Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 11 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

..O, yarattıkları için neyi dilerse onu arttırır. Muhakkak ki Allah herşeye hakkıyla kadirdir.

Fâtır Sûresi: 1

11.08.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Bir farz namazı kılan kimsenin bir makbul duâ hakkı vardır. Kur’ân’ı hatmeden kimsenin de bir makbul duâ hakkı vardır.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3679

11.08.2006


Açılmaz düğümler Allah’ın iradesiyle açılır

İ’lem ey gafletli, sağır ve kör olarak, zulmetler içinde esbaba ibadet eden ahmaklar!

Cenab-ı Hakkın vücub-u vücud ve vahdetine, kâinatın mürekkebâtı ve zerrâtının elli beş vecihle yaptıkları şehadetlerin bir vechini yazacağım. Şöyle ki:

Eşyanın icadı, ya nefislerine veya esbaba olan isnadı, hayret ve istiğrabı muciptir. Bu da red ve inkârı icap eder. Bu dahi dalâletleri intaç eder. Bu ise ıztırâbât-ı ruhiye ve teşevvüşat-ı akliyeye sebep olur. Bu da ruhları ve akılları firar ettirmekle Vâcibü’l-Vücuda iltica etmeye mecbur eder. Zira her müşkülât Onun kudretiyle hallolur. Ve açılmaz düğümler Onun iradesiyle açılır. Ve kalbler Onun zikriyle mutmain olur. Bu hakikati şöyle bir muvazeneyle izah edeceğim. Şöyle ki:

Mevcudatın fâili, yani eşyayı vücuda getiren, ya vacip ve vahiddir veyahut da mümkün ve kesirdir. Fâil vacip ve vahid olduğu takdirde, ne külfet var, ne de garabet var. Olsa bile vehmî olur. Esbaba isnad edildiği takdirde, külfet ve garabet vehmîlikten çıkar, kat’î ve hakikî bir şekilde tahakkuk eder. Çünkü, kusur ve zâfiyetten hâli olmayan esbab-ı kesireden hiçbir sebep, bir müsebbebi omuzuna kaldıramaz. Ve birşeyin icadında gayr-ı mütenahî esbabın iştiraki lâzımdır. Meselâ, balarısı herşeyle alâkadar olduğundan, eğer icadı esbaba isnad edilirse, semâvat ve arzın iştirakleri lâzımdır.

Maahaza, kesretin vahidden suduru, vâhidin kesretten sudûru kadar zahmet değildir, daha kolaydır. Meselâ, bir kumandanın efrad-ı kesireye verdiği intizam ve yaptırdığı işleri, o efrad-ı kesire, kendi başlarına büyük bir müşkilâttan sonra yapabilirler.

Maahaza, icadın esbaba isnadında lâyüad külfet, garabet olmakla beraber, pek çok muhâlâta zemin teşkil ediyor.

1. Herbir zerrede Vâcibü’l-Vücudun sıfatlarının farzı lâzımdır.

2. Ulûhiyette gayr-ı mütenahi şeriklerin iştiraki lâzım gelir.

3. Herbir zerrenin hem hâkim, hem mahkûm olması lâzım gelir; kubbeli binalarda birbirine dayanmakla düşmekten kurtulan taşlar gibi.

4. Şuur, irade ve kudret gibi sıfatların her zerrede bulunması lâzım gelir. Çünkü, hüsn-ü san’at bu sıfatları iktiza eder.

Mesnevî-i Nuriye, s. 79

Lügatçe:

i’lem: Bil ki.

zulmet: Karanlık.

esbab: Sebepler.

vücub-u vücud: Varlığı vücub derecesinde zorunlu olan Allah.

vahdet: Birlik.

mürekkebât: Bir kaç maddeden, elemandan yapılmış olan.

istiğrab: Garipsemek.

ıztırâbât-ı ruhiye: Ruhî ıztıraplar.

teşevvüşat-ı akliye: Aklî karışıklıklar, bulanıklıklar.

esbab-ı kesire: Çok sayıdaki sebepler.

kesret: Çokluk.

sudur: Sadır olma, meydana gelme.

Bediüzzaman Said NURSİ

11.08.2006


Varlıklardaki birlik işaretleri

Mesnevî-i Nuriye’de; “Bakınız: Her bir masnûun yüzünde öyle bir sikke vardır ki, ancak her şeyi halk eden Hâlık’a mahsustur. Ve her bir mahlûkun cephesinde öyle bir hâtem vurulmuştur ki, her şeyi yapan Sâniden maada kimsede o hâtem bulunmaz. Ve kudretin neşrettiği mektuplarından herbir mektubun âhirinde, taklidi kabil olamayan öyle bir turra vardır ki, ancak Sultan-ı Ezel ve Ebede hastır”1 denilmekte.

Bu paragrafta, altını çizdiğim üç kelimeye dikkatinizi çekmek istiyorum. Bunlar, sırasıyla, sikke, hatem ve turra.

Bu üç kelimenin de, lûgâtlara baktığımızda hemen hemen aynı anlamlara geldiğini görüyoruz. Meselâ, sikke; kıymeti devletin resmî damgasıyla teminat altına alınan madenî para, paranın üstüne vurulan damga anlamında. Hâtem; mühür, damga, son. Turra ise; tuğra, padişah imzası, padişaha has mühür, damga.

Anlamlara bakıldığında ortak mânâ; damga, imza veya mühür, yani bir şeyin kime veya kimlere ait olduğunu gösteren işaret olduğu görülecektir.

Aynı anlamda kullanıldıkları gibi, sözkonusu paragrafta Üstad Said Nursî’nin bahsettiği tarzda ince mânâ farklılıkları da vardır.

Farklılıkları ortaya çıkaran da, kelimelerden sonra zikredilen İlâhî isimlerin farklı olmasıdır. Örnek olarak bir çileği ele alalım ve cümleleri o şekilde okuyalım; “Bakınız: Her bir sanatlı çileğin yüzünde öyle bir sikke vardır ki, ancak her şeyi halk eden Hâlık’a mahsustur. Ve her bir çileğin cephesinde öyle bir hâtem vurulmuştur ki, her şeyi yapan Sâniden maada kimsede o hâtem bulunmaz. Ve kudretin neşrettiği çileklerden her bir çileğin âhirinde, taklidi kabil olamayan öyle bir turra vardır ki, ancak Sultan-ı Ezel ve Ebed’e hastır”.

Evet, bir çileğe baktığımızda, bakar bakmaz daha önce görmüş ve tanıyorsak hemen bu bir çilektir deriz. Bu sözümüzü dünyanın neresinde olursak olalım, hangi durumda olursak olalım söyleriz. Demek ki, gördüğümüz bütün san’atlı çileklerde aynı san’atkâr kişinin damgası yani sikkesi vardır. Çileği görür görmez ‘Bu çilektir’ der, ‘Onu ve diğer çilekleri aynı kişi yaratmıştır’ hükmünü verebiliriz.

Çileği elimize alalım ve inceleyelim. Göreceğiz ki, bütün çileklerin şekilleri bir, tatları bir, kokuları bir ve aynı zaman diliminde yaratılıyorlar. Buradan da anlıyoruz ki, bütün çilekleri aynı kişi yapıyor ve onlara has bir koku, tat ve renk olarak san’atlı bir şekilde mührünü, hatemini, damgasını çileklerin yüzüne, fizikî ve kimyasal yapısına vuruyor.

Yine örneğimizdeki çileğin öncesini (geçmişteki çilekleri) ve sonrasını (gelecekteki çilekleri) düşündüğümüzde aynı şekilde, renkte, kokuda ve tadda-lezzette çilekler olduğunu görürüz. Demek bu çileklerin yaratıcısı olan Zat, adeta imzasını her bir varlığa (ezelden ebede) vuruyor ve aynı yaratma işini gerçekleştirdiğini insanlara gösteriyor.

Bizim verdiğimiz örneğin daha farklı ve güzelini, başka bir açıdan Üstad Said Nursî, paragrafın devamında şu şekilde vermektedir: “O gibi sikkelerden yalnız hayat üzerinde parlayan sikke-i i’câz’a bakınız ki, hayatla bir şeyden pek çok şeyler husûle gelir, icad edilir. Ve pek çok şeyler dahi bir şey-i vahide emr-i Rabbâniyle inkılâb ederler. Meselâ, su, birşey-i vahid iken pek çok uzuvlara, cihazlara Allah’ın izniyle menşe olur, icad edilirler. Ve mideye giren pek çok muhtelif yemekler ve meyvelerden Hâlık-ı Teâlâ tek bir cismi (canlı vücudunu) icad eder, tek bir cisim husûle getirir.”

Ve bundan sonra da, kesin bir hüküm olarak yine cümlenin sonunda; “İşte kalb, akıl, şuur sahibi olan bir adam, bu ciheti düşünürse anlar ki, bir şeyden çok şeyleri îcad edip çıkartmak ve çok şeyleri bir şeye tahvil etmek, ancak her şeyi halk eden ve her şeyi yapan Sânie mahsus bir sikkedir” diyerek, Cenab-ı Hakk’ın tek yaratıcı olduğunu, biz insanlara çeşitli işaret, damga, mühür ve imzalarla anlatmaktadır.

Dipnotlar:

1- Mesnevî-i Nuriye, s. 14

M. Fahri UTKAN

11.08.2006


Murdî

Allah (c.c.), Murdî’dir. Yani mahlûkatını hayatlarının her döneminde râzı edendir. Cenâb-ı Allah kullarına sağlık, sıhhat, âfiyet, selâmet, huzur, esenlik ve kanaat verir. İyiliklerine karşılık en az bire on sevap lûtfeder, bol feyiz ve fazîlet ihsân eder ve kullarını her hal ve şartta hoşnut kılar. Cenâb-ı Hak itaatkâr kullarından râzı olduğunu ve razı olduğu kullarını ebedî hayatta sonsuz ikramlarla hoşnut kılacağını vaat etmiştir.

Murdî ismi Hazret-i Ali’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği Cevşenü’l-Kebîr’de yer alan isimlerdendir.1

Cenâb-ı Hak salih kullarına şöyle seslenir: “Ey nefs-i mutmainne! Hoşnut olmuş ve kendisinden hoşnut olunmuş olarak Rabbine dön. Kullarımın arasına gir. Cennetime gir.”2

Cenâb-ı Hakkın her şeyi hayat sahiplerinin imdâdına koşturduğunu kaydeden Bedîüzzaman, güneş, ay, gece, gündüz, kış, yaz gibi âlemin devri ve bitkilerin, muhtaç ve aç hayvanların imdadına gelmelerinde; hayvanların şerefli, ama zayıf insanların imdadına koşmalarında; gıda maddelerinin, latîf ve nazik yavruların ve meyvelerin imdâdına uçmalarında; yiyecek ve gıda zerrelerinin beden hücrelerinin imdâdına yürümelerinde büyük bir yardımlaşma kanununun câri olduğunu, Cenâb-ı Hakkın, kullarını hoşnut kılarak kendini sevdirmek ve tanıttırmak için, her mevsimde âleme şefkat ve lütuf gösteren bir umûmî erzak sofrası dizdiğini ve bütün canlılara her an ikramda bulunduğunu beyan eder.3

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, bütün hayat sahipleri hayatlarında, varlıklarında ve hayatlarının devam ve bekalarında sayısız isteklere sahiptirler. Canlıların maddî ve mânevî erzak istek ve ihtiyaçları ummadıkları yerlerden tam bir intizamla münasip vakitlerde verilmektedir.4 Cenâb-ı Hakkın mutlak cemâli ve rahmeti bütün mahlûkatı cilveleriyle süslendirerek sevindirmiş ve kendisinden râzı etmiştir.5 Âdî midenin hal diliyle yaşamak duâsını kabul ederek nihâyetsiz mu’cizâtlı maddî gıdalar ve yemeklerle onu minnettar ve râzı eden Cenâb-ı Hakkın, kâinatın en ehemmiyetli neticesi, arzın halîfesi, Hâlıkın en güzîde mahlûku ve kulu olan insanın, yüksek insaniyet duygularıyla dâimâ arzu ettiği, ünsiyet ettiği ve fıtraten istediği cismânî lezzetlerin dâr-ı bekâda verilmesi ile ilgili hadsiz umumî duâlarını da kabul buyurması şânındandır. İnsanın bekâ talebini içeren duâlarına haşr-i cismânî ile fiilen cevap vermesi, insanı ebediyen minnettar ve razı etmesi ve hoşnut kılması Cenâb-ı Hakkın rahmetinin lâzımıdır. “Orada nefislerin iştihâ duyacakları ve gözlerin zevk alacağı her şey vardır. Siz orada ebedîsiniz”6 âyeti buna delil teşkil etmektedir.7

Bedîüzzaman’a göre, Cenâb-ı Hakkın her bir ism-i şerifi, karanlık ve yalnızlık dehşetini yaşayan her mahlûkun her an imdadına yetişmekte, her insanın bütün duygularına huzur vermekte; bütün âlemlerini aydınlatmaktadır.8

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

Dipnotlar:

1- Mecmuatü’l-Ahzab, 2:256; 2- Fecr Sûresi: 27-30; 3- Sözler, s. 272; 4- A.g.e., s. 273; 5- A.g.e., s. 101; 6- Zuhruf Sûresi: 71; 7- Şuâlar, s. 206; 8- Mektûbât, s. 399

11.08.2006


Yiyecek ve suyla ilgili mucizelerin hikmeti

Evet, berekete dair o mucizeler gösteriyorlar ki, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, umuma rızık veren ve rızıkları halk eden bir Zât-ı Rahîm ve Kerîmin sevgili memurudur, pek hürmetli bir abdidir ki, rızkın envâında, hilâf-ı âdet olarak, ona hiçten ve sırf gaybdan ziyafetler gönderiyor.

Malûmdur ki, Ceziretü'l-Arab, suyu ve ziraati az bir yerdir. Onun için, ahalisi, hususan bidayet-i İslâmdaki Sahabeler, dıyk-ı maişete maruzdular. Hem susuzluğa çok defa giriftar oluyorlardı. İşte, bu hikmete binaen, mu'cizât-ı bâhire-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâmın mühimleri, taam ve su hususunda tezahür etmiş. Bu harikalar, dâvâ-yı nübüvvete delil ve mucize olmaktan ziyade, ihtiyaca binaen, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma bir ikram-ı İlâhî, bir ihsan-ı Rabbânî, bir ziyafet-i Rahmâniye hükmündedir. Çünkü, o mu'cizâtı görenler, nübüvveti tasdik etmişler. Fakat mucize zuhur ettikçe iman ziyadeleşir, nurun alâ nur olur.

Mektubat, s. 120

11.08.2006


Delâili'n-Nur

16. Allah’ım! Efendimiz Muhammed’e, onun âl ve ashâbına, ilk indiği günden itibaren tâ Kıyâmete kadar her Kur’ân okuyanın, onu okuduğu zaman hava dalgalarının aynalarına Rahman olan Allah’ın izniyle yansıyan Kur’ân’ın harfleri sayısınca salât, selâm ve bereketler ihsan eyle. Ey İlâhımız! Bu salâvatlardan herbirisi hürmetine bizi bağışla, bize merhamet et, bize lütufta bulun!

11.08.2006


Hakikati hiçbir şeye âlet etmeyen bir zat

Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân, imân ve dine yaptığı hizmetinde, senelerden beri, mütemâdî bir tarassud ve tecessüs, tâkibât ve tetkîkat altında bulundurulmuştur. Yalnız ve yalnız rızâ-i İlâhî için, yalnız ve yalnız hakikat için İslâmiyete hizmet ettiği ve hizmet-i Kur’âniyesini hiçbir şeye âlet etmediği müteaddit mahkemelerde de sabit olmuştur.

Eğer bu mezkûr hakikatlere ve eserlerindeki hak ve hakikati gören hakperestlerin Bediüzzaman ve eserlerinde gördükleri ve neşrettikleri âlî meziyet ve yüksek hakikate mugâyir en küçük bir şey olsa idi, en büyük ilâvelerle, şâşaalarla ve yaygaralarla, bu yirmi beş sene içinde, din düşmanları tarafından dünyaya ilân edilecekti.

Nitekim, bütün bütün iftira ve ittihamlarla, cebbâr, müstebid din düşmanlarının tahrikatıyla mahkemelere sevk edildiği zaman, gazetelerin birinci sayfalarında, bire yüz ilâvelerle teşhir ettirilmesi, tahkîkat ve muhâkeme neticesinde hiçbir suç olmadığı tahakkuk ederek, beraat ettiği vakit sükût edilmesi, bu hakikatin âşikâr çok delillerinden bir tanesidir.

11.08.2006


Rüya

Rüya üç nevidir. İkisi, tabir-i Kur’ân’la, “Adgâsü ahlâm”da (Karma karışık, tâbire değmez rüyalar. Yusuf Sûresi: 44) dahildir, tabire değmiyor. Mânâsı varsa da ehemmiyeti yok. Ya mizacın inhirafından, kuvve-i hayaliye şahsın hastalığına göre bir terkibat, tasvirat yapıyor; yahut gündüz veya daha evvel, hattâ bir iki sene evvel aynı vakitte başına gelen müheyyiç hâdisâtı, hayal tahattur eder, tâdil ve tasvir eder, başka bir şekil verir. İşte bu iki kısım “Adgâsü ahlâm”dır, tabire değmiyor. Üçüncü kısım ki, rüya-yı sadıkadır.

Mektubât, s. 332

11.08.2006


Şehitlerin istekleri

Abdullah ibn-i Mesut (ra) anlatıyor:

“Allah yolunda şehid edilenleri ölü sanma.” (Âl-i İmran Sûresi: 169) âyetinin mânâsını Resulullah Efendimizden (asm) sorduk. Resulullah Efendimiz (asm) buyurdu ki:

“Şehidlerin ruhları yeşil kuşlar gibidir. Hangi cennette dilerlerse orada rızıklanırlar. Sonra Arş’a asılı kandillere dönerler.

“Onlar bu durumda iken Senin Rabbin ansızın onlara bir bakışla bakar. Ve onlara şöyle buyurur:

“‘Başka bir dileğiniz varsa söyleyiniz.’

“Onlar:

“‘Ey Rabbimiz! Hangi Cennette istersek orada rızıklandığımız halde senden daha ne isteyebiliriz ki?’ derler.

“Allah bir isteklerinin olup olmadığını üç kez sorar.

“Onlar Allah’tan bir şey istemedikçe bırakılmayacaklarını düşünerek:

“‘Ey Rabbimiz! Senin yolunda bir kez daha şehid edilmemiz için Senden ruhlarımızı cesetlerimize iade edip dünyaya gönderilmemizi istiyoruz’ derler.

“Allah onların bundan başka hiçbir şey istemediklerini görünce onlara artık bir şey sormaz.”

(İbn-i Mace, Cihad, 2801)

Süleyman KÖSMENE

11.08.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004