Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 05 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Abdurrahman ŞEN

“Tv ve sinemanın toplum üzerindeki etkileri”



Geride bıraktığımız Ramazan ayı içinde birçok belediye gibi Bağcılar Belediyesi’nin de Ramazan çadırı vardı. Bağcılar çadırının bu yıl, geçmiş yıllarını da başka belediyelerin çadırlarını da geride bırakacak kalite ve donanımda olduğunu özellikle söylemem lâzım. Ama asıl üzerinde durmak istediğim, çadırın kalitesinden de önemli olan içindeki programların kalitesi…

Yıllardır “İrfan sofrası” başlığıyla gerçekleştirilen Bağcılar Belediyesi Ramazan Çadırı’ndaki kültürel faaliyetlerinin, bir sonraki yıla kitaplaşmış olarak konuklara hediye edilmesi de ayrı bir kalite ve övgüye değer davranış.

Bu yılın “İrfan sofrası”na da konuk olmak nasip oldu. Araya denizli hazırlıkları ve yolculuğu girdiği için bugüne kalmış oldu ama bu yıl zaten öyle bir konuyla “İrfan Sofrası”na oturduk ki bayatlaması mümkün değil!

Efendim… Bağcılar Belediyesi “11. Ramazan Çadırı İrfan Sofrası”nda, Ramazan’ın 16’sında, 9 Ekim 2006 Pazartesi günü “Televizyon ve Sinemanın Toplum üzerindeki etkileri”ni konuştuk… Sayın Nevval Sevindi ve Ömer Lütfü Mete Ağabeyimin konuşmacı olarak katıldığı bu paneli yönetmek şerefi de bana nasip oldu.

İlk sözü verdiğim Nevval Hanım; mevcut televizyon ve sinemalarımızda insanın nesneye dönüşmesine dikkat çektiği üzerinde durdu. Ayrıca, özellikle ABD için sinemanın önemini vurgularken, 2. Dünya savaşı esnasında bile ABD jetlerinin Avrupa sinemalarına film taşıması gerçeğini hatırlattı… Özellikle ekranlarda karşımıza çıkarılan rol modellerin “kötü” oluşuna da örneklerle dikkat çekti…

Ömer Lütfü Mete Ağabeyim ise sinemada olduğu kadar medyada da anlatılan hikâyelerin özüne dikkat çektiği konuşmasında, Kur’ân’ı Kerim’deki kıssalardan örnekler verdi. San’at eserlerinde anlatılan hikâyenin o toplum için ve insanlık için önemine de değinen Ömer Ağabeyim; “Hikâyeyi ben yazayım, yasayı kim yaparsa yapsın!” sözünü hatırlatarak, toplumların, medyada ve sinema eserlerinde anlatılan hikâyelerle şekillendirilmesindeki püf noktasına dikkat çekti…

Hem açılışta, hem aralarda hem de kapanışta yaptığım kısa konuşmamda ise ben de şunları söyledim kabaca: Eskiden çocuklar sadece aile-okul ve çevre üçgeni içinde eğitiliyordu. Bir süredir, bu üçgen de medya ve sinema kanalıyla eğitiliyor. Özelde televizyon ve sinema bu açıdan baktığımızda tam da bir ayna durumunda…

Genelde bu konu gündeme geldiğinde… Yani; televizyon ve sinemanın topluma etkilerinden bahsetmeye başlayınca, suçlamalar da peş peşe gelir. Oysa… Suçlanan televizyonu izleyerek, sinemayı destekleyerek toplumun kendisi iddia ettiği “suç”a ortak olmakta değil mi?

O bakımdan “ayna” benzetmesi üzerinde iyi düşünmemiz lâzım.

Suçladığımız medya organları daha çok izlenir/okunurken, beğendiğimizi söylediğimiz, güvendiğimizi ifade ettiğimiz medya organları daha az izleniyor/okunuyorsa, ortaya bir yalan, bir kandırmaca çıkmıyor mu?

Aslında bu konu tam da “tavuk-yumurta” meselesi gibi…

Sinema ve televizyon toplumu ne kadar etkiliyor, toplum onları ne kadar etkiliyor iyi düşünelim! Şunu unutmayalım ki –meselâ- birçok dizi yayına giriyor ama izlenmeyen, toplum tarafından beğenilmeyenler hemen yayından kaldırılıyor.

Mesela sinemamızda yeni çekilen ve bazıları gösterime giren filmlerde dinî konular –hem de olabildiğince objektif bakış açılarıyla- perdeye yansıtılıyor. 3–5 sene öncesinde böyle bir yaklaşımı düşünmek bile mümkün değildi oysa…

Ne yazık ki şu anda bile hem özel televizyonlarımızın hem de sinemamızın dört başı mamur bir yasası yok!

Televizyonlarımız da sinemamız da ancak AB’nin ve ABD’nin istekleri doğrultusunda çıkarılmış yarım yamalak kanunlar ya da kararnamelerle çıkıyor toplumun huzuruna… Kimse de bu durumdan şikâyetçi değil…

ARTIK “10 DAKİKA ARA”MAK YOK!

Sinema seyircisinin nabzını yoklayan işletmeciler, Türkiye’de bir ilki daha başlatıyorlar. Mars Entertainment Group’tan Betty Arditi’nin duyurusuyla öğrendik ki artık sinemalarda “10 dakika ara”mak yok!

İşte bu konudaki açıklama: “2000 yılında sinema sektörünü çok geniş bir bakış açısıyla ele almak üzere kurulan Mars Entertainment Group, tüm projelerinde şu standartları belirledi: En iyi lokasyonlarda yer alarak, dünya standartlarında hizmet vermek, Türkiye’de ilk defa gerçekleştirilen yenilikçi projelere odaklanmak, her projede farklı bir konsept geliştirip uygulamak, yapılan her projede kendine özgü bir ruh ve felsefe sunmaktır. Bu bakış açısıyla, 5 yıl içerisinde Türkiye’de 12 sinema kompleksi / 75 salonu hayata geçiren tek grup oldu.

2000 yılından bu yana çalışmalarını hep misafir istekleri ve talepleri doğrultusunda yürüten ve misafir memnuniyeti ilkesi ile çalışan Mars The Cinema Professionals, şimdi de yeni bir uygulama başlattı. Türkiye’de bir ilk gerçekleştiren Mars Group ‘10 dakika Arasız Film’ izleme alışkanlığını sunuyor. Dünya’da film izleme geleneğini artık Türkiye’deki sinema izleyicisine film keyfi bölünmeden sunuyor.

Şimdilik sadece Salı tüm gün ve seanslarında; Kanyon, Cinebonus G-mall ve Cinebonus Nautilus sinemalarında başlatıyor.

Mars Group, sinema işletmelerinde yaptığı misafir memnuniyeti araştırmaları ve analizleri sonucunda oluşan, talepler doğrultusunda, Salı günleri, ‘Türkiye’de bir ilk’ olan ‘10 dakika arasız film’ uygulamasına başlayacaktır.”

05.11.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Modernleşemediklerimizden misiniz?



Modern hayat "kaygı"landırıyormuş.

İşte gerekçe:

-Aşırı rekabet ortamı.

-Panik atak, sosyal fobi... gibi bozukluklar...

Rakamlara göre, toplumda her 100 kişiden 15'inde kaygı bozukluğu görülüyormuş. Modern hayat mı, yoksa modernleşemediğimiz için mi bu "kaygı" bozuklukları?

Galiba ikincisi.

Yoksa "modernizm"den kim şikâyetçi? Ancak insanlar bu modeli, rekabet ortamına yaydıkları için "modernleşemiyor" bir türlü.

İTİRAF

...noktalama...

Avrupa Birliği, "Sayın Öcalan" demiş.

Eğer bu hakaretse,

Biz de "Sayın AB deriz" olur biter.

Elazığ Valisi: Memleketin yüzde 60'ı hırsız

Bir yanlışlık yok mu:

"Aptal" değil miydi?

HAFTANIN ANKETİ

Soru:

"En başarılı spiker kim?"

a) DEFNE SAMYELİ

b) NAZLI ÖZTARHAN

c) JÜLİDE ATEŞ

d) ECE ÖZBEK

e) BANU GÜVEN

f) ÇİĞDEM ANAD

g) ŞULE BULUT

j) GÜLGÜN FEYMAN

l) HÜLYA YÜREKLİ

m) ÖZGE ÖZSAĞMAN

n) HİÇBİRİ

*

Oy ver:

n) Hiçbiri...

Çünkü, hiç erkek spiker yok mu birader?

05.11.2006

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

Bir şairin çocukluk yılları



Şairler...

Millî heyecanı geleceğe en iyi onlar taşırlar. Fakat bunu ancak çocukluk yıllarında millî bir şuur aldıkları takdirde yapabilirler. Aileler o şuuru vermekte zorlanırlarsa, milletler de millî şair yetiştiremezler.

Onun için bir millî şair ancak bin yılda bir yetişir ama binlerce yıl yaşar.

Yahya Kemal de onlardan biri.

Ve işte onun ruhunun, şiir şuuruyla yoğrulduğu çocukluk yılları.

***

Yahya Kemal, 2 Aralık 1884 tarihinde Üsküp’te doğdu.

“1884 Kânûn-i evvelinin ikisinde, Üsküp’te, İshâkiye mahallesinde, büyük vâlidem Adile Hanımın konağında, bu evin cepheye doğru sağ tarafındaki arka odada sabaha karşı doğmuşum. Salı günü imiş. Üsküp’te o gün nâdir görülür bir kar yağmış” diyerek doğduğu yeri, yılı, ayı, günü, vakti ve o zamanın şartlarını bizzat kendisi tesbit etti.

Babası, Nişli Hafız Mehmed Paşanın oğlu ve bir ara Üsküp Belediye Başkanlığı da yapan İbrahim Naci Bey ve annesi, meşhur divan şairi Leskofçalı Galib’in yeğeni ve Leskofçalı İsmail Paşazade Dilâver Beyin kızı Nâkiye Hanım ona Ahmed Âgâh adını verdiler.

Anne ve baba tarafından dedeleri Sultan III. Mustafa devri sancak beylerinden Şehsüvar Paşada birleşen şairin ailesi, Üsküp ahâlisi arasında Şehsüvarzadeler lâkabıyla iştihar ettiği için o da diğer eşraf çocukları gibi dadıların ve lalaların kontrolünde yetişti.

“Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum;

Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum.

Aldım Rakofça kırlarının hür havasını,

Duydum akıncı cedlerimin ihtirâsını.”

mısralarında da ifade ettiği gibi babası, dedeleri veya yakın akrabaları akıncı olmamasına rağmen, ataları Balkanlara ilk çıkan ailelere kadar uzandığından evlâd-ı fatihan sayılan Şairin çocukluğu Balkan şehirlerinde geçti.

O yıllarda yaşanan tarihî hadiselerin de tesiriyle çocukluğunda hep akıncı cedlerinin hasretini duydu. Dedesine izafeten verilen ‘şehsuvar’ sıfatı tarihî bir mazhariyet sayıp yaşatmak istediğinden Cumhuriyet döneminde soyadı kanunu çıkınca o kelimenin Türkçeleşmiş karşılığı olan “Beyatlı” kelimesini soyadı olarak seçti.

“Yeryüzünde onu tanımasaydım insanlık hakkından bedbin bir fikir taşıyarak hayattan geçecektim” diyerek takdir ettiği Fatma Hanım, Zeynep Hanım gibi dadılarından insanlığı, Lalası Hüseyin’den de tarihi ve Üsküp’ü öğrendi.

Fakat “İlk sofuluk zevkini annemden almıştım. Ramazan akşamları ölülerimizin ruhuna Yâsin okumayı ondan öğrenmiştim… Müslümanlık âlemine o kapıdan girdim, diyebilirim” sözleri ile de ifade ettiği gibi dinî eğitimini annesi Nâkiye Hanımdan aldı.

‘Rabbiyessir’ şenliğiyle başladığı mektep onun hayatında “İşte hoca karşısında ilk defa ders gördüğüm yer, daha İstanbul fethedilmeden önce vücuda gelen ve o zamandan beri hiçbir şeyi değişmemiş olan bu lâtif yerdi. Eğer oraya gönderilmemiş olsaydım, tahsilim doğrudan doğruya bir yeni maarif mektebinde başlasaydı, milliyetimin en hoş bir hatırasından mahrum kalmış olurdum” şeklinde anlattığı kalıcı izler bıraktı.

‘Şarktan Garba geçiş’ olarak değerlendirdiği Mekteb-i Edepte Selânikli Galip ve Hafız Ferit gibi hocaların nezaretinde dört sene ders görerek ilk eğitimini tamamladı ve 1895 yılında Üsküp İdâdisine girdi.

Lâkin bir memuriyet alarak Selanik’e gidip oraya yerleşmek isteyen babasının Üsküp’ten Selânik’e taşınma kararı alması üzerine Şairin hem tahsil hayatı, hem de ailede huzuru bozuldu.

Çünkü annesi Nâkiye Hanım, bir İslâm şehri olarak telâkki edip içinde yaşamaktan, hattâ ölmekten huzur duyduğu Üsküp’ten ayrılmak istemiyordu. Babası bu itiraza kızıp, annesinin çeyizlik eşyalarını hamallarla tellâllar çarşısına gönderip haraç, mezat sattırarak kararını ‘merhametsiz bir kalple’ icra edince, annesi ve kardeşleri Reşad ve Rukiye ile birlikte Selânik’e gitti.

Ahmed Âgâh, Selânik İdâdisine yazıldı ve okumaya başladı. Bir süre sonra annesi üzüntüden vereme yakalanıp yatağa düşünce, tekrar kardeşleriyle birlikte Üsküp’e gönderildi. Şair de Selânik İdâdisine devam edebilmek için babasıyla birlikte orada kaldı.

Babasının tertip ettiği eğlence toplantıları sayesinde, Sultan Abdülhamid’e düşmanlığıyla bilinen ve Osmanlı devletinin yıkılmasında mühim rol oynayan Yahudi Emanuel Karasu’nun da aralarında bulunduğu pek çok insanla tanıştı ve onların telkinleri ile Abdülhamid’e karşı düşmanca hisler beslemeye başladı.

Bu sırada, zaten “Vakar ve haysiyet bahsinde müfrit bir derecede hassas olan ve rencideliklerini onulmaz yaralar gibi saklayan” Nâkiye Hanımın hastalığının artması üzerine babasıyla birlikte Üsküp’e döndü ise de bu dönüş annesini iyileştirmeye yetmedi.

“Annemin na’şını gördümdü;

Bakıyorken bana sâbit ve donuk gözlerle,

Acıdan çıldıracaktım.

Aradan elli dokuz yıl geçti.

Ah o sâbit bakış el’an yaradır kalbimde.

O yaşarken o semâvî, o gülümser gözler

Ne kadar engin ufuklardı bana;

Teneşir tahtası üstünde o gün,

Bakmaz olmuştu artık bizim dünyaya.”

1897 senesinde, mezkûr mısralarda da anlattığı gibi bir gece rüyasında annesinin öldüğünü gören Ahmed Âgâh uyandığında annesinin rüyasında gördüğü şekilde ölüşüne şahit olunca, kendisini kaybetti ama kadınlarının “Ağlarsan annenin ruhu muzdarip olur. Halbuki o şimdi istirahat ediyor. Cennette sizin geleceğiniz günü bekliyor. Oraya gidince hiç ölmeyip mesut bir hayat yaşacaksınız” diyerek telkin ettikleri âhiret inancı sayesinde teselli buldu.

Nâkiye Hanımı, bir Cuma günü Cuma ve cenaze namazını müteakip Ahmed Âgâh’ın ve kardeşlerinin de katıldığı sade bir merasimle, vasiyeti mucibince Gazi İsa Bey Camii’nin haziresine defnettiler.

Annesinin ölümünün üzerinden fazla zaman geçmeden babasının yeniden evlenmesine üzülen Ahmed Âgâh’ın tepkileri huzursuzluk sebebi olunca, 1900 yılında tahsilini tamamlamak üzere tekrar Selânik’e yatılı olarak gönderildi.

Ne var ki “Selanik çok daha medenî bir şehir olmasına rağmen hoşuma gitmiyordu. Köhne Üsküp’ü camileriyle, camilerinin şadırvanlarıyla, ruhanî hâliyle tahayyül ediyor, özlüyordum. Üsküp’ün hasreti ile şiire daha ziyade dalmıştım” sözlerinde de görüldüğü gibi annesinin acısına, çok sevdiği şehirden uzaklaştırılması da eklenince hastalandı ve Üsküp’e geri döndü.

On iki yaşında iken yaşadığı bir aşk heyecanına Üsküp şehrinin hayranlığı da eklenince hislerini şiirlerle ifade etmeye başladı. Ondaki şiir kabiliyetini fark eden Recep Efendinin tesiriyle Namık Kemal’i tanıdı.

Babasına duyduğu kızgınlığın da tesiriyle Namık Kemal’in şiirlerindeki başkaldırış temasını hislerine yakın bulduğundan olsa gerek, şairin şiirlerinin yanı sıra tiyatrolarını ve diğer nesir kitaplarını da okudu.

Ardından Muallim Naci’yi, Abdülhak Hâmid’i, Recaizâde Ekrem’i, Bağdatlı Ruhî’yi, Ziya Paşayı da okuyunca hem siyasete hem de şiire ilgisi arttı ve bazen Âgâh Kemal imzasıyla bazen de Esrar mahlasıyla şiirler yazmaya başladı.

Şiirle meşguliyeti arttıkça onların tesirinden kurtuldu. Şiirlerini şekil, muhteva ve san’at yönünden geliştirip kendisine has bir üslûp teşekkül ettirdikten sonra da Yahya Kemal adını aldı.

Şiirin, bir bakıma hayatının gayesi hâline gelmesi, onun siyasete ilgisini azaltmadı. Bilhassa Şefik Beyin, Sultan Abdülhamid’e karşı iken yazıp halkı idareye karşı isyana teşvik ettiği Hareket isimli eserini okuyunca, şiirin ve siyasetin merkezi olarak gördüğü İstanbul’a gitmeye karar verdi ve 1902 yılında İstanbul’a gitti.

İstanbul’da annesinin akrabalarından İbrahim Beyin delâletiyle Galatasaray Sultanîsine girmek istedi ise de kadrosuzluk sebebiyle giremedi ve onun konağında yapılan sohbet meclislerine katılarak Türk musıkisini, Servet-i Fünun şiirini, Jön Türk hareketini tanıdı.

Bir yandan yeni tarzda yazdığı şiirlerini Mâlûmât mecmuasında yayınlatırken diğer yandan ifratkâr bir Batı hayranı olan, İslâmiyet’e mesafeli duran ve Osmanlı düşmanlığı ile iştihar eden Serezli Şekip Beyin tesiriyle Paris’e gidip Jön Türklere katılmaya karar verdi.

Çünkü artık heyecanlı bir genç, istidatlı bir şairdi.

***

Yahya Kemal, 1903 yılında gizlice Paris’e gitti.

Giderken yanında sadece çocukluk yıllarından yadigâr kalan Anne hasretini, Üsküp sevgisini ve şiir merakını götürdü. Zaten ancak onlar sayesinde kendini koruyup geleceğini kurtarabildi.

Anne hasreti milletini, Üsküp sevgisi vatanını unutturmadı. Şiir merakıyla da millî, manevî değerlerini san’atına mal etti ve gittikten dokuz sene sonra büyük bir şair olarak memlekete döndü.

Hayatının sonuna kadar o uhrevî iklimden hiç çıkmadı. Vefat ettiği 1 Kasım 1958 tarihinden bu güne tam kırk sekiz yıl geçti.

Çocukluğunda ruhuna nakşolan o değerler hâlâ şiirlerinde yaşıyor.

Şiirleri sayesinde o da yaşıyor.

05.11.2006

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Muhafazakârlıkta temel aile, çekirdekse kadın…



Tanzimatla birlikte başlayan ve gittikçe hızlanan yaklaşık 200 yılı aşkın bu süreçteki Batılılaşma hareketleri evimizi, ailemizi hangi noktalara getirdi? Değişim çalışmaları başarıya ulaştı mı? Bu sorulara açık cevaplar bulabileceğimiz bir araştırmayı sunalım sizlere.

Araştırma Türk toplumunda muhafazakârlık kavramı üzerine yapılmış.

Araştırmayı yapanlara "Bu araştırmaya başlarken biz muhafazakârlığın köklerinde 'devlet'i bulmak üzere yola çıkmıştık, ama aileyi bulduk" dedirten neticeler şöyle:

Türkiye'de bir muhafazakâr ana akımdan söz edilecekse, bunun merkezinde aile, onun da çekirdeğinde "eşit, hamarat ve namuslu" olması beklenen kadın var.

Ailenin Türk muhafazakârlığındaki merkezî yeri, hem kadının konumu, hem cinsellik, hem de Batının muhtemel kötü etkileri ile ilgili sorulara verilen cevaplarda da ortaya çıkıyor.

Kadının erkekle kamusal alandaki eşitliği büyük onay görürken, ev içerisinde "sadık eş-iyi anne" rolünde olması talep ediliyor.

Rahatsız olunan cinsel yaşantı biçimlerinin başında da, hem aile kurumunu, hem de kadın ve erkeğin aile içerisinde tanımlanan "normal" ve "mazbut" cinsel varoluşlarını tehdit ettiği düşünülen yaşantılar geliyor: Homoseksüellik, evlenmeden bir arada yaşama, bara-diskoteğe gitme, kadınların açık giyinmesi, erkeklerin küpe takması gibi.

Görüşülenlerin yüzde 85'i, başörtülü bir kadının aynı zamanda erkeklerle eşit haklara sahip ve çağdaş bir kadın

olabileceğini belirtiyor.

Görüşülenlerin % 93'ü başını örten bir kadından rahatsızlık duymayacağını ifade ediyor.

BU VERİLER NEYİ ORTAYA KOYMAKTA?

Araştırmacılar çıkan neticeleri şöyle yorumluyorlar:

Öncelikle, toplumun geneli, başörtüsünü modern ve eşit bir kadın olmanın önünde bir engel olarak görmemekte. Yani, başörtüsü, moderniteden geriye dönüşün, kadının ikinci sınıf bir vatandaş sayıldığı toplumsal sistemin bir simgesi olarak algılanmamakta.

"O zaman toplumda başını örtmeyen kadınların Müslümanlığı ve onlara gösterilecek hoşgörü hakkında nasıl bir kanaat hakim?" sorusuna araştırmacılar şu cevabı veriyorlar: Görünen, toplumun çoğunluğunun başörtüsünü Müslümanlığın olmazsa olmaz bir şartı olarak sayma eğiliminde olmadığıdır.

Görüşülenlerin yüzde 70'i arkadaş olacağı kişiyi seçerken; yüzde 85'i ise evleneceği kişiyi seçerken, karşısındakinin dinsel inançlarını dikkate alacağını belirtmiştir. Burada vurgulanması gereken nokta, seçilmesi istenen kişi özel hayata, aileye, ne kadar yaklaşırsa (arkadaş, eş), o kişinin dinsel inançlarının da giderek artan bir ölçüde hesaba katıldığıdır.

***

Evet, araştırma neticelerinden anlaşılıyor ki, insanımız dinî bir hayatı tercih etmese de, çevresinde dindar insanların olmasını istiyor. Tüm çabalara rağmen fıtratı değiştirmek mümkün olmuyor… Toplumumuzun çekirdeği ve temeli yani, kadını ve aileyi muhafaza etme gayreti adeta genlerine işlemiş durumda… İçeriden ve dışarıdan yapılan tüm gayretlere rağmen değerlerimizin hâlâ aşındırılamaması bu gerçeği göstermiyor mu?

Not: Bu ilginç araştırmanın tamamını değerlendirmek isterseniz http://www.bianet.org/2006/09/27/85831.htm adresinden ulaşabilirsiniz...

Evimiz, ailemiz, sığınağımız…

1937'de yayına başlayan Ev-İş dergisi, sunum yazısında milliyetçi, cumhuriyetçi, inkılâpçı, halkçı, devletçi, laik bir rejim meydana getirildiği; bu rejimin temel bir dayanak noktası olması gerektiği ve bu noktanın da ev olduğu belirtilmekteydi. Dergiye göre rejim evden başlatılmamıştı; bu yüzden, eve inmek ve onu zamanın ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlemek gerekmekteydi.

1943'de toplanan Maarif Şûrâsındaysa Prof. Sadrettin Celal Antel bu yaklaşımı şöyle özetliyordu: "Aile bir zehirdir. İnkılâba muhalefet ruhu aileden geliyor."

(Kaynak: Bizim Aile dergisi, Ocak 1988.)

Toplum hayatının yapılan yeniliklerle tamamen değiştirilmeye çalışıldığı o yıllarda Bediüzzaman Hazretleri de hanımlar için bir Rehber kaleme alıyor ve kadınlar üzerine bir iki komitenin ifsat çalışmaları yaptığını ifade ediyordu. Ev yaşantısı, çocuk eğitimi, eşler arası iletişimin konuları da dahil olmak üzere kadın ve aileyi ilgilendiren daha bir çok konunun kulluk noktasından değerlendirildiği bu eserde Bediüzzaman Hazretleri, "İnsanın hususan Müslümanın tahassüngâhı ve bir nevi cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır" diyordu.

05.11.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

İdealin sevdasında huzur



Huzurun salıncağında salınan dünya yolcusu, varacağı menzili düşünür. Düşündükçe, yarınlara bağlanmış ümitleri ile muştu alır berrak fikirlerinden. Dest be dest bağlanır kalbî safiyetin muhabbetine.

Bir çıngırak gibi seslenir yanlış adımların sinyalleri. Bir avaks gibi uyarır, günah menziline giren iradesiz arzuların fay hattını. Depreme hazır bir yapının, güvenlik ve emniyet katsayılarını verir mühendis eline.

Bir gonca açılır, gül kokan temsilin asil yapraklarına. Bir fişek atılır, tetikleyen niyetin hedefe kilitlenmiş ânına. Bir dost alır sizi kendi yanına, candan kanına...

Sevdalara sevdalanan, sevdalıdır. Sevda; hamiyetin hışmına uğramamış yüreğin sev dalıdır. Bir çift sözün titrekliğidir. Bir hüznün mutluluk şarkısıdır;

“Kırmızı gül demet demet,

Sevda değil bir alâmet

Balam nenni yavrum neni…

Gitti gelmez o muhabbet,

Şol revanda balam kaldı.

Balam nenni yavrum neni…” diyen hasretin derdi, sevdayı aşmış sevdadır.

“Kırmızı gül her dem olmaz.

Yaralara merhem olmaz.

Balam nenni, yavrum nenni...

Ol tabipten derman gelmez.

Şol revanda balam kaldı.

Balam nenni, yavrum nenni…” çığlığında yaraya tuz basan, hekimden, derde devadan gayri reçetelerin anlamsızlığına sitem var sevda üstü sevdaya sevdalananların.

Burnunuzdan tüter mi sevdanız? Uykusuz kalır mısınız sevdanın düşleri ile uyanırken?

Düşlerinizle yatar mısınız? Sonra onunla kalkıp, can bedende dâim kalan enerji ile sevdanıza tutulur musunuz?

Anlaşılmadığınızda ümidin bestesini yapar mısınız? Kırık mızraptan kopmadan kendinizden kopmaya hazır mısınız? Sevdanız uğruna kendiniz olup kendinizden olmamaya vurgun musunuz?

Turnalar mı sizi heyecanlandırır, onlara ulaşmak mı? Onları hissetmek mi, yoksa avlamak mı?

Sevgileri yarına bıraktınız mı? Gelirleri unuttunuz mu? Yanlış anlaşılma riskini göze aldınız mı? Kendi vicdanınızda mutlu kaldınız mı? Yüreğinizle yandınız mı?

Bölük pörçük talepler listesiyle mi güldestenizi hazırladınız, yoksa desteden ve destekten vazgeçip güle bülbül mü oldunuz?

Figanınızı kalbinize gömüp şivan yapmadan, selden kütük kapmadan ve sebeplere tapmadan, istiğnanın dik başlı tevhid sevdasında müstağnî olmaya ne dersiniz?

Çatılmadan, atılmadan, katılmadan “güvenli bir yol” izlemek, sevdalı yüreklerin semtine uğrayamayacağı ayrı bir dünyadır. Birbirini anlamayacak iki kutup varsa, bu iki farklı semt sakinlerinin aynı mahallede kalma talihsizliği, sevdaya yüklenmiş eziyettir. Sevdayı doğrayan kasaptır, sevdasının cefasına güle oynaya koşanın çektiği ise azaptır.

Kasap et derdinde, koyun ise canına can katan hazmedilmiş süt derdinde. Biri kendi yerinde, diğeri dâvâ yükünün eğerinde.

Sevdalandıkça yaşlanan, yaşadıkça taşlanan, anladıkça haşlanan bir yürek, azmin ihlâsında sadece sevdanın yüküne talip sevdalılara sevdalanır.

“Kendim ettim kendim buldum.

Gül gibi sararıp soldum.

Eyvah eyvah...” diyen nedametin gıkı çıkmaz bu vadide. Katmerli sancıların esamesi okunmaz bu bedenlerde.

“Bilmez yar derdimi,

Kararan göz yaşlarım dinmez.

Eyvah eyvah...”

Acı alır ahuyu, sızı çeker yarayı, hüzün bağlar karayı… Sevda tutuşmadıkça, yanmadıkça ve kendine tutunmadıkça. Bir başkası alır sevdanın ahını, yıkar sevdanın şahını.

Yıkılan kalkar yerinden, düşe kalka yürür göz ferinden...

Puslu yola koyuldukça, önünü görmese de yürür, görse de yürür. Kendi yolunda ve huzurun kolunda. Sadece yürür. Ürüyen ürür.

O sadece yürür... Yürür... Yürür... İnandığı yolda... İdealinin sevdasında huzur vadilerine... Beka âlemine...

05.11.2006

E-Posta: [email protected]




Habip FİDAN

Allah varsa, yeter...



Çoğu zaman 21. yüzyılın baş döndürücü dönüşümü içinde açlık, sefalet, iki yüzlülük, katliâm, işkence, haksızlık ve benzeri modern(!) dünyanın ayıpları ortasında yaşayan insanlığın dramına hayatın kıyısından şahitlik etmek insana ıztıraptan öte bir şey vermiyor. Ve Hacı Bayram Veli misâli, “Nagihan (Ansızın) ol şara (şehre) vardım / Ol şarı yapılır gördüm / Ben dahi bile yapıldım / Taş u toprak arasında” mısraları dökülürken dilden, acı bir tat kalıyor damakta.

Elbette Hacı Bayram Veli söz konusu mısraları söylerken dış âlemde gördüklerinden yola çıkarak iç âleminin yaşadığı değişimi dile getirmek istemiş ve iyimser bir tavır takınmıştır. Nitekim mısraların devamında, “Ol şardan oklar atılır / Gelip ciğere batılır / Arifler sözü satılır / Ol şehrin bazaresinde” derken, yaşadıklarının zorluğuna rağmen âriflerin sözlerinin değer gördüğü bir “alışveriş” ortamında doğan memnuniyetini de ifade etmiştir. Oysa ne sağduyu, ne sevgi ne de saygının çokluk tarafından çoğu zaman pek de dikkate alınmadığı, acı ve nefretin yağdığı, gönül topraklarını çoraklaştırdığı bir asırda yaşarken, bir şehrin hem iç hem de dış görünüm açısından harabeye dönmeye yüz tuttuğunu gözlerken, hafakanlarla boğuşmak durumunda kalıyor insan.

Bazen Nef’i’nin, “Ben mucize sözler söyleyen bir papağanım, ne desem dünya ehlinin anlayacağı lâflardan değil. Felekle, dönemimle, dünyayla söyleşemem; içi saf değil” anlamında dediği, “Tuti-i mucizeguyem, ne desem lâf değil / Çerh ile söyleşemem âyinesi saf değil” beytini okuduğumda, ister istemez benliğimin her zerresinde hissederim söz konusu hafakanları. İyilik, güzellik, doğruluk, sevgi, saygı gibi manevî doyumun mihenk taşları bir bir sökülüyor yerinden. İşte bunu seyretmek ve onca çabaya rağmen, kalabalıklar hâlinde bir sel gibi anlamsızlık içinde yaşayıp yürüyen güruhları izlemek zorunda kalmak ve kenarda kalakalmak en onulmaz bir gönül yarası bırakıyor ruh âleminde.

İsrail gözünü kırpmadan kadınları taramış meselâ. ABD’nin işgal ettiği Irak’ta can pazarı yaşanmakta. Bilim ve kültür şehri olan Bağdat’la birlikte, âdeta bir devir batmakta. Afrika’da, Somali’de ve benzeri yerlerde açlıkla boğuşanlar insan muamelesinden uzak bir hayat yaşamakta. Okullarımızda şiddet giderek artmakta. Kapkaç, dolandırıcılık ve benzeri hırsızlık vak'aları sıradanlaşıp günlük hayatın fenomeni gibi algılanmakta. Alkol, sigara ve benzeri zararlı alışkanlıklar genç dimağları çepeçevre sarmakta, toplum dinamiklerinin temeline âdeta bir dinamit gibi sokulmakta. Söz ve davranışların ayrışıp âdeta tamamen “sözde hayat”ların hayat koridorlarımızda cirit attığı bir atmosfer oluşmakta.

Biliyorum, kelimelerle çok karamsar bir tablo çizdiğimin farkındayım. Hatta katran karası bir duygu âleminin varlığı da yok değil. Böylesi bir ortamda dünyevî anlamda sadece kendisine güvenip manevî bir dayanaktan mahrum bırakırsa kendisini, insan ve dolayısıyla insanlık huzuru bulamayacaktır. Bir de söz konusu Müslüman’sa, hele hele doğruyu eğriden ayırabilen, farkındalık bilincinde olan bir Müslüman’sa, hayatın bunca dağdağası arasında hakikî iman olmadan tam ve daimî bir huzurdan mahrum olacaktır. Tevfik Fikret gibi isyana düşebileceği gibi, Beşir Fuat gibi intihara kadar dahi gidebilir. Bunun ötesi ise Nietsche’dir. Yani gözyaşı ve çaresizlik içinde hiçlik girdabına düşmektir.

Sanırım Bediüzaman’ın, “İman hem nurdur, hem kuvvettir; hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir” sözü bu minvalde oldukça anlam kazanıyor. O iman ki teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül de iki cihan saadetini getirir. O iman ki, ateşi Hz. İbrahim’e serin, kuyuyu ve zindanı Hz. Yusuf’a selâmetli, örümcek ağıyla örülen Sevr dağındaki mağarayı Hz. Muhammed’e emniyetli kıldı. Bir düşünün bakalım; bugün bizler de bir nevî ateş, zindan, kuyu ve mağara türünden musibetlerle imtihan edilmiyor muyuz? O hâlde O’na dayanalım. Çünkü, “Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle huzuru bulur…”

05.11.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Felâketlerin mesajı



Son günlerde evvelâ depremlerle sarsıldık. Ardından, havanın bir anda bozmasıyla gelen şiddetli yağışların bazı yerlerde yol açtığı sel felâketinin şokunu yaşamaktayız.

Özellikle Güneydoğu gibi, bu tarz yağışlara hiç alışık olmayan bir bölgede, en az elli yıldır görülmemiş felâket tablolarının ortaya çıkması, hepimizi derin derin düşündürmeli.

Kâinatta hiçbir şeyin tesadüf olmadığına inanan Bediüzzaman, yer ve hava unsurlarındaki mutad dışı hareketlenmelerin de bize önemli ikaz mesajları veren sırlı hikmet tecellîleri taşıdığına dair izahlarda bulunuyor.

Bu izahlardan birini ihtiva eden bir mektup, Perşembe günü Lâhika sayfasında çıktı.

Havanın ve yerin, zelzele ve fırtına ile gazab-ı İlâhîyi haber verircesine “hiddet” ettiği durumların “umumî bir hata” neticesinde meydana geldiğini belirten Bediüzzaman, bu çeşit felâketler vuku bulduğunda şu suale cevap arıyormuş:

“Acaba yine İslâmiyet ve hakaik-ı imaniye zararına bir hatâ-yı umumî mi meydana geldi?” (Emirdağ Lâhikası, s. 301)

Felâkete dönüşen maddî fırtınaların elbette ki maddî sebepleri de var. Şiddetli depremlerde fay hattı üzerindeki çürük zeminlere dayanıksız binalar inşa etmenin ya da seller karşısında altyapı yetersizliği ve dere yatağına ev yapma gibi vahim hataların kayıpları arttırması, bu sebeplerden belli başlıları.

Ama aynı zaaf ve hatalar yine söz konusu olduğu halde deprem ve sellerin çoğu aynı tahribatı netice vermiyorsa, sadece maddî faktörlerle izahı mümkün olmayan bir durumla karşı karşıya bulunuyoruz demektir.

17 Ağustos depremi ve Güneydoğu’da en az elli yıldır görülmemiş son sel felâketi, bunun tipik örnekleri. 17 Ağustos’taki sarsıntının şiddetini 7.4 ve süresini 45 saniye olarak; sele dönüşen yağışların miktar, yoğunluk ve şiddetini de bu boyutlarda takdir eden İlâhî İrade, acaba hangi mesajları vermek istiyor?

İşte burada, felâketlerin manevî sebeplerini araştırmamız ve tahlil etmemiz gerekiyor.

Biz Yeni Asya olarak, 17 Ağustos depreminin, 28 Şubat sürecinde yapılan haksızlıkların yoğunlaştığı bir dönemde gerçekleşmiş olmasından hareketle, bu felâketi bir “İlâhî ikaz” olarak yorumladık ve bu sebeple üzerimize gelindi, mâlûm baskılara maruz kaldık.

Şimdilerde de, “Yeni bir 28 Şubat daha mı tezgâhlanıyor?” sualini akla getiren endişe verici işaretlerin belirdiği bir ortamdayız.

Marmara’nın, Ege’nin, Erzincan’ın, Bingöl’ün hafif hafif sarsılmaya başlaması ve aynı günlerde bütün Türkiye görülmemiş fırtınalarla, şiddetli yağışlarla tokatlanırken Güneydoğu’nun ve İstanbul’un bazı yerlerinin sel felâketine maruz kalması, acaba hangi manevî deprem ve fırtınaları haber veriyor?

Bu felâketlerle verilmek istenen mesajı âcilen doğru olarak okuyup, musibetlere karşı önleyici ve koruyucu sadaka hükmündeki manevî hizmetlere can simidi gibi yapışmamız ve adeta bir seferberlik anlayışı içerisinde bu hizmetlerde yoğunlaşmamız gerekiyor.

“Risale-i Nur vesile-i def’-i belâdır. Tatile uğradıkça belâ fırsat bulup gelir.” (a.g.e., s. 150)

05.11.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Ezanla dirilenler



Ezan Tevhid hakikatinin kâinata ilânıdır. Namaza, kurtuluşa davettir. Diriliş çağrısıdır.

Evet, bir diriliş çağrısıdır ezan. İnsanlar İslâmla mânen dirilmez, gerçek hayatı bulmazlar mı? Kur’ân bir âyetinde, “Ey îmân edenler! Peygamberiniz sizi din ve dünyanıza hayat verecek şeylere dâvet ettiğinde, Allah’a ve Resûlüne uyun”1 buyururken İslâmın hakikatlerinin ne kadar hayat verici hakikatler olduğunu bildiriyor.

Meşhurdur: Osmanlı döneminde bir Fransız konsolosu İstanbul Laleli’den geçerken yakıcı bir ezan sesini duyar duymaz faytonunu durdurmuş, sonuna kadar dinlemiş. Hani Müslüman olmaya da niyetlenmemiş değil. “Bir ikinci ezanı daha dinleyeyim de öyle Müslüman olurum” demiş. Ne var ki sonraki ezanda o güzel sesli müezzini bulamamış ve “Az kalsın Müslüman olacaktım, sağolasın müezzin, sayende dinimi kurtardım” demiş.

26.10.2006 tarihinde gazetemizde çıkan bir habere göre Antalya’da bir yıl boyunca 19’u bayan 24 yabancı uyruklu kişi Müslüman olmuş. Bunlardan bir kısmının ezandan etkilendikleri için Müslüman oldukları, İslâmiyeti seçenlerin önemli bölümünün Moldovyalı, Ukraynalı, Rus ve Almanlar olduğu kaydediliyordu.

Ezan asırlardır insanları hep etkileyedurmuş. Mahallemizin Mirac Cami imam-hatibi Ahmet Hocanın anlattığına göre 1970’li yıllarda görev yaptığı İstanbul Kumkapı’da bir Ermeninin ezan sesinden etkilenip Müslüman olmak için kendisine geldiğini, samîmî bir Müslüman olduğunu, o kadar ki birgün kiliseye gidip arkadaşlarını İslâma dâvet ettiğini, fakat tekme tokata hedef olmaktan kurtulmadığını anlatmıştı.

Bir ilginç olay da Taraklı’da öğretmenlik yaptığı yıllarda bizzat müşahede eden arkadaşımız Fethi Dik’ten. Bir sabah vakti Taraklılı Nevzat’ı uyku tutmaz. Namazla hiç ilgisi olmayan Nevzat, ezan ve ezan öncesi okunan kasidelerden etkilenir ve caminin yolunu tutar. Ama sarhoştur Nevzat. İçki kokusu cemaati rahatsız edecek boyutlardadır. İmam da, cemaat de bunu büyük bir anlayışla hazmetmesini bilirler. Nevzat o kadar aşk ve şevkle gelmiştir ki, o sene hacca gitmek için kolları sıvar, ama başvuru vakti geçmiş, kontenjanlar dolmuştur. Demek o kadar samimiyetle istemiş ki, o sene Taraklı’dan hacca gidecek birinin vefatı üzerine gitmek de nasip olmuş. Nevzat artık dinini yaşama gayreti içinde olan gayretli bir Müslümandır. Namazdan yarım saat kadar önce dükkânını kapatıp namaza koştuğunu herkes hayretle seyreder.

Ruhu kurtuluşa acıkmış insanlarda ezan işte böylesine etkili olabiliyor.

Dipnotlar:

1- Enfal Sûresi: 24.

05.11.2006

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Kurtuluş takvada



Dinimizde efdal olan öncelikle günahlardan, haramlardan sakınmak; ondan sonra da salih amel işlemektir. Ekserî âlimlerin görüş ve tavsiyeleri bu yöndedir, doğru ve kârlı olan da budur. Diğer bir ifade ile günahlardan kaçınmak, haramlara girmemek; yapacağımız ibadet ve taatlerimizden, işleyeceğimiz hayır ve hasenatlardan daha önemlidir, daha hayırlıdır.

Bu durumu Bediüzzaman “Def-i şer, celb-i nef’a râcihtir” sözüyle veciz bir şekilde ifade etmiştir. Yani her mü’minin ilk ve öncelikli vazifesi, günahları savuşturmak olmalı. Ondan sonra da salih amele yönelmeli.

Bu nevî bir dinî yaşantının diğer adı takvadır. Takvada esas olan, haramlardan şiddetle kaçınmaktır. Böyle bir tercih ve tesbitten, şöyle bir sonuç akla gelmemeli: ‘Günahlardan, haramlardan gereği şekilde sakınamayan bir mü’min, diğer ibadetlerini de yapmasın! Madem bilerek veya bilmeyerek mü’min günahlara ve haramlara giriyor, o zaman diğer ibadetleri yerine getirmenin bir anlamı ve faydası yoktur!’ Böyle bir sonuca varmak, böyle bir fetvayı çıkarmak tamamen yanlıştır. Çünkü beşer olmamız hasebiyle tamamen günah ve kusurlardan uzak bir hayatın içinde olmak hemen hemen mümkün değil. İnsan olarak, fıtratımızın bir gereği olarak, elbette bazı günahlarımız, hatalarımız, kusurlarımız olacak. Peygamberlerde ancak bulunan “ismet” sıfatından mahrum olmamızın bir sonucu olarak, bilerek veya bilmeyerek bazı günahlara girmemiz kaçınılmazdır. Bu durumda yapmamız gereken, derhal istiğfar ile Allah’a sığınmak, hata ve kusurlarımızda ısrar etmemektir.

Ama söz konusu, “takva” içinde bir hayat tarzını tercih olunca işin şekli değişiyor. Bu noktada artık mü’min dinî vecibeleri yerine getirmede ve haramlardan çekinme noktasında daha bir hassas, daha bir teyakkuz durumunda olması gerekiyor.

Takvayı ve amel-i salihi esas alan ve o çerçevedeki bir dinî yaşantıyı tercih eden her ehl-i din, farz ve vaciplerin ötesinde Sünnet-i Seniyyeleri, müstehapları da yapmanın gayretinde olur. Diğer taraftan da haramlardan şiddetle kaçındığı gibi, artık mekruhlardan ve diğer şüpheli şeylerden dahi kaçınmanın gayretinde olur.

Konumuzla alâkalı olarak Efendimizin (asm) şu tesbiti bize ışık tutuyor: “Helâl bellidir, haram da bellidir. Fakat bu ikisinin arasında şüpheli şeyler vardır” dedikten sonra devamında da şöyle buyuruyor: “Nasıl bir çoban, koruluğun kenarında koyun otlattığında, koyunlarının her an koruluğa girme ihtimali varsa, şüpheli şeylerden korunmayanın da harama düşme ihtimali öylece vardır.”

Görüldüğü gibi gayr-ı meşrû saha olarak da adlandırabileceğimiz “koruluğun”, bitişiğindeki alanı mekân olarak seçmek ve sürekli böylesi bir sahada dinî bir hayatı yaşamak, emniyetli bir tercih olmadığı gibi, haramlara girebilme açısından tehlikeli ve riskli bir bölge olduğu bellidir.

En doğrusu ve en sağlıklısı, günahlar ve haramlar bölgesine komşu olan, Efendimizin (asm) “koruluk” olarak adlandırdığı bu tehlikeli ve riskli bölgelerden uzak, daha emniyetli, daha güvenilir bölgelerde dinî hayatımızı yaşamayı devam ettirmenin gayretinde olmak.

“Koruluk” diye tavsif edilen, günah ve haramların komşusu bulunan bu alan, bu asırda daha da genişledi, daha da tevessü edip her tarafı kuşatma altına aldı. Ehl-i dinin yaşama alanını daraltan her an ve her mekânda, günah ve haramların bombardımanı altında bulunan mü’minlerin, bu tehlikelere karşı daha bir tedbirli ve dikkatli olmaları gerekir.

Açıkça görülüyor ki yarım yamalak bir inançla, taklidî olan bir imanla bu dehşetli asrın fitne, günah, haram ve seyyiâtlarına karşı direnip mukavemette bulunmak bir hayli zor. Bu zorlukları ve tehlikeleri gören Bediüzzaman “Risâle-i Nur şakirtleri, bu zamanda, en mühim vazifeleri, tahribâta ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir” diyerek kurtuluş çaremizin takvâda olduğunu haber veriyor.

Bediüzzaman bu önemli tavsiyenin devamında da “Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimâiyede, yüzer günah insana karşı geliyor; elbette takvâ ile ve niyet-i içtinab ile yüzer amel-i salih işlenmiş hükmündedir” buyurarak tehlikenin boyutunu ve kurtuluş reçetesini bizlere sunmuş oluyor.

05.11.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Ekonominin itici gücü: Zekâtın ihyası, faizin ifnası



İslâm’da alış-veriş helâl kılınmış, faiz yasaklanmıştır. Kur’ân’ın dilinde “fazlalık” demek olan “riba-faiz”, “ödünç verilen mal veya para karşılığında şer’an haram olan kârın, fazlalığın alınmasıdır” şeklinde târif edilir. Medine devrinde birkaç merhaleden sonra faizin her türlüsü yasaklandı: “Ey iman edenler! Faizi kat kat yemeyin. Ve Allah’tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz.”1 “Faiz yiyenler, kabirden ancak kendilerini şeytan çarpmış bir kişi gibi kalkarlar. Bunun sebebi onların, ‘Alış-veriş de faiz gibidir’ demeleridir. Halbuki Allah alış verişi helâl, faizi haram kılmıştır.”2

Resûl-i Ekrem de (asm) faiz hakkında, şu ibretli tesbiti yapmıştır: “Aralarında faizin fakirleştirdiği hiçbir topluluk yoktur ki, fakirliğe maruz kalmasın. Aralarında rüşvet yaygınlaşan hiçbir topluluk yoktur ki, korkuya maruz kalmasın.”3 Sanki günümüzdeki toplulukları tasvir etmektedir. Cemiyet olarak çektiğimiz fakr u zaruret, bunun açık delili değil mi? Şu hadis-i şerif de, bütün mü’minlere, hatta insanlığa “insan hakları” beyannamesi olan Veda Hutbesi’nden güzel bir örnektir:

“Ashabım! Biliniz ki, faizin her çeşidi kaldırılmıştır. Allah böyle hükmetmiştir. İlk kaldırdığım faiz de, Abdülmuttalibin oğlu (amcam) Abbas’ın faizidir. Lâkin ana paranız size aittir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız.”4 Demek faiz zulümdür, zulme uğramaktır. Zîrâ faiz, ekonomik hayatı allak-bullak eder. Bunun içindir ki, çağdaş Avrupa ekonomileri, faizi “sıfır”lamaya çalışıyor. Bediüzzaman’ın ifâdesiyle faiz, “Sen çalış, ben yiyeyim” felsefesini yaygınlaştırır. Gerek banka, gerekse bankerler vasıtasıyla toplanan küçük tasarruflara, cüz’î bir pay, “faiz” verilse de, onlar tarafından birkaç defa devir yoluyla çalıştırılmakta, başkasının sırtından kat kat kârlar elde edilmektedir. Para ile para kazanıldığından sanayi ve yatırımlar durmakta; bu arada, üretim düşmekte, pahalanmakta, bunun bedeli de tüketiciye yansıtılarak ödetilmektedir. İşte dehşetli bir zulüm! Yılların sanayicisi İshak Alaton, uyuşturucu bağımlılığı gibi bir hastalık olduğunu söylediği faizle ilgili, “Faiz müptelâsı yapıldım, kolay para kazanma bağımlısı oldum. Geçen günlerde yalnızca bir hafta sonu yüzde 360 ile bankada tuttuğumuz paradan Amerikalı bir yatırımcının bir yılda kazandığı kadar faiz kazandım”5 şeklindeki itirafıyla yukarıdaki bütün tesbitleri özetliyor!

Faiz, sermayenin tek elde toplanmasına sebep olur ve piyasa, umumun ihtiyaç ve taleplerine göre değil, sermayedarların hırs ve kanaatsizliğine göre teşekkül eder. Hırsın ve kanaatsizliğin bir sınırı da yoktur. Bu da, hem ticarî hayatı, hem ticarî ahlâkı zedeler. Faiz, zengini daha zengin, fakiri daha fakir ve küçük tasarrufçuyu, faiz müesseselerinin bir kölesi durumuna düşürmektedir. Bu, toplumun saadetini de yok etmektedir. Çünkü, hangi toplum olursa olsun, kendi standartlarına göre, fakir ve zengin tabakaları, orta hallileri vardır. Bunlar arasındaki manevî köprü ve irtibat, “zenginlerden yardım ve şefkat, fakirlerden hürmet ve duâ” sayesinde kurulmaktadır. Oysa faiz, “baskı, zulüm, kin ve nefret” tohumlarını yeşertmektedir.

Faiz, hazırcılığa alıştırır. İnsanları tembelleştirir. Çalışma, ticaret, alış-veriş şevkini kırar. İtimatları sarsar. San'at, ticaret gibi meşrû yolları dumura uğratır. Faize bulaşan insanların, borçlarını ödeyebilmek için, hangi gayr-i meşrû yollara baş vuracakları belli değildir. Ülkemizde, eskiden beri, faiz ve borçların yaygınlaşması ile, banker iflâsları, intiharlar, cinayetler, kumar ve fuhşun nice insanları mahvettiği, nice yuvaları yıktığı bilinen bir gerçektir.

Faiz insanî duyguları, yüce, ulvî hasletleri öldürür. Faiz, meşrû alış-verişe, birbirine emniyet ederek, ortaklaşmaya mani olduğundan ve tek kurtuluş yolu görüldüğünden, yasaklanan bir sisteme bel bağlanılmış demektir. Bu da, hakkı red, batılı tercih etmek mânâsına gelir. Bundan dolayı, “hak”ka karşı gizli bir düşmanlık da beslenmektedir.

Özetlersek, İslâm dinînin veya hukukunun ekonomik müesseseleri içinde, üzerinde en çok durulan ve durulması gereken iki ana konusu vardır ki, onlarsız İslâm ekonomisi düşünülemez. Bu iki konudan biri: Faizin yasaklanması, diğeri ise zekâtın farz kılınmasıdır.6 Şu halde, zekât vermek, faizden kaçmak, ekonomiyi güçlendirmek için kuvvetli bir imâna sahip olmak gerekir. Bunları da “siyasetle” değil, ancak “imân-Kur’ân” nurları ile gerçekleştirmek mümkündür.

Dipnotlar: 1- Kur’ân, Âl-i İmran, 130.; 2- Bakara, 275.; 3- Fethü’r-Rabbani, 15:70.; 4- Sire, 4.251.; 5- Zamansız Sözler, s. 198.; 6- Prof. Dr. Servet Armağan, Ana Hatlarıyla İslâm Ekonomisi, Timaş, İst, 1996, 3. bask., s. 12-13.

05.11.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Nikâh, nişanlılık, evlilik üzerine sorular



Kezban Tosun: “Ben nişanlıyım fakat nişanlımla aramızda dinî nikâhımız yok. Düğün tarihimizin yakın olmaması sebebiyle başvurduğumuz hocalar bizim nikâhımızı kıymayı uygun görmediler, bu durum hakkında ne söyleyebilirsiniz. Böyle bir durumda haram olan şeyler nelerdir?”

Metin Çağrı: “Ben şu anda nişanlıyım. Herhangi bir resmî veya dinî nikâh kıyılmadı. Ama ben nişanlımın elini tutuyorum. Ancak sürekli aklıma takılıyor, huzursuz oluyorum. Bu nişanlılığın ölçüsü nedir. Veya bu nişanlılık, dinî nikâh sayılır mı?”

Düğün tarihinizin uzak olması sebebiyle nişanlılık döneminde nikâh için acele etmemeniz isabetli bir davranıştır. Yoksa nikâh kıyılırsa her hangi bir anlaşmazlık halinde ayrılık da, barışmak da daha problemli hale gelecek, bu durum hem sizi, hem erkek tarafını daha çok yıpratacaktır.

Nişanlılık nikâh değildir ve erkeği kıza, kızı erkeğe helâl etmez. Erkek kıza, kız erkeğe nâmahremdir. Görüşmek ancak üçüncü şahısların bulunmasıyla mümkündür. Bu hassasiyeti delmemek gerekiyor. Birbirini tanımak adına daha ileri adımlar bu dönemde caiz olmaz. Bu dönem sabır dönemidir. Meşrû aşkın ve sevginin gıyâben yaşandığı dönemdir. Esasen dünyada mutlu bir geçim birliği, ahirette de ebedî bir arkadaşlığın temellerinin atıldığı bu dönemde yaşanılan yoğun gıyabî sevgi, sağlam evlilik temelinin önemli bir uzvu hükmünde değerlendirilmelidir.

***

Tuğba Hanım: “Nişanlıyken dinî nikâh kıyıldı. Sonra anlaşmazlık oldu ve ayrıldık. Şimdi inatla beni boşamıyor. Bunun hiç bir hükmü yok mu?.. Allah rızası için cevabınızı bekliyorum. Allah’a emanet olun.”

Nişanlılık döneminde nikâh kıydırmak sakıncalıdır dememizin sebebi işte budur. Taraflar evlilik sorumluluğunu taşımadan nikâh altına giriyorlar. Binek yükü taşımıyor. Evli olmayanlar nikâh yükünü ve sorumluluğunu taşıyamıyorlar. Haramlığın kalkması, nikâh için yeterli bir gerekçe değildir. Unutmayalım ki, haramlık kaygısı taşımak, değeri bilinmeyen nikâh taşımaktan daha efdaldır.

Yapacağınız şey, nişanlınızı boşamaya ikna etmektir. Fakat icbar etmeniz doğru değildir. Eğer nikâhlısı olduğunuz nişanlınız deli, akılsız, kayıp, zalim, aşırı geçimsiz biri ise mahkeme yolu ile boşanma hakkınız vardır. Fakat bu gerekçeler yoksa adam iradesiyle boşamadığı sürece siz adamın eşi hükmündesiniz. Çünkü siz onun “icabına”, yani sizi eş olarak alma talebine hür iradenizle “evet” demişsiniz ve onu eşliğe kabul etmişsiniz; o da sizin icabınıza evet demiştir. Şahitleriniz de vardır. Nikâhtır bu; bunun şakası yoktur.

O halde, bizce, bu nikâhı bozmaya değil, sürdürmeye gayret edin. Ama olmuyorsa, eşinizi buna ikna edin. O da mü’min insandır, medenî insandır; sizin mağdur ve mutsuz olmanızı her halde istemeyecektir.

***

Nuray Çelik: “Yeni doğan bebeğe dinimizce neler yapılır? Kulağına ne zaman ezan okunur? Doğunca hurma verilir mi? Kısacası yeni doğan bebeğin hükmü nedir?”

Yeni doğan çocuğun adı doğumun usûlen yedinci gününde sağ kulağına ezan okunarak verilir. Saçı kesilir. Kesilen saç ağırlığınca altın veya gümüşten sadaka verilir. Kezâ yeni doğan çocuk için varsa hurma ile ağzını tatlandırmak ve yedinci günde akika kurbanı kesmek sünnettir.

Akika kurbanı yedinci günden ergenlik çağına kadar kesilebilir. Bu kurbanın etinden, sahibi de yiyebilir. Akika kurbanı kesen sevap kazanır, kesmeyen ise günaha girmiş olmaz.

05.11.2006

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Kuzucuklar...



Koyunlar dağda karınlarını doyurup ağıllarına döndüklerinde yavruları onları dört gözle beklerler. Çünkü anneleri yediği otlarla onların karınlarını doyurmak için sütlerini toplamıştır. Yüzlerce koyun ağıllara geldiğinde kuzucukları hiç şaşırmadan birbirine benzeyen onca koyun arasında annelerini bulurlar… Annelik şefkati içinde olan koyunlar da bunu yaparlar…

İşte, geçtiğimiz günlerde bir okulun önünde kızlarım (Edanur ve Sena’nın) dersten çıkmasını beklerken âdeta bu manzarayı andıran bir görüntüyle karşılaştım.

Yer Ankara’nın merkezi Kızılay’a 4-5 kilometre uzaklıkta bir okul. Saat 17.30. Yani akşam namazı kılınmış ve hava iyice kararmış. Anneler, babalar, ablalar, ağabeyler, dedeler, nineler okulun zilinin çalmasını bekliyorlar. Okulun arka sokağı veya bir iki sokak ötesinden veliler, çocuklarını eve gelirken bir zarar görmemeleri için almaya gelmişler.

Çocuklarını beklerken kendi aralarında konuşuyorlar. Okul önünden kaçırılan, okula 500 metre uzaklıktaki bir parkta oynarken kaçırılan, insanlıktan nasibini almamış canilerin öldürüp aynı yere bırakılan çocuklardan bahsediyorlar. Okullardaki şiddet olaylarını anlatıyorlar. Okutup bugüne kadar getirdiklerini yavrularını koruma adına gelmişlerlerdi okul bahçesine …

Hava soğuk olduğu için çocuğunun hırkasını sıkı sıkıya kucaklamış bir anne… Bir başkası “Yağmur yağabilir” diye şemsiyesini getirmiş yavrusunun…

Saat 17.50 ve zil çalıyor. Başta bahsettiğim annelerini bekleyen kuzular gibi, annesinin bir tanesi yavrular da annelerini arıyorlar. Annesini bulanlar gülücükler atarak sarılıyor… Bulamayanlar tedirgin… Tıpkı, yavrusunu bulan veya bulamayan veli gibi… Öğretmenler de öğrencilerini tâ kapıya kadar uğurluyor… Velilerin çocuklarını almasından sonra ancak ayrılabiliyor oradan… Çünkü bu çocuklar kendisine emanet…

***

Bunları neden anlattığım anlaşılmıştır. Okullarda son yıllarda artan şiddet olayları velileri tedirgin ediyor. Okul ne kadar güvenli olsa da, yeteri kadar tedbir alınsa da, anne ve babalar çocuklarını güven içinde okula gönderemiyor.

Millî Eğitim Bakanlığının okullardaki “vak'a analiz formu” aracılığıyla tuttuğu istatistiklere göre, okullarda, geçen eğitim-öğretim yılının son 1,5 ayı ile bu eğitim yılında toplam 2 bin 474 olay meydana gelmiş. 6 bin 224 öğrencinin karıştığı olayların 9’u ölümle sonuçlanmış. İstatistiklere göre, fiziksel zarar veren şiddet: 814 olay, zorbalık, tehdit, sataşma: 491 olay, dedikodu, lâkap takma: 323 olay, eşyaya/mala zarar verme: 234 olay, okula silâh/kesici, delici alet getirme: 196 olay, çalma, gasp: 184 olay, alkol, uyuşturucu, ilâç kullanımı: 84 olay, cinsel taciz: 65 olay, ateşli, kesici, delici silahla yaralama: 47 olay, çete oluşturma/katılma: 27 olay, ateşli, kesici, delici silâhla ölümlü olay: 9 olay meydana geldi.

Bu arada Millî Eğitim Bakanlığı şiddeti önlemek amacıyla toplantılar yapıyor, çözüm önerileri ortaya koyuyor. Son olarak Bakan Hüseyin Çelik, şiddeti önlemede “5 T” formülünü ortaya attı. “Önce tesbit, sonra teşhis, ardından tedavisini yaparak takip, son alarak da halka tekmil…” Umarız başarılı olunur…

***

İşte bu tablo velileri tedirgin ediyor…

Bunların bir kısmı basına yansıyor. Ancak yansımayanlar da çoğunlukta…

Okullarda yaşanan şiddet olaylarının son bulması ve azalması amacıyla Millî Eğitim Bakanlığı, dolayısıyla öğretmenlere görevler düşerken, en büyük görevde ailelere düşüyor.

Aileler, çocuklarının oyun oynadığı arkadaşlarını iyi seçerken, televizyonlar ve bilgisayarlardaki şiddet içeren görüntülerden de çocuklarını korumaları gerekir. Çünkü bu görüntülerin çocuklarda kalıcı problemler oluşturduğunu uzmanlar söylüyor.

Burada büyük görevlerden birisi de, artık şiddeti tetiklediği kabul edilen televizyon dizilerini hazırlayan medyaya düşüyor. Şiddet içerikli dizilerin yanında, son günlerde artan “sihirli” televizyon dizilerinin zararlı olduğu artık herkesçe kabul ediliyor. Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK)’ün de bu programları denetleyip “gereğini” yapması önemli görevleri arasında olsa gerek…

Okullarda yaşanan şiddet, uyuşturucu kullanımı, sigara ve içki gibi kötü alışkanlıkların altında zararlı televizyon programları ve internet sitelerinin etkisi olduğu bir gerçek.

Anne ve babalarının kuzucuklarına güvenle kavuşmaları için herkese büyük görevler düşüyor. Çocuklarımızı millî ve manevî değerlerle, sosyal aktivitelerle, okuma alışkanlığı ile donatırsak bütün bu sorunların kalmayacağı görülecektir.

Herkes görevini tam mânâsıyla yaparsa kuzucuklar zarar görmez…

05.11.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Osman ve Ebu Dıraa



Osman, Bağdat’ın Azamiyye semti, Sefine mahallesinden. Sünnî olmasına rağmen bütün Iraklıların kahramanı. Kalkanın babası anlamına gelen Ebu Dıraa veya nam-ı diğer İsmail Lami ise Sadr semtinden ve ‘Sünnilerin katili ve Şiilerin kahramanı’ olarak biliniyor. Anlayacağınız, mezhebi değişik yöntemi aynı bir başka Zerkavi. Ölüm mangalarının en bilinen ve tanınmış liderlerinden birisi. İşte Irak’ta bu iki tez çatışıyor.

Osman, Ebu Dıraa veya Zerkavilerin panzehiri. Mezhepçiliğin bölünmeciliğe ulaşmış safhası olan taifiyye belasının sardığı ülkenin Osmanlara ihtiyacı var. Geçmişteki Şuubiyye hastalığının bir devamı olan taifiyye hastalığının bir fitne ateşine ihtiyacı vardı. Bu fitne ateşini ve kazanını besleyen husus ise suikastlar. Bu anlamda suikastlar fitne yakıtının ta kendisi. İşgalden beridir de bu fitne ateşini yakacak onca kıvılcım ve ateş yakıldı. Bunlardan birisi Blair’in şahsi dostu olan Ayetullah Hoi’nin oğlu Abdulmecid Hoi’nin İngiltere’den avdetinde 10 Nisan’da 2003 tarihinde Necef’te Hazreti Ali türbesinde bir suikasta kurban gitmesiydi. Bu suikasttan sonra Şii gruplar arasında veya mezhep içi bir çatışma beklentisi doğdu. Ama beklenen gerçekleşmedi ve sağduyu galip geldi. Bu badire kolay atlatılmıştı.

Ardından yine Necef’te uzun yıllar İran’da kaldıktan sonra işgal sonrası Irak’a dönen SCIRI Başkanı Bakır el Hakiym de bir bombalı suikasta kurban gitmişti. Bu da istenilen etkiyi pek sağlayamamıştı. Sağduyu her seferinde galip gelmişti. Aşura mevsiminde; Şubat 2004’te Necef ve Kerbela çeşitli saldırılara maruz kalmış ve yine de bu tahrikler istenilen neticeyi vermemişti. En sonunda, Samarra’da Hasan el Askeri Türbesine yapılan saldırı kimilerine göre ‘bardağı taşıran son damla’ olmuş ve sonuca ulaşmıştı. Bu saldırıları Sünni tekfircilerin yaptığı ileri sürülüyordu. Bundan sonra Sünnilerin camilerine ve sokaktaki Sünnilere yönelik bir sürek avı başlatıldı. Sivil, masum ayrımı yapılmadan sadece ismi Osman veya Ömer veya benzeri olanlar seçildi vetenkilden geçirildi. Şii kesimlerde Zerkavi adının yayılmasına paralel Sünnî kesimlere korku dalgaları salan ve yayan yeni bir ad daha ortaya çıktı: Ölüm mangaları. Aletlerin aletlere yönelmesi aletleri oynatanların yani şer orkestrasının şeflerinin en büyük hedefi ve hevesidir.

***

Bu tahrikler sonucunda Ayetullah Sistani gibilerin teskinleri de fayda vermez oldu. Kurallar aşılmış ve sokağın nabzını fiiliyat belirler olmuştu. Osman bu dönemin ateşini düşürenlerden. Ebu Rıdaa da ateşi tetikleyen ve körükleyenlerden. 30/31 Ağustos 2005 tarihine tekabül eden İmamlar Köprüsü Faciasında öldüğünde henüz çiçeği burnundaydı. 17’inci baharını yeni devirmişti. Yunus’un deyimiyle Şii kardeşlerini kurtarırken gök ekin gibi biçilmiş; kendisini Dicle’ye kurban vermişti. Kazimiyeye doğru yol alan kalabalıklar Eimme Köprüsü (İmamlar) üzerinden geçerken ‘Aramızda intihar bombacısı var’ şeklinde bir söylenti, kitleleri panikletmiş ve vaveylaya yolaçmıştı. Panik izdihama ve kargaşaya yol açmış ve bu izdihamda yaklaşık bin kişi hayatını kaybetmişti. Bu facianın zirvesinde Bağdat’ın kahramanı Osman vardı. Azamiyeli olarak komşusu ve kardeşleri olan Kazimiyelilerin imdadına yetişiyordu. Nehire düşenleri kurtarma ona düşmüştü. Daha önçe Aşure ziyaretlerinden birisinde yine boğulma tehlikesi geçirenleri o kurtarmıştı. O mezhep avcısı değil, insan fedaisi ve cankurtaranı idi. İşte 30/31 Ağustos tarihinde İmamlar Köprüsü Faciasında Dicle’ye düşenlerin imdadına Osman ve benzerleri yetişmişti. Osman altı kişiyi kurtardıktan ve kıyıya taşıdıktan sonra yedinci felaketzedeyi de kurtarmak için Dicle’ye daldığında nefesi yetmemiş ve kurtarılamayan diğerleri gibi boğulmuştu. Sonra Osman’ın cesedine ulaşıldı ve Azamiye de muazzam bir tören yapıldı. Bu Osman’ın geride bıraktığı mirastı. Şiiler ve Sünniler onu anmak için birararya gelmişler ve Osman’ın ruhu onları kaynaştırmıştı. İşte bu kaynaşmayı sağlamak ve birlik ve beraberliği temin için binlerce Osman gibi gönülleye ve fedaiye ihtiyaç var. Irak’ın ve onun ötesinde İslâm âleminin kurtuluşu buna bağlı.

***

Ebu Rıdaa’nın hikâyesi ise bambaşka. Osman cankurtaran ise o bir insan avcısı. Osman 17’sinde iken o otuzlu kırklı yaşlarında. Menhus bir ruhu temsil ediyor. Tam da işgalcilerin istediği bir ruh. Muhtemelen Londralı bir Yahudi olduğu söylenen Karındeşen Jack gibi bulunduğu şehri titretiyor. Karındeşen Jack’ın ünü Londra ve kadınları titretirken Ebu Rıdaa’nın adı ise Bağdat’ı ve Sünnileri titretiyor. Yöntemi basit. Ayrım gözeterek Sünnileri seçiyor ve seçtikten sonra ise ayrım gözetmeden kurbanları önce işkenceden geçiriyor, ardından da infaz ediyor. Yöntemi bu. Mehdi Ordusu namına çalıştığı söyleniyor. Mehdi Ordusuna göre ise kendi hesabına çalışan birisi. Yakayı ele vermemesinin nedeni görünmez hamileri olmalı. Kimse onlar? Milislerle irtibatlı olduğu söyleniyor. Bu milislerin bir kısmı Sadr’ın Mehdi Ordusu diğeri de SCIRI’nın Bedir Tugayları. En büyük tutkusu Tarık Haşimi gibi Sünni siyasetçileri kaçırmak ve infaz etmek. Sünnileri öldürmeyi bir nefs-i müdafaa yani misilleme olarak görüyor. Bağdat, onun Sünnileri nasıl kestiğine dair hikâyelerle çalkalanıyor. Bu Ömer isimlilerin kesildiği ve sonra konteynerlere boca edildiği bir misilleme biçimi. Kısa boylu, esmer ve cahil biri olarak tanınıyor. Eski bir balıkçı. Şiilere göre biraz eğitimli olsaymış lider olabilirmiş. Sünni Raid Abdusselam’a göre ise “Böyle bir suçlunun insanların kalbine korku salması doğal. Ama taraftarları Şiilerin cahil ve aptal kesimiyle sınırlı...” Belki biraz ferasetli ve eğitimli olsaydı veya en azından Osman gibi herkesi kapsayacak saf ve temiz bir yüreği olsaydı muhtemelen o da kendisi gibi bir sünni avcısı olmak yerine Osman gibi cankurtaran olmayı yeğlerdi.

05.11.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004