Sungur Abi, Hüsrev Abi, Tahir Abi ve Zübeyir Abi gibi Üstad Hazretleri’nin hayatında iken hizmetinde bulunan talebeleri, Hizmet-i Kur’ânîye içerisinde, aynı şahs-ı manevî içerisindeki gerek ön planda gerek geri plandaki her abimiz-kardeşimiz gibi bu dairede ancak abilerimiz-kardeşlerimiz hükmündedir. İnsan kardeşine ne emir vermelidir ne de kardeşinden emir almalıdır.
Belki alsa alsa duâ almalıdır. Veya kardeşinden alsa alsa tavsiye almalıdır. O da Risale-i Nurdan delillendirilerek. Kardeşlerin asıl meziyeti kol kola girip her müşkülünü, oluşan bu tesanüdle halletmeleridir. Bir alt-üst veya makam devreye girer ise, bu Risale-i Nur mesleğine zıt olduğu gibi ihlâs, uhuvvet ve tesanüd gibi temel direkleri sarsabilecek tehlikeli bir unsurdur. Sakın yanlış anlama! Bu, onlara kıymet vermemek veya az kıymet vermek demek değildir. Zaten bizler bu meslekteki her kardeşimizi kendimizden üstün bildiğimiz için “O benden üstün değil veya ben ondan üstünüm” manasındaki enaniyetten de sıyrılmış durumdayız elhamdülillah. Veya bunu düstur edinip sıyrılmalıyız! Her abi ve kardeş zaten benden üstün!
Zübeyir Abinin “sâdırdan değil satırdan konuş!” ikazı işte bu noktada devreye giriyor. Bir Nur Talebesi her kim olursa olsun söylediklerini mutlak surette Risale-i Nur’daki bir hakikate isnat ettirmelidir. Nur Talebesinin görüş beyan ettiği husus Risale-i Nur’dan delilli ise “Konuşan yalnız hakikattir”, delil yok ise, hatta, aksine deliller mevcut ise o konuşan hakikat değil belki enaniyettir. Sâdır yanılabilir, ama Risale-i Nur satırları yanılmaz! Çünkü, Risale-i Nur aldatmaz! Çünkü Risale-i Nur bu asrın en büyük mürşididir!
Bu mesele ile ilgili şu hatıra yerinde ve önemli:
Bir meselenin istişaresi yapılırken, Mustafa Türkmenoğlu Ağabey “Benim görüşüm de şudur” diye söze başlayınca, Zübeyir Ağabey hemen araya girerek “Kardeşim, bu gibi görüşmelerde ‘benim görüşüm...’ deyip, şahsî görüşler dile getirilmez. Risale-i Nur’un tesbit ve görüşleri dile getirilir”
Denilebilir ki bu da Zübeyir Abinin sâdırdan söylediği bir görüşü olabilir mi? Bunun satırdan olduğunun Risale-i Nur satırlarında yüzlerce delili vardır. Sadece bir tanesi bile ispata yeter olacağından tek bir örnekle yetinelim: “Ve herbir risale, tek başıyla bir mürşid-i ekmeldir. Risaletü’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur, yüz on dokuz adediyle, herbirisi birer mürşid-i ekmeldir ve aktabdır.”1 Bir müşkül halledilirken o esnada yanınızda bir mürşid-i ekmel ve aktab (en mükemmel yol gösterici ve kutup) var ise söz hakkı elbette onundur. O halde “benim görüşüm budur” değil “Risale-i Nur böyle der” demeli.
Zübeyir Gündüzalp de konuştuğu her meseleyi muhakkak Risale-i Nur’daki bir hakikat ile izah eder, Risale-i Nur bunu diyor... Risale-i Nur’da böyle yazıyor... Risale-i Nur böyle olmaz diyor... diyerek sadece Risale-i Nur’dan konuşur onu nazara verir şahsî görüşünü Risale-i Nur’a isnat ettirmeden asla beyan etmezdi. Daha doğrusu şahsî görüşü yoktu, sadece Risale-i Nur vardı. Yani tam bir “sadâkat” sembolü. Bu duruma itiraz edecek tek bir Nur Telebesi bile çıkmaz. Zaten bu husus, Bediüzzaman’ın da tasdiklediği bir husustur.
Kahramanlarından Vahşi Şaban anlatıyor:
“Bir gün sadece Zübeyir Ağabey ve Üstad vardı. Üstad bana sordu: ‘Kardeşim, sen Zübeyir’i iyi bilir misin?’ Ben de ‘biliyorum Üstadım’ dedim. Üstad değneği aldı, Zübeyir Ağabeye vuruyor: ‘Bu taş. Bak, kaya. Hiç de konuşmaz. Câmid bu. Kardaşım Şaban! Bu öyle ahmak ki, 30 lirayı bıraktı, 30 kuruşa burada çalışıyor.’ Zübeyir Ağabey de hiç ciddiyetini bozmadan kuzu gibi öyle duruyor. Hiçbir şey anlamadım durumdan. Neyse... Aradan epey bir zaman geçti. Yine bir gün gittim kapıyı açtım. Üstad yine sordu: ‘Sen benim Zübeyir’imi tanır mısın?’ Tanırım Üstadım dedim. Üstad, bu kez ‘Ben Zübeyir’imi kâinata değişmem’ dedi.”
Evet Zübeyir Ağabey taş idi, camid idi... Yani dâvâsına sadâkatte yerinden oynamazdı. Sadâkatte taştı, sapasağlam bir taş! Sadâkatte Camid idi, asla yerini değiştirmezdi, ölü gibiydi. Zübeyir Ağabey “taş kafalı” idi... Yani Risale-i Nur haricindekileri asla dinlemez, Risale-i Nur mesleği haricindekileri asla gözü görmezdi, bu hususta tam bir taş kafalı idi! Onun için Üstad onu kâinata değişmemişti. Çünkü o, Said’in şahsına değil, Risale-i Nur’a vurgundu! Said’e değil Bediüzzaman’a meftundu.
Zira bir gün Zübeyir Ağabey şöyle demişti:
Üstad mezarından kalksa ve bana şöyle dehşetli ve acîp bir soru sorsa O'na vereceğim cevap katîdir:
“Zübeyir! ‘Risale-i Nur’un vazifesi artık bitti, Risale-i Nur’suz devam edeceğiz’ desem ne dersin?”
İşte Zübeyir Ağabey’in cevabı Zübeyrî çizginin bir nevî tanımıdır:
“Üstadım! Ellerinizden öper, helâllik alır, Risale-i Nur’ları koltuğumun altına alıp arkamı döner sizden ayrılırım ve Hizmet-i Kur’ânîye’ye sizinle değil, Risale-i Nur ile devam ederim!” (Râvî: Ömer Çiçek ağabey (Ömer 27))
Evet, Zübeyrî çizgi “Zübeyir Gündüzalp”ın şahsı değil bu zihniyettir, bu anlayıştır! Yani mevcut olan her müşkül, ama her müşkül, gerek imanî gerek içtimaî gerekse de siyasî her mesele Risale-i Nur’da vardır ve sadece oraya ittiba edilir, çözüm sadece orada aranmalıdır. Sen hata yaparsın, ben hata yaparım, ama Risale-i Nur yapmaz! Çünkü o mürşid-i ekmel ve aktabdır.
Dipnot: 1- Nursî, Said, Barla Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, Aralık-2012, s. 237.