Lahika |
Âyet-i Kerime Meâli
Âhirzaman Peygamberine iman hususunda Allah'a verdikleri ahdi ve ettikleri yemini az bir dünya malı karşılığında değiştirenlere gelince, onların ahirette hiçbir nasibi yoktur.
Âl-i İmran Sûresi: 77 |
14.12.2010 |
Gençler akıldan ziyâde hisleriyle hareket eder Gençlik damarı akıldan ziyâde hissiyâtı dinler. His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez... Bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker. Evet, gençlik damarı akıldan ziyâde hissiyâtı dinler. His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez; bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder; bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker; ve bir saat sefâhet keyfiyle, bir nâmus meselesinde, binler gün hem hapsin, hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur. Sözler, s. 241 *** Nev-i insanın üçten birisini teşkil eden gençler, hevesatları galeyanda, hissiyata mağlûp, cüretkâr akıllarını her vakit başına almayan o gençler, âhiret imanını kaybetseler ve Cehennem azabını tahattur etmezlerse, hayat-ı içtimaiyede, ehl-i namusun malı ve ırzı ve zayıf ve ihtiyarların rahatı ve haysiyeti tehlikede kalır. Bazı, bir dakika lezzeti için bir mes’ut hanenin saadetini mahveder ve bu gibi, hapiste dört beş sene azap çeker, canavar bir hayvan hükmüne geçer. Eğer iman-ı âhiret onun imdadına gelse, çabuk aklını başına alır. “Gerçi hükümet hafiyeleri beni görmüyorlar ve ben onlardan saklanabilirim. Fakat Cehennem gibi bir zindanı bulunan bir Padişah-ı Zülcelâlin melâikeleri beni görüyorlar ve fenalıklarımı kaydediyorlar. Ben başıboş değilim ve vazifedar bir yolcuyum. Ben de onlar gibi ihtiyar ve zayıf olacağım” diye, birden, zulmen tecavüz etmek istediği adamlara karşı bir şefkat, bir hürmet hissetmeye başlar. Şuâlar, s. 354 *** İnsanların hayat-ı içtimaiyesinin en kuvvetli medarı olan gençler, delikanlılar, şiddet-i galeyanda olan hissiyatlarını ve ifratkâr bulunan nefis ve hevâlarını tecavüzâttan ve zulümlerden ve tahribattan durduran ve hayat-ı içtimâiyenin hüsn-ü cereyanını temin eden, yalnız Cehennem fikridir. Yoksa, Cehennem endişesi olmazsa, “El-hükmü li’l-galib” (Galip olan hükmeder) kaidesiyle, o sarhoş delikanlılar, hevesatları peşinde bîçare zayıflara, âcizlere, dünyayı cehenneme çevireceklerdi ve yüksek insaniyeti gayet süflî bir hayvaniyete döndüreceklerdi. Şuâlar, s. 287 *** İşte, iman-ı haşrînin yüzer neticesinden birisi, hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye taallûk eder. Ve bu tek neticenin de yüzer cihetinden ve faydalarından mezkûr dört delile sairleri kıyas edilse anlaşılır ki, hakikat-ı haşriyenin tahakkuku ve vukuu, insaniyetin ulvî hakikatı ve küllî hâceti derecesinde kat’îdir. Belki, insanın midesindeki ihtiyacın vücûdu, taamların vücuduna delâlet ve şehadetinden daha zâhirdir. Ve daha ziyade tahakkukunu bildirir. Ve eğer bu hakikat-ı haşriyenin neticeleri insaniyetten çıksa, o çok ehemmiyetli ve yüksek ve hayattar olan insaniyet mahiyeti, murdar ve mikrop yuvası bir leş hükmüne sukut edeceğini isbat eder. Beşerin idare ve ahlâk ve içtimaiyâtı ile çok alâkadar olan içtimaiyyun ve siyasiyyun ve ahlâkiyyunun kulakları çınlasın! Gelsinler, bu boşluğu neyle doldurabilirler? Ve bu derin yaraları neyle tedavi edebilirler?
Şuâlar, s. 289
LÜGATÇE
batman: Eski bir ağırlık ölçüsü olup, iki okkadan sekiz okkaya kadar yer yer değişir; çoğunlukla altı okkadır.(Bir okka=1283 gr.) hüsn-ü cereyân: Güzel cereyan. hakikat-ı haşriye: Haşir hakikati, öldükten sonra diriliş gerçeği. taam: yemek. içtimaiyyun: Sosyologlar. ahlâkiyyun: Ahlâkçılar; ahlâk ilmiyle uğraşan kimseler. Pedagoglar. |
14.12.2010 |
Bediüzzaman’ın talebesi ve harp arkadaşı Ali Çavuş’un bilinmeyen hatıraları (2)
RUSLARA ESİR DÜŞÜŞÜMÜZ
Ben Ubeyd’in vuruluşundan dolayı çok üzüldüm. Üstad beni teselli ediyordu. Sonra o sırada Üstad bana, ‘Ali altımız çaydır, çayın öbür tarafına geçersek inşâallah kurtuluruz’ dedi. Üstadımız kendisini oturduğu yerden aşağıya doğru attı. Peşinden ben de atladım. Mevsimin kış oluşundan çay kar ve buzla kaplıydı. Ben buzları kırıp suyun içine gömüldüm. Emekleye emekleye son bir gayretle sudan çıkmıştım, ama Üstad’ın düştüğü yerden kalkamayıp yattığını gördüm. Üstad bana seslenerek, ‘Dayı heyran gel beni kaldır, benim ayağım kırıldı veya çıktı‘ dedi. Ben de Üstadı kaldırıp bir eline tüfeğimi verdim, diğer koltuğuna da ben girdim. Bana bir taş gösterip, ‘Bunun arkasında bir su kanalı var, oraya girelim’ dedi ve oraya girdik. Ben tüfeği yere bıraktım ve Üstad’ın ayağını bir taşın üstüne uzattım. Üstad geriye doğru yaslanarak biraz daldı. Ondan sonra tekrar uyanınca bana ‘Ali, ben sana izin verdim. Kalk, sen de git. Korkma, inşâallah kurtulursun’ dedi. Ben utancımdan ve üzüntümden cevap veremedim. Ben cevap vermeyince, ‘Ali, sen korkuyor musun?’ dedi. Ben de; ‘Hayır Üstadım, niye korkayım? ‘Sen git’ deyince ben üzüldüm. Çünkü bütün dünya seni tanıyor. Benim de senin yanında olduğum biliniyor. Hâlen gidip kurtulsam bile herkes seni benden soracak. ‘Üstada ne oldu, nerede kaldı?’ deseler, ben ne cevap vereceğim? Yaralı bırakıp geldim desem, herkes bana tükürecek, onun için müsaade edin de, ölürsek de beraber ölelim’ dedim. Öyle deyince, Üstad elini başıma atıp, beni sıkıca göğsüne yaslayıp, sıvazladı. ‘Korkma dayı heyran, kader bizi esir etti.’ dedi. Ondan bir saat daha zaman geçtikten sonra Üstad tekrar daldı, o hâl on beş dakika kadar sürdü, birden uyanınca; ‘Ali kalk, çık dışarı’ dedi. ‘Akşam bizi kaybeden talebelerim buradan geçecekler, bizim burada olduğumuzdan onların haberleri yok.’ Ben dışarı çıktım. Dışarıdaki karanlık ve yağış hâlâ devam ediyordu. Hiç kimseyi görmedim. Dönüp Üstada, ‘Üstadım hiç kimse yok’ dedim. ‘Peki, otur’ dedi. Aradan iki üç dakika geçtikten sonra bana yeniden, ‘Kalk, bizim keçeliler buradan geçiyorlar’ dedi. Ondan sonra tekrar dışarı çıktım ve Üstadın beni ikinci defa çıkarmasından da cesaret alarak biraz kanalın ağzından uzaklaştım ve etrafa bakınca, yukarıdan aşağıya doğru gelen birilerinin olduğunu fark ettim ve bunlar mutlaka bizimkilerdir diye düşünerek, o tarafa doğru, ‘Said’ diye seslendim. Onlar da cevap verdiler. ‘Gelin Üstad buradadır’ diye onlara seslendim. Onlar da yanımıza geldiler ve Üstad’ı o şekilde gördüler ve bir de Ubeyd’in şehid olduğunu duyunca çok üzüldüler. “Üstad onları teselli etti ve onlara da ‘Kader bizi esir etti’ dedi. Onlar ‘Hayır Üstad’ım, teslim olmayalım. Biz artık dört beş kişi olduk, sabahleyin bir yolunu bulup buradan çıkar kurtuluruz İnşâallah’ dediler. Teslim olup olmamalarını istişareye sundular. İstişarede teslim olmaya bir oy çıktı. Üstad bu istişareyi kabul etti. Ve onun üzerine otuz altı saat orada kalındı, o otuz altı saat neticesinde Üstad tekrar; ‘Gelin, biz teslim olalım’ dedi. Bunun üzerine arkadaşlardan biri; ‘Hayır Üstadım, bunlar bizi öldürürler’ deyince, Üstad bu defa biraz kızarak, ‘Hayır, Âdem’den (as) bugüne kadar hiç kimse kaderin önüne çıkamamış ki Said de çıksın’ deyince herkes sustu. Ve bunun üzerine hep birlikte teslim olunmaya karar verildi. Abdülmenaf isminde bir arkadaşımızı gönderip Ruslara bizi almaları için haber verdik. Aradan on dakika geçmeden bizim kaldığımız kanalın önüne bir yığın Rus askeri doluverdi. O arada biz arkadaşımızı yanlarında göremeyince, ‘Onu vurdular, bizi de vuracaklar’ diye tüfeklerimize sarıldık. Bunu gören Ruslar kanalın önünü boşalttılar. Arkadan arkadaşlarımıza seslenerek; ‘Aman ateş etmeyin!’ diye bize bir şey yapmayacaklarını söylediler. Biz de tüfekleri bıraktık. Bu sefer içeriye yalnızca Üstad’ı almak istediler. Ben tüfekleri alıp dışarı çıkınca bizim o hâlimize kızarak bana dipçikle vurdular. Ve ben yere düştüm. Yerde ne kadar kaldığımın farkında değilim, gözümü açınca Üstad mağaranın kapısına dayanmış, bir tarafına da Said ismindeki talebesi destek olmuş, öyle orada duruyorlar. O esnada çok sayıda gelen Rus askerleri Üstadın etrafında çit çevirmişlerdi. Üstad bütün hiddetiyle onlara bağırıyor ve ‘Neden benim talebemi dövdünüz?’ diye kızıyordu. Hiç kimseden ses çıkmıyor, herkes Üstâdı dinliyor ve susuyordu. “Daha sonra Rus askerleri bir sedye getirdiler. Kırık ayağından dolayı yürüyemeyecek durumda olan Üstadı sedyeye alarak onların kumandanlarının kaldığı karargâha götürdüler. Bizi bulunduğumuz yerde bırakıp gitmişlerdi. Sonra bizi de alıp oraya götürdüler. Yalnız burada iki kumandan ve bir tercüman vardı. Tercüman vasıtasıyla Üstad’a soru sormaya başladılar. Bulunduğumuz yerde bize sobanın sıcağı vurunca hepimize bir baygınlık geldi. O iki kumandan bize bakıp aralarında bir şeyler konuştular. Bizim aç olduğumuzu anlamış olmalılar ki, durumumuzu müşavere etmişler, bunun üzerine nöbetçiyi çağırıp bir şeyler söylediler, aradan on beş dakika geçmeden ortaya bir sofra serildi. Ekmek getirdiler. Biz yemeğe başlarken kumandanlar bizi seyrediyorlardı. O arada kumandan kalkıp dolaptan bir kasa bal çıkarıp önümüze bıraktı. Yemek yedikten sonra bir kırıkçı getirip Üstadın ayağını alçıya aldılar, tekrar Üstad’a soru sormaya başladılar. Akşam olunca bizi kalacağımız yere götürdüler. Ondan sonra her gün bir sedye getirerek Üstadı sedyeye alarak o kumandanın kaldığı binaya götürüyor ve Üstadı içeriye alıyorlardı. Biz dışarıda kalıyorduk. İçeride ne olup bittiğini bilmiyorduk. Yalnız Üstadın bazen çok hiddetlenip kızdığını pencerelerden dışarıya akseden sesinden anlıyorduk. 0 zaman çok tedirgin oluyorduk. Üstad bunlara kızıyor, ‘Bunlar bizi kesin öldürecekler’ diye korkuyorduk. Üstadımız onların yanından dışarı çıkınca kendisine yalvarıyorduk; ‘Aman Üstadım, bunlara çok kızma, bunlar düşmandırlar, sana da bir zarar verirler, bizi de vururlar’ diyorduk. “Üstad bu sözlerimize karşı, sadece bize hiddetle bakar ve herhangi bir cevap vermezdi. Orada kaldığımız müddetçe bu hal böyle devam etti. Orada kalışımızın yirmi yedinci günü, birisi gelip, Üstad’a, ‘Kendine yardımcı olarak birini seç’ dedi. Üstad bu emr-i vaki üzerine, emri getiren şahsa; ‘Bizi birbirimizden ayırmayın’ dediyse de, bunu kabul etmediler. Bunun üzerine Üstad yanına Said ismindeki talebesini alarak, o anda orada esir bulunan polis müdürü İrfan Beyi bizlere emanet ederek, bizlere ‘Gidin, korkmayın, İnşâallah hepiniz annenize, babanıza ve ailenize kavuşacaksınız’ diye tesellî vererek vedâ ederken; ‘Ama Said için bir şey diyemem’ dedi. Hakikaten Said bu esarette şehid düşmüştü. “Bizden ayrıldıktan sonra Üstad bir ay daha orada kaldığını esaret dönüşünde bana anlattı.”
ESARET DÖNÜŞÜ
Fevzi Bey, bu ilginç hatıranın ardından, bir de Hz. Üstad’ın esaret dönüşü hayatı var. Esaretten sonra Van’a geliyor, Van’da Erek Dağına çekilerek ibadetle meşgul olduğunu biliyoruz. Bu esaret dönüşünde babanızın Üstadla ilgisi ne oluyor, yine münasebetleri devam ediyor mu? Görüşüyorlar mı? Babanız yine Üstad Hazretlerine hizmete devam ediyor mu?
Üstad Hazretleri Van’a geldiğinde babam o zaman kendisinin köyde olduğunu söylemişti. Üstad esaret sonrası Van’a geldiğinde bir müddet yine Horhor’a giderek orada kaldı. Sonra tekrar Erek Dağındaki çilehanesine gelip yerleşti. Babam o zamanlarda da Üstad’a hizmeti devam etmişti.
‘BU MİLLETİN TORUNLARINA SİLÂH ÇEKİLMEZ’
Bu yıllara ait babanızın hatıralarını anlatır mısınız?
Tabiî memnuniyetle. Babamın bana anlattıklarını ve bildiklerimi anlatayım. Babam, o yıllarla ilgili şunları anlatırdı meselâ: “Bir gün bana ‘Ali atı getir, Cuma namazına gidelim’ dedi. Biz köyden Nurşin Camii’ne Cuma namazı için geldik. O zaman Kürt aşiret ağalarından Kör Hüseyin Paşa ve sâir diğer paşalar Üstad’ın Nurşin Camii’ne geldiğini duyunca, onlar da Nurşin Camiine geldiler. Bu durumu öğrenen Van Valisi ve Van Emniyeti de, bir erin cenazesini bahane ederek camiye geldiler. Namazdan sonra caminin bitişiğinde Müftü Ömer Efendinin bahçesine gittik. Ağalar da Üstad’ı görüp oraya geldiler. Üstad Kör Hüseyin Paşa’ya hitaben; ‘Ne oluyor Hüseyin paşa, beni isyan için mi takip ediyorsunuz?’ dedi. Hüseyin Paşa da, ‘Evet, sen bize yardım edersen, muvaffakiyetimiz kaçınılmaz bir hâle gelmiştir’ diye cevap verdi Üstad’a. Üstad da Hüseyin Paşa’ya, ‘Allah’tan korkun, dayıyı yeğene, kardeşi kardeşe öldürtmeyin. Asırlardır İslâmın bayraktarlığını yapan bir milletin torunlarına silâh çekilmez, sen buna şeriat mı diyorsun?’ dedi ve oradaki topluluğu dağıttı. Biz de tekrar Üstad’la beraber köye döndük. “Üstad köyde kaldığı müddetçe yanında ve hizmetinde bulunduk. Yalnız bir gün Üstad’dan izin almayarak İran’a gittim ve on gün kadar İran’da kaldım. Dönüşte Üstadın ziyaretine çıktım. Üstad’ın talebesi ve Van eşrafından olan Şeyh Enver Efendi Üstad’ın yanında oturuyordu. Üstad beni görünce bana çok kızdı. ‘Git keçeli! Eski Said bir ara ağalara, paşalara razı olmazken, şimdi seni tuttum; sen de beni bırakıp gidiyorsun!’ diyerek bana sitem etti. Bu sefer Şeyh Enver Efendi ‘Üstadım, ne yapsın bîçareler, onlar da kendi ailelerinin maişeti için kendilerini sağa sola atıyorlar’ dedi. Üstad tebessüm ederek bana döndü; ‘Senin avukatın çok kuvvetlidir’ dedi, ‘Git onun elini öp, ben seni affettim’ dedi. Ben de Şeyh Enver Efendinin elini öpmek istedim. Şeyh Enver Efendi bana kızarak; ‘Üstad varken, bana düşer mi?’ dedi. Bunun üzerine ben de önce Üstad’ın, sonra Şeyh Enver Efendinin elini öptüm, yanlarına oturdum. Ve muhabbete devam edildi...
VAN’DAN SÜRGÜN
Fevzi Bey, Aziz Üstad’ın Van’dan sürgünü o yıllarda söz konusudur. Bu sürgün hadisesiyle ilgili neler biliyorsunuz?
Bir yüzbaşı bir manga askerle Üstadı dağdan köye getirdi. Bizimkiler silâhlarını alıp, gidip yol kenarında sipere yattılar. Jandarmaları vurup Üstadı almak niyetindeydiler. Üstad bu hali fark etmişti. Yatanlara kızarak 'Kalkın!' dedi. Yüzbaşı bu hâli görerek, hemen atından inerek, Üstad'ı çok ısrarla ata bindirdi. Üstad da sipere yatanlara; 'Kalkın, bunlar beni götürmüyorlar, ben kendim gidiyorum. Gideceğim yolu tanımıyordum. Bunlar benim muhafızlarımdır. Meraklanmayın' dedi ve yola çıktı. "Üstadın ayakkabısının altı delikti. O arada bana 'Ali, bana bir çift ayakkabı getir' dedi. Ben de gidip ayakkabı aldım. Ve yolda kendisine yetiştirdim. Üstad'a aldığım ayakkabının parasını da Üstad ısrarla bana verdi. Onlar Erciş, Patnos, Ağrı, Erzurum üzerinden devam ettiler. Ben de geri dönüp köye geldim."
—SON—
MUSTAFA ÖZTÜRKÇÜ |
14.12.2010 |