esir düşüşünde, Rusya’daki esaret dönüşünden sonra geldiği Van’ın Erek Dağındaki yaşantısında hep Aziz Üstadı ile yakından alâkadar olmuş, onun hizmetine devam etmiştir. Kendisi 12.12.1965 tarihinde vefat etmiştir, mezarı da hâlen Çoranavis Köyündedir. Bediüzzaman Hazretleriyle uzun yıllar birlikte olan bu bahtiyar insanın hatıraları iki bölümdür. Birinci bölüm, Birinci Cihan Harbinde Bediüzzaman Hazretlerinin yanında kaldığı yıllara dairdir. İkinci bölüm hatıraları ise, Bediüzzaman Hazretlerinin Rus esaretinden sonra 1922 yılında Van’a gelerek iki yıl birlikte kaldıkları Erek Dağı ve kendi köyü olan Çoravaniste’ki yıllara aittir. Bu bahtiyar İslâm mücahidi Ali Çavuşumuzu yeni nesillere biraz daha yakından tanıtmak ve Üstad’la olan münasebetlerini, hizmetlerini öğrenmek için doğup büyüdüğü köyüne gittik. Büyük oğlu Fevzi Aras’la görüştük. Ali Çavuş, bizim edindiğimiz bilgilere göre, vefatından önce çocuklarından Fevzi Aras’a çok güvendiğini ifade ederek, ona hatıralarını anlatıp kayıt altına aldırmış. Köye gittiğimizde Fevzi Aras Beyi bularak hem babası hakkında bildiklerini, hem de ondan dinleyerek kayıt altına aldığı hatıraları bizimle paylaşmasını rica ettik. O da sağolsun memnuniyetle kabul etti ve kendisine emanet edilen babasına ait olan bu hatıraları bize bir tomar halinde verdi. İşte şimdi vefat yıldönümü vesilesiyle, Ali Çavuş’un hatıralarını, çeşitli yerlerde yayınlananlarla birlikte oğlundan aldıklarımızı da ilâve ederek sizlerin istifadesine sunuyoruz.
Fevzi Bey, şöyle başlayalım isterseniz: Sizin rahmetli babanızın Üstad Hazretleriyle alâkadarlığı nedir? İlk defa nasıl bir münasebetleri olmuştur? Bu konudaki bildiklerinizi anlatır mısınız?
Aziz Üstad’la babamın beraberliği, daha Rusların Van’ı ve Bitlis’i işgal hareketlerinden önce Horhor’da başlamıştır. Babam Horhor Medresesinde Üstada talebe olmuş, ondan ders almıştır. Üstad’a o zamanlardan beri gönül vermiş, yanında kalmış, okumuştur.
Babanız Horhor’da Üstad’dan ders aldığı yıllara ait size neler anlatırdı?
O zaman Van valisi olan Tahir Paşa, o yıllarda Horhor’da Van’ın meşhur âlimlerini toplayıp âlimler arasında münâzaralar yaptırırmış. Bu münâzaralarda Üstad’ın bütün muhataplarını ilzam ettiğini gören Vali Tahir Paşa, Üstad’a büyük hayranlık duyuyor ve ona bağlanıyor. Üstad Horhor’dan İstanbul’a gidiyor, bir buçuk iki sene orada kaldıktan sonra Şam’a, oradan tekrar İstanbul’a geliyor. Van’da kurmak istediği üniversitenin planlarını yapıyor. Sultan Reşat’la görüştükten sonra tekrar Van’a geliyor. Yine Erek’te kalarak talebelere ders vermekle zamanını geçiriyor. Aslında Van’da açılmasını istediği üniversiteyi Çoravanis Köyünde kurmak istiyor. Ancak Van Valisi Tahir Paşa mani oluyor. Sonra Edremit’te temelini atıyor. O yıllarda Çoravanis’te kış başlayınca talebelerini tekrar Horhor Medresesine nakletmiş. Çoravanis’te kaldığı o kış yıllarında tabiî ki Üstad köyün camiinde kalıyormuş. O dönemde bu camide iki sene talebe okutmuş. Üstad, Horhor’da kaldığı yıllarda bir gün karınca yuvalarında, karıncaların yuvadaki ölü karıncaları dışarıya çıkardıklarını görüyor. Bunun üzerine, “Büyük bir musîbet başımızda dolaşıyor” diyerek Birinci Cihan Harbi’nin çıkacağına işaret ediyor. Hakikaten de o yıllarda Birinci Cihan Harbi de patlak veriyor.
Rusların Bitlis’i muhasara ettiği yıllarda babanızın Üstad’ın yanında olduğunu biliyoruz. Ayağı kırılarak suyun içinde kalan Hazret-i Üstadın o yıllarına ait babanıza anlattıkları nelerdi?
Babam, Üstadın gönüllü fedâilerindendi. Bitlis’in muhasarasında Üstad’la bizzat birlikte çarpışmış Ruslara karşı. Hatta yaralanarak gazi olmuştur. O yıllara ait olanları şöyle anlatırdı: “Üstad talebeleriyle birlikte Rusların işgaline mukabil Erzurum Pasinlere gidiyor. Orada çarpışıyor. Sonra Van’a dönüyor. Van’a döndüğünde Ermeni katliâmı başlamıştı. Van halkının kurtuluşu için Gevaş’a (Vastan’a), Van Valisi Cevdet Paşa ile birlikte gidiyor. Hizan’daki Ermeni katliâmını durdurduktan sonra Bitlis’e gidiyor. Muş’un boşaltıldığını öğrenmiş, Bitlis’te bir alay kurarak Muş’un imdadına koşmuş. Bu arada Ruslar yedi koldan saldırıya geçmişler. Yedi gün yedi gece Ruslarla çarpıştık.”
BİTLİS CEPHESİ
Babam o günleri anlatırken Bitlis’e gelişlerine ayrı bir önem verirdi. Asıl hadiselerin burada olduğunu söyler ve hatıralarına şöyle devam ederdi: “Daha sonra tekrar Bitlis’e döndük. Üstad yedi talebesiyle birlikte gece bir karargâhta konaklarken, talebelerine; ‘Kalkın, istirahat edin, ben gidip kumandanlarla görüşüp geleyim’ der. Üstad kumandanlarla görüşmeye giderken, talebeler kendi aralarında istişare ederler ve Üstad gelince, ‘Bize izin versin, zaten biz yedi kişiyiz, biz ne orduyuz, ne de bir taburuz. Zaten seferberlik zamanıdır. Biz de ailemizin yanına dönelim’ diye isteklerini belirtmeye ve söylemeye karar verirler. Aradan bir iki saat zaman geçmişti. Ve Üstad da gittiği yerden geri dönmüştü. Yapılan bu istişareyi kimse cesaret edip Üstada söyleyememişti. Yalnız bazı bahanelerle bunu Üstada birisi ‘Benim çorabım yok’, biri ‘Çamaşırım yok’, bir diğeri ‘Silâhım bozuk’ diyerek anlatmaya, hissettirmeye çalıştılar. Üstad da çantasını açıp, çorabım yok diyene çorap, çamaşırım yok diyene çamaşır verdi. Tüfeği bozuk olana ise, kendi tüfeğini verdi. Daha sonra kalkıp; ‘Yatın, sabah erken kalkacağız’ diye tembih ederek odasına çekildi. Üstad odasına girdikten tahminen bir saat sonra kıyamet koparcasına top ve tüfek sesleri Bitlis’i sardı. Üstad ayağını kapıya vurup kalktı, ‘Bitlis gitti..’ diyerek gürledi. Ve o talebesinin bozuk tüfeğiyle dışarı fırladı. Onunla birlikte dışarı çıkar çıkmaz hemen sipere yattık. Biz o anda yedi kişiydik. Ben Üstadımla omuz omuza idim. Üstadın yeğeni Ubeyd benim yanımdaydı. Gecenin çok yağışlı ve karanlık oluşundan diğer arkadaşlarımızı pek seçemiyorduk. Üstad bozuk tüfekle ateş etmeye çalışıyor, ama bütün çabalarına rağmen tüfek bir türlü çalışmıyordu. Bu arada Üstada birkaç mermi isabet etti. Biri hançerine, biri sigara tabakasına, diğeri omuzuna değdi. Kurşunlar kendisine değip isabet ettikten sonra Üstad çok kızarak tüfeğin namlusundan tutup taşa vurdu. Tüfek kırıldı. Bu sefer kılıcını çekti ve çembere doğru saldırıya geçti. Ben peşinden gittim. Ubeyd de benim peşimden geldi. Diğer arkadaşlar yavaş kaldılar ve karanlığın da etkisiyle bizi kaybettiler. Üstad bir şeyler okuyordu ve kılıcını sallayarak çemberi yarıyordu. O arada yağmur gibi gelen kurşunlar, ne hikmetse bize hiç değmiyordu. Hatta çember o kadar daralmıştı ki, isteseydiler bizi elle bile tutabilirlerdi. O hâlâ saldırmaya devam ederken, birden Ubeyd vuruldu. Ubeyd bana ‘Ali, ben vuruldum’ dedi. Ben de Üstada; ‘Üstadım Ubeyd vuruldu’ dedim. Üstadımız ne döndü, ne de cevap verdi. O hâlâ okuyup kılıcı sallamaya devam ediyordu. Ubeyd bir kaç adım daha atarak yere düştü. ‘Ali’ dedi. ‘Benim kemerimde biraz para var, gel onları al’ dedi. Ben de şimdi onun zamanı değil deyip Üstad’a; ‘Üstadım, Ubeyd düştü ve düştüğü yere yıkılıp kaldı’ dedim. Üstad yine bana cevap vermedi. Ben Üstad’ı takip etmeye devam ettim. O hâl bir saate yakın devam etti. Daha sonra çemberi yarmayı başardık. Gecenin karanlığından dolayı farkında olmadan yüksek bir kayanın üzerine çıkmıştık. Üstad bulunduğu yere oturarak kılıcı yere vurup iki eliyle kabzasından tuttu ve başını üstüne koyup daldı. Sonra birden başını kaldırarak iki elini yukarı kaldırıp; ‘Oh, oh Elhamdülillah, Ubeyd yerini buldu’ dedi. Ben de, ‘Üstadım, diğer arkadaşlar da yok, her halde onlar da vuruldular’ dedim. Üstad Hazretleri; ‘Yok Ali, onlar gelecekler’ diye bana cevap verdi.
—DEVAMI YARIN—
MUSTAFA ÖZTÜRKÇÜ |
13.12.2010 |