17 Aralık 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Enstitü

 

Tevehhüm-ü ebediyet

Bu kelime grubu, Osmanlıca tamlamalar kategorisindedir. İki farklı kelimenin birleştirilerek, tek bir mânâ için buluşturulması söz konusudur. Bundan dolayı tamlamanın genel mânâsından önce, kelimelerin ayrı ayrı anlamlarını öğrenmek daha münasiptir.

Tevehhüm kelimesinden başlanacak olursa, bu sözcüğün Osmanlı Türkçesi’nde tefe’ul kalıbında olduğu görülür. Kök sesleri, v-h-m harfleri olduğundan türetilen kelimenin aslı da ‘vehm’dir. Vehimlenmeye karşılık gelen tevehhüm de; kuruntu yapmak, zihinde yanlış kurgular oluşturmak manalarına tekabül eder.

Tevehhüm kelimesi, mânâ itibariyle derin bir özellik taşımaz. Bir fiil durumundadır. Tamlamaya daha soyut ve girift mânayı veren kelime ‘ebed’dir. Ebed; sonsuz zaman, zihnen son bulması düşünülemeyen süre, varlığın gelecekte sonsuzca devam etmesi anlamında felsefe ve kelâm terimi1 olarak ansiklopedide yer alır. Kelime, ezelin zıddıdır. Allah ezelî ve ebedîdir. Yani Zatına, başlangıç ve son tayin edilemez. Kâinatın ve kâinattaki her şeyin başlangıcı ve sonu vardır; çünkü bunlar yaratılmışlardır. Ancak, günlük dilde ve edebiyatta ebed, çok uzak geleceği ifade için de kullanılır; devlet-i ebed-müddet (sonsuzca yaşayacak devlet) tabirinde olduğu gibi.2

Ebed kelimesi, hadislerde bu anlamların yanında, özellikle Allah’ın doksan dokuz isminin sıralandığı bir hadiste, bu isimlerden biri olarak zikredilmiş (İbn-i Mâce, Duâ, 10), başka bir hadiste de cennet ehlinin buradaki hayatlarıyla sağlıklarının, gençliklerinin ve faydalandıkları nimetlerin sürekliliği, bu kelime ile ifade edilmiştir. (Müsned, III, 38.)3

Dil âlimleri, ebedle zaman arasında fark bulunduğunu, zamanın parçalanabilir olmasına karşılık ebedin bölünemez bir süreklilik taşıdığını belirtmişlerdir. Ebed bölünemez olduğuna göre sona ermeyecektir.4

Anlamlar ve gerekli açıklamalardan sonra, tevehhüm-ü ebediyet tamlamasına bütün olarak bakıldığında, ortaya çıkan mânânın şu şekilde olduğu görülür: Hiç ölmeyecekmiş gibi sonsuz olarak yaşayacağını zannetmek ve ölümsüzlük hülyasına kapılmak.

‘Tevehhüm-ü ebediyet’e bu mânâ çerçevesinde bakarak, Risâle-i Nur literatüründe ne maksatla kullanıldığına değinilecek olursak, tabirin özünün; nefsin, üzerindeki sorumluluktan kurtulmak çabasıyla ortaya attığı bir fikir olduğu anlaşılır. Bu fikirden hareketle, dünyada sonsuza kadar kalacağını düşünen insanın, bu zan sebebiyle düşmüş olduğu gaflete vurgu yapılır. Ayrıca insan, içinde bulunduğu sâfâlı ve keyifli durumların zevâlini idrak edememek suretiyle düşmüş olduğu bu düşünceye, ibadetlerin sonsuz olarak yapılacağı fikriyle de düşebilir. Bundan ötürü, yapılması icap eden her bir ibadet, ağır bir yük olarak nefse görünür ve bu, sabır kuvvetinin büyük çapta tahribine sebep olur. Sonsuza kadar kılınacak olan namaz, hiç üzerinden ayrılmayacak olan kulluk görevi gibi vehimlerle sorumluluğuna ebedî bir nazarla bakmak gibi bir yola sürükler ve fütura (gevşekliğe, usanca) düşürür. Nitekim Yirmi Birinci Söz’ün Birinci Makamı’nda anlatılan şahıs da aynı durumdadır. Ve şöyle der:

“Namaz iyidir. Fakat her gün her gün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor.”

Bediüzzaman, başta kendi nefsi olmak üzere bütün nefislere verdiği beş ikazın birincisinde bu meseleye şöyle cevap verir:

“Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedi midir? Hiç kat’î senedin var mı ki, gelecek seneye, belki yarına kadar kalacaksın?

“Sana usanç veren tevehhüm-ü ebediyettir. Keyf için ebedi dünyada kalacakmış gibi nazlanıyorsun. Eğer anlasa idin ki, ömrün azdır, hem faydasız gidiyor; elbette onun yirmi dörtten birisini, hakiki bir hayat-ı ebediyenin saadetine medar olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete sarf etmek, usanmak şöyle dursun, belki ciddî bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebep olur.”5

Buradaki namaz akidesinin yerine bütün ibadetleri koymak mümkündür. Esasında, bütün ibadetler aynı amaç uğruna yapıldığından, nefsin her bir ibadete karşı aynı tepkiyi vererek isyan etme durumu söz konusudur. Bundan dolayı böyle bir kıyas yapılabilir.

Kısaca bağlanacak olursa, tevehhüm-ü ebediyetin, Risâle-i Nur’da geçen çarpıcı ve orijinal tamlamalardan olmasıyla beraber, mânâ itibariyle tehlikeli bir maânevî hastalık olduğu da açık bir şekilde ortaya çıkar.

Dipnotlar:

1- Diyanet İslam Ansiklopedisi, md. Ahmet Saim Kılavuz, Cilt 10, s. 72.

2- Ötüken Ansiklopedisi, Cilt 2, s. 732.

3- DİA, Cilt 10, s. 72.

4- A.g.e., s. 72.

5- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2007, s. 425.

17.12.2010


 

KÖPRÜ’nün 112. sayısı çıktı!

Üçüncü Said...

Bediüzzaman Said Nursî’nin hayat safhaları için kullanılan Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said tâbirleri, Risâle-i Nur hizmetinin anlaşılması ve kavram haritasının belirlenmesi açısından büyük öneme sahiptir. Said Nursî’nin farklı dönemlerde bizzat kullandığı unvanları olan bu tabirler, belli tarih aralıklarından ziyade, onun bu dönemlerde yaşadığı farklı ruhî hallerle birlikte ferdî, içtimâî ve siyasî alandaki değişimlere ve bunlarla ilgili belirlediği metot farklılıklarına da işaret etmektedir.

Bu üç devir arasında her hangi bir kopukluğun, çatışmanın ya da çelişkinin varolmadığının ortaya konulması Risâle-i Nur hizmetinin sürekliliği açısından önemlidir. Bu durum, Said Nursî’nin hayat safhalarını tarihî ve sosyal gerçekler ışığında değerlendirmeyi de zorunlu kılmaktadır.

Bediüzzaman Said Nursî’nin 1923’e kadar olan hayatı, Eski Said olarak adlandırılır. Bu dönemde telif edilen eserlerin siyasî ve sosyal muhtevalı oluşu dikkat çekicidir. Nursî’nin bu eserlerinde, imparatorluğun çalkantılı dönemlerinde meydana gelen olayları Kur’ânî bakış açısıyla yorumladığı, buradan hareketle her döneme uyarlanabilecek Kur’ânî düsturlar ortaya koyduğu görülür.

1923-1949 arası ise Said Nursî’nin Yeni Said olarak adlandırdığı dönemdir. Bu dönem, Cumhuriyet’i pozitivist değerler üzerine kuran anlayışa ve bu husustaki dayatmalara karşı iman hakikatlerinin neşri üzerine çalışmaların yoğunlaştığı, her türlü baskı, tehdit, işkence ve hapislere rağmen Risâle-i Nur’un telifinin gerçekleştirildiği dönemdir.

Said Nursî’nin Afyon hapishanesinden 1949 Eylül’ünde tahliye edilmesiyle başlayan son dönemi Üçüncü Said’dir. Bu dönemi Eski ve Yeni Said dönemlerinden ayıran temel faktörlerin ne olduğu, Bediüzzaman’ın bu dönemde iman hizmeti açısından nasıl bir yol haritası çizdiği, siyaset kurumuyla ilişkisini hangi düzlemde yürüttüğü, din-siyaset-devlet ilişkilerinde hangi ölçüleri getirdiği, resmî ideolojinin kalıpları ve dayatmaları karşısında nasıl bir tavır belirlediği, cemaat olgusunu ele alış şekli ve genel hareket tarzını hangi sosyal prensipler üzerine oturttuğu, Risâle-i Nur hizmetlerinin hangi metodoloji üzerinde devam edeceğini göstermesi bakımından önemlidir. Zira bir ekolden ve genel anlamda bir Bediüzzaman felsefesinden söz edebileceğimiz bu dönemde, onun sosyal ve siyasî alanda geliştirdiği argümanlar ve ortaya koyduğu prensipler, vefatından sonra da Risâle-i Nur hizmetinin yönünü belirlemektedir. Bu bağlamda Bediüzzaman’ın her üç dönemine ait hizmet tarzını hangi esaslar üzerine kurduğu ve hangi yönleriyle diğer hizmet tarzlarından ve ekollerden ayrıldığı cevaplandırılması gereken sorulardandır. Bu dönemlere ait eserlerin muhteva özelliklerinden ve Bediüzzaman’ın hayat tarzından yola çıkarak bu esasların neler olduğunun ortaya konulması, Risâle-i Nur meslek ve meşrebinin temel prensiplerini bugüne taşımak açısından önem kazanmaktadır.

***

Köprü dergisi, “Üçüncü Said” dönemini merkeze aldığı 112. sayısında,—bu dönemden hareketle—Risâle-i Nur meslek ve meşrebinin temel prensiplerini ve karakteristiğini tanımlamaya çalışıyor. Ayrıca Said Nursî’nin hayatının bütününe bakarak üç dönem arasındaki istikrarı ortaya çıkarıyor. Dosyada şu sorulara cevap aranıyor:

Bediüzzaman Said Nursî’nin kendi hayatını belli dönemlere ayırmasındaki temel nedenler ve olaylar nelerdir? Üçüncü Said dönemini Eski Said ve Yeni Said dönemlerinden ayıran özellikler nelerdir? Üçüncü Said Dönemi, Risâle-i Nurların neşri ve Risâle-i Nur hizmeti açısından hangi özelliklere sahiptir? 1950 sonrası Risâle-i Nur hizmeti nasıl bir güzergâh takip etmiştir? Bu güzergâhın takibi günümüz açısından ne ifade etmektedir? Said Nursî’nin bu dönemde cemaat kavramına yüklediği anlamın çerçevesini nasıl çizebiliriz? Cemaat kavramı hangi prensipler üzerine oturtulmuştur? Bediüzzaman’ın bu dönemdeki mektuplarının muhteva özellikleri nelerdir? Özellikle son mektubunda vurguladığı “müsbet hareket” kavramının genel çerçevesi nasıl çizilebilir? Bediüzzaman’ın Mehdinin vazifesi olarak belirlediği iman, hayat ve şeriat dairelerindeki görevini bu üç dönem ile ilişkilendirmek mümkün müdür? Bediüzzaman Üçüncü Said döneminde siyasi ve sosyal açıdan nasıl bir yol belirlemiştir? Bu açıdan dönemin belirgin özellikleri ve Nursî’nin belirlediği kriterler nelerdir? Demokrat Parti ve Bediüzzaman arasında nasıl bir ilişki söz konusudur? Bediüzzaman’ın Demokrat Parti’yi desteklemesinin temel âmilleri nelerdir? Bediüzzaman’ın Adnan Menderes’e İslâm kahramanı sıfatıyla hitap etmesinin temel nedenleri nelerdir?

***

Selim Sönmez, “Bediüzzaman’ın Üç Hayat Devresi” başlıklı makalesinde, tarihsel süreç içinde hem çevrenin yaşadığı değişim ve dönüşüm, hem de Said Nursî’nin tecrübeleri eşliğinde yaşadığı enfüsî dönüşümden hareketle Bediüzzaman’ın hayat devrelerini analiz ediyor.

“Bediüzzaman ve Devlet Yönetme Sanatı” başlıklı makalesinde Prof. Dr. Ahmet Battal, “Bediüzzaman’ın ve onun yolundan gidenlerin siyaset kavramı ve kurumu ile ilişkisi ne biçimde ve ne seviyede olmuştur ve bundan sonra nasıl olmalıdır?” sorusuna cevap arıyor.

Mustafa Said İşeri, bir hayli kapsamlı çalışmasında, Said Nursî’nin hayat devrelerini, siyasî ve konjonktürel değişimlerin yanında, kaderin sevki ve Said Nursî’nin yaşadığı enfüsî değişimlerin neticesi olarak bir yenilenme ve tazelenme olarak niteliyor. Makalede Bediüzzaman’ın hayat devreleri arasındaki farklılıklar ortaya konuluyor; değişime yol açan sebepler ve bu dönemlerin belirgin özellikleri irdeleniyor.

Prof. Dr. Ali Bakkal “Dünya öküz ve balık üzerindedir” rivayetinin Eski Said ve Yeni Said dönemindeki değerlendirme farklılığını nedenleriyle birlikte izah etmeye çalışıyor. Bu örnekten hareketle okuyucuya Said Nursî’nin hayatını okumada yeni bakış açıları kazandırıyor.

“Üç Dönem, Üç Unvan” başlıklı makalesinde İbrahim Kaygusuz, Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said dönemlerini, onun Kur’ân medeniyetini tamir ve inşa sürecinde kat ettiği mesafelerin kilometre taşları olarak değerlendiriyor.

İslâm Yaşar ve M. Abidin Kartal, Üçüncü Said döneminin en önemli siyasi figürü olan merhum Adnan Menderes ile Bediüzzaman’ın ilişkisini analiz ediyor.

Prof. Dr. Musa Kâzım Yılmaz, Bediüzzaman’ın yazdığı eserlerin hayat devrelerinin özelliğine göre içtimâî veya imanî konularda yoğunlaşmakla beraber, bir bütün arzettiğini ortaya koyuyor.

Yrd. Doç. Dr. Yakup Aslan, Risâle-i Nur Külliyatı’nın bazı bölümlerinden hareketle Üçüncü Said döneminin hizmet esaslarını tespit ediyor.

Dr. Hakan Yalman ise Risâle-i Nur’un temel kavramlarından olan “mânâ-i harfi” perspektifinden Said Nursî’nin Üçüncü Said döneminde siyasetle olan ilişkisini ele alıyor.

***

Said Nursî’yi, Risâle-i Nur’u ve Nurculuğu anlamak isteyenler için önemli bir kaynak olma mesabesindeki Köprü’nün 112. sayısını okuyucularımıza tavsiye ediyoruz.

17.12.2010


 

Hz. Hüseyin radiyallâhu anh (626-680)

Fuzuli’nin, “Yâd it Fuzûlî Âl-i Aba hâlin eyle âh / Kim berk-ı âh ilen yakulur hırmen-i günah” (Ey Fuzuli, Âl-i Aba’nın hâlini hatırlayıp âh eyle / Ki âh şimşeği ile günah harmanı yakılır, günahlar affolunur) beytinde işaret ettiği, Hicri 61 yılında meydana gelen ve Peygamberimizin (asm) torunu Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi ile sonuçlanan Kerbela Olayı yüzyıllardır hafızalardan silinememiş ve bütün İslâm dünyasını yasa boğmuş acıklı bir hadisedir. Her yıl Muharrem ayının 10’unda yeniden hatırlanan bu facia, beraberinde Hz. Hüseyin’in (ra) günümüze de ışık tutan ibretli hayatını gözler önüne serer. Bu kısa çalışmada, İslâmî literatürde Raşid, Tayyib, Vefî, Zekî, Mübarek, Seyyid, Şehid ve Seyyidü’ş-Şüheda lakaplarıyla anılan Hz. Hüseyin’in kısa bir biyografisi sunulmaktadır.

Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (sav) torunu, Hz. Fatıma ve Hz. Ali’nin küçük oğlu ve Hz. Hasan’ın kardeşi olan Hz. Hüseyin (ö. H. 61 / M. 680) Hicret’in 4. yılında Şaban ayının 5. gününde (10 Ocak 626) doğdu. İsmi bizzat Peygamberimiz (asm) tarafından kulağına ezan okunarak konuldu. Hz. Peygamberimiz (asm), Hz. Hüseyin (ra) için doğumunun yedinci gününde akika kurbanı kesti, sadaka dağıttı ve bebeğin sünnet edilmesini emretti. Hz. Hasan (ra) ile birlikte Peygamberimizin (asm) şefkatli kucağında büyüyen Hz. Hüseyin (ra) ağabeyi ile birlikte, başta anne ve babası olmak üzere, bazı sahabe ve tâbiinden dersler aldı. Henüz çocuk yaşlarda hadis rivayetine başladı ve çocukluğunda sekiz adet hadis rivayet etti.

Çeşitli hadisler ve rivayetler Hz. Hüseyin’in (ra) çocukluk yıllarına işaret eder. Hz. Muhammed’in (asm), Hz. Hasan ve Hüseyin’e olan sevgisini gösteren “Şu iki oğlum benim dünyadaki güllerimdirler” (Buhari C.2, s. 188; Tirmizi C.5, s. 615) gibi hadisler onun çocukluk yıllarına aittir. Bu noktada İbn-i Mes’ud’dan (ra) nakledilen şu rivayet Hz. Hüseyin’in (ra) çocukluk yıllarının nasıl geçtiğine dair bilgiler sunar. İbn-i Mesud (ra) rivayet eder ki: “Hasan ve Hüseyin bir gün, İslâm Peygamberi namaz kılarken yanına gittiler ve secde halindeyken Peygamberin sırtına çıktılar. Peygamber secdeden kalkarken onları usulca sırtından indirdi; ancak bir dahaki secdede çocuklar yine Peygamberin sırtına çıktılar. Nihayet Peygamberin namazı bittiğinde, birini sağ birini sol dizine oturtarak etrafında bulunanlara şöyle dedi; ‘Beni seven, şu ikisini sevsin.’” (Müstedrek, Hakim, 3/166). Hz. Muhammed’in (sav) Hz. Hüseyin (ra) hakkında sarfettiği “Hasan ve Hüseyin cennet gençlerinin efendileridir.” (İbn Mace, 1/56; Tirmizi, 5/614; Bihar’ul Envar 43/265); “Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin’denim. Allah, Hüseyin’i seveni sevsin. Hüseyin torunlardan bir torundur.” (Tirmizi 5/658; Bihar’ul Envar 43/261; Ahmed 4/172) gibi hadisler “Aba Olayı” ile birlikte değerlendirildiğinde Peygamberimizin (asm) Hz. Hasan ve Hüseyin’e düşkünlüğü ve sevgisi açıkça ortaya çıkar. Bu durum İslâm tarihinde çeşitli tartışmaları beraberinde getirmiş ve Peygamberimizin (asm) torunlarına duyduğu sevginin aşırılığı merak konusu olmuştur. Bu hususta Bediüzzaman Said Nursî’nin ortaya koyduğu yorumlar bütün tartışmaları sona erdirecek niteliktedir. Yazının ilerleyen kısımlarında bu konuya tekrar değinilecektir.

Hâsılı, çocukluk yılları Peygamberimizin (asm) yakın çevresinde geçen Hz. Hüseyin (ra), bizzat Resûlüllah’ın eğitiminden geçmiş, onun sevgisini yudumlaya yudumlaya büyümüş, sarsılmaz iman dersini dedesinden alarak büyümüştür. Bütün İslâm âlemini asırlardır derin acılara gark eden elim Kerbelâ Olayı’nda şehid düşene kadar, Resulullah’ın (asm) sevgisine mazhariyetin nedenlerini ve hikmetlerini yaşayışıyla ortaya koymuştur.

Hz. Hüseyin (ra), ağabeyi Hz. Hasan (ra) gibi, ilk iki halife döneminde cereyan eden önemli olaylarda fiilen yer almamıştır. Üçüncü halife Hz. Osman’ın (ra) evini kuşatan isyancılara karşı ise babaları tarafından görevlendirilmişlerdir. Buna göre Hz. Ali (ra), halifeyi korumak ve halifenin evine su taşımak görevini iki güzide evlâdına vermiştir. Hz. Hüseyin, Hz. Osman’ın (ra) şehid edilmesinden sonra seçimle iş başına gelen babasının halifeliği sırasında ise Kufe’ye giderek onun bütün seferlerine katıldı. Hz. Ali’nin hilâfeti döneminde İslâm tarihinin en üzücü olaylarından Cemel Vakası (Hz. Âişe önderliğindeki ordu ile yapılan Adalet-i Mahza-Adalet-i İzafiye temelli savaş) ve Hz. Muaviye ile yapılan savaşlara şahit oldu. Babasının elim bir suikastla şehit edilmesinden sonra da ağabeyine biat etti. Hz. Hüseyin; bu dönemde saltanat mücadelesine girişen ve ırkçı tavırlar takınan Emevileri benimsemese de kardeş kanının dökülmemesi ve Müslümanlar arasında fitnenin yayılmaması için halifelikten feragat eden Hz. Hasan’ın (ra) Muaviye ile anlaşması üzerine Medine’ye döndü.

Yezid’in hilafet makamına gelişine kadar bütün vaktini ibadetle geçiren, zühd ve takvaya dayalı bir hayat süren Hz. Hüseyin’in (ra) imamlık iddia ettiğine veya kendisine bu hususta biat edildiğine, Hz. Muaviye aleyhine faaliyette bulunduğuna dair Sünnî ve Şiî kaynaklarında herhangi bir bilgi ve belgeye rastlanmamaktadır. O, babasının intikamını almak için kendisinden emir beklediklerine ve kendisinin halife olması gerektiğine dair mektup yazanlara bile karşı çıkmış, Hz. Muaviye’nin kendisine de herhangi bir şekilde savaş taraftarı olmadığını açıkça belirtmiştir. Bununla birlikte, Hz. Hüseyin’in (ra) Kerbelâ’da şehid edilmesiyle sonuçlanan acı hadiselerin başlangıcını, onun karşı çıktığı saltanat mücadelesi oluşturur. Hz. Hüseyin (ra), babası Hz. Ali (ra) ve kardeşi Hasan’ın (ra) hilafet haklarını gasbeden Hz. Muaviye’ye karşı olumlu bir tavır takınmasına rağmen, Hz. Muaviye’nin, Hz. Hasan (ra) ile yaptıkları, ölümünden sonra halifenin seçimle iş başına getirilmesine yönelik anlaşmayı bozarak hilafeti oğlu Yezid’e devretmesi ve ona biat edilmesini istemesi Hz. Hüseyin’i (ra) de derinden rahatsız etmiş ve üzmüştür. İslâm Devleti’nin Bizans sistemine benzer şekilde, Emevi saltanatına dönüşmemesi için mücadele veren Hz. Hüseyin’in (ra) Yezid’e karşı çıkış nedenleri arasında onun halifeye yakışmayan bir hayat sürmesi ve devleti kendi çıkarları için kullanma endişesi de vardır. Peygamberimizin (asm) getirdiği dinin esaslarını bozacağı endişesi ile Yezid’in her türlü zorlama ve tehditlerine rağmen ona biat etmez.

Hz. Muaviye’nin (ra) ölümünden sonra (680) hilafet makamına geçen oğlu Yezid, Medine valisi Velid b. Utbe b. Ebu Süfyan’dan her ne şekilde olursa olsun Hz. Hüseyin (ra) ve diğerlerinden biat almasını ister. Hz. Muaviye’nin (ra) ölümü duyulmadan Hz. Hüseyin’den (ra) gizlice biat almak isteyen Velid’e olumsuz cevap veren Hz. Hüseyin’in (ra) bu karşı çıkışı, akabinde çeşitli olayların gelişmeyle birlikte, Hz. Hüseyin’in (ra) Kerbelâ Savaşı’nda (M. 680 – H. 61) Muharrem ayının onuncu günü dramatik ve feci bir şekilde şehid edilmesiyle neticelenir.

Hz. Hüseyin’in (ra) zalim ve fasık olan Yezid’e biat etmediğini gören ve Yezid’in bu halinden memnun olmayan Kufeliler, kendisine biat edeceklerini söyleyerek Hz. Hüseyin’i (ra) Kûfe’ye davet ettiler. Hz. Hüseyin (ra), bazı sahabelerin Kûfelilere güvenilmeyeceğini ve Kûfe’ye gitmemesini söylemelerine rağmen, yakınlarını ve çocuklarını yanına alarak Kûfe’ye hareket eder. Buna çok kızan Yezid, Kûfe valisi Ubeydullah bin Ziyad’a emir vererek Hz. Hüseyin’i engellemesini ister. Bunun üzerine Hz. Hüseyin (ra) Kerbelâ’da susuz, ağaçsız bir yerde konaklamaya mecbur bırakılır. Kan dökülmesini istemeyen ve anlaşma yollarını arayan Hz. Hüseyin’in (ra) istekleri hiçbir şekilde kabul edilmez. Kendisinin öldürüleceğini anlayan Hz. Hüseyin (ra) hiç olmazsa yanındakileri kurtarmak içi bazı girişimlerde bulunur; fakat İslâm tarihinin yürekleri dağlayan elim faciasına engel olamaz. Peygamberimizin (asm) “reyhanım” diyerek sevdiği, koklayarak bağrına bastığı sevgili torunu Hz. Hüseyin (ra) Kerbelâ’da Hicret’in 61. yılında şehid edilir.

Hz. Hüseyin’in şehid edilmesiyle birlikte Şiî dünyası; Şiîliğin hareket noktası ve temel şahsiyeti Hz. Ali (ra) olmasına rağmen Hz. Hüseyin’in (ra) şehid edilişini Şiîliğe hayat veren bir kaynak olarak telâkki etmişler ve bu olayı içtimâî ve siyasî hayatın parolası haline getirmişlerdir. Hz. Hüseyin’in (ra) şehid edilişinin hatırasını anmak için yapılan ve ‘taziye’ denilen yas merasimleri onu, imamların üçüncüsü ve on dört masum-ı pâkin beşincisi kabul eden Şiî dünyasında başlı başına bir olaydır. Ancak Sünnilerin tuttukları 10 Muharrem orucunun Kerbelâ taziyesi ile bir ilgisi yoktur.

Hz. Hüseyin (ra), Risâle-i Nur’da İslâm tarihini yakından ilgilendiren çeşitli olaylar ve bu hususlarda zihinleri meşgul eden sorular sebebiyle yer alır. Hazret-i Fatıma’nın (r.anha) mübarek neslinden olması hasebiyle İslâm âleminde “Ehl-i Beyt” ünvanıyla yüksek bir şeref kazandıkları vurgulanan Hz. Hüseyin (ra) ile ilgili bahislerden biri, İslâm tarihinde “Ehl-i Aba Olayı” olarak bilinen olayın yorumuyla ilgilidir. Ehl-i Aba Olayı’na göre, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (asm) sırtında abası olduğu halde, abanın altına, Hz. Fatıma, Hz. Ali ve torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i almış ve Ahzab Sûresi’nin “Ey Ehli Beyt! Allah sizden günahı gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor.” meâlindeki 33. âyetini okuyarak onlar için duâ etmiştir. İslâmî literatüre farklı yorumlarla giren bu olayı, Bediüzzaman Hazretleri bazı hikmet yönleriyle yorumlar. Buna göre Peygamberimiz (asm), nübüvvet nazarıyla gaybı görerek otuz kırk sene sonra Sahabeler ve Tâbiînler içinde mühim fitneler olacağını ve neticesinde kan döküleceğini görmüş ve abası altına aldıklarının bu olaylar içinde yer alacağını müşahede ederek o olayları yaşayacak olan Aba Ehli’nin masumiyetine dikkat çekmiştir. Bununla birlikte “Hazret-i Fatıma’nın zürriyetinin tâhir ve müşerref olacağını ve Ehl-i Beyt ünvân-ı âlîsine lâyık olacaklarını ilân etmek için, o dört şahsa, kendiyle beraber ‘Hamse-i Âl-i Aba’ ünvanını bahşeden o abayı örtmüştür.” denilerek Hz. Hüseyin’in (ra) mubarek nesline dikkat çekilmiştir. (Lem’alar, s. 97)

Adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin izahının yapıldığı meselede ise Hazret-i Hüseyin’in adalet-i mahza taraftarı olarak rabıta-i diniyeyi esas tuttuğu ve haklı olarak Emevîlere karşı mücadele ettiği ve şehid olduğu ifade edilmektedir. Hz. Hüseyin’in (ra) fecî şehadetiyle ilgili bir soruya da “Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, mânevî bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın cem’i gayet müşküldür. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi—tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın.” şeklinde cevap verilmektedir. Buna göre onların elleri muvakkat ve sûrî bir saltanattan çekilmiş; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı mâneviyeye tayin edilmişler, adi valiler yerine, evliya aktablarına mercî olmuşlardır. (Mektubat, s. 91-92)

Münâzarât’ta da hilâfetin saltanâta dönüşmesiyle hayat bulan istibdadın Yezid zamanında kuvvet bulduğu, Hz. Hüseyin’in (ra) buna karşı hürriyet-i şer’iye mücadelesini verdiği ifade edilerek Hz. Hüseyin’in (ra) hakiki hürriyetin taraftarı olduğu vurgulanmaktadır.

(Münazarat, s. 38)

Kaynaklar:

Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1994

Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1994

Bediüzzaman Said Nursî, Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1994

Ethem Ruhi Fığlalı, İslâm Ansiklopedisi, TDV yay, S. 520 İst. 1998

Risâle-i Nur’dan Portreler, Hazırlayan: Risâle-i Nur Enstitüsü, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2008

Şaban Döğen, Örnek İnsanlar, Yeni Asya Neş., İst. 2003

17.12.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Bütün haberler

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.