Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Murat ÇETİN

Konuşmalar, sessizlikler ve hiç üzerine



Bazen öyle dökülüverir ki kelimeler ağızdan, dinleyen kadar söyleyen de şaşırır. Söyleyen kadar masadaki saat, duvardaki takvim, kafeste her söylediğinizi ezberleyen papağan da hayret eder.

Zira bir şair titizliği vardır her kelimede. Sanki önceden hazırlanılmıştır. Günler geceler boyu düşünülmüştür. Yazılıp yazılıp silinmiş, onlarca kâğıt buruşturulup atılmıştır. Doğru kelime bulunana kadar kafa yorulmuştur.

Ama hayır, tüm bu “sanki”lere karşılık, her şey bir anda olmuştur. Sözler bir anda söylenmiştir. Cümleler süratle kurulmuş, paragraflar anında oluşmuştur.

Bu öyle bir “bardağı taşıran son damla”dır ki, asla akla gelmeyen kelimeleri seline kaptırıp, söyleyenin iki dudağı arasına sürüklemiştir.

O an orada kendisine “Yaz kızım” denilen bir kâtip, “record” tuşuna basılan bir kayıt cihazı, kayıtta bir kamera olmadığı, kimse not tutmadığı için tarihe geçmez o sözler. Ama öyle bir kazınır ki dinleyenlerin içine, hiçbir “delete” tuşu silemez onu.

Bazense öyle dökülüverir ki kelimeler ağızdan, bölük pörçük, yarım yamalak… Sanki “Doğru kelimeler bunlar, ama yerlerini bilmiyorum, anla işte” der gibidir.

Sözün değil, ama gramer kurallarının bittiği andır. Noktalar, virgüller, bağlaçlar, edatlar susar. Tek tek kelimeler, bir sözlükten dökülür gibi dağılır etrafa. “Biri gelse de hepsini toparlasa, düzgün bir cümle haline getirse” diye beklenir. Havada öyle bir bitkinlik, öyle bir boşvermişlik vardır, söze güven öylesine bitmiştir ki, kimse aldırmaz, ortada düzgün bir cümle olmadığına.

Bazen de, duruverir her şey gibi, sözler de. Bölük pörçük de olsa, yarım yamalak da olsa ortada tek bir kelime, tek bir hece bulamazsınız. Ne söylense boştur, ne söylense mevcut durumu karşılamamaktadır, ne söylense eksiktir.

Sanki tüm sözlüklere bakılmış ve tek bir kelime bile bulunamamıştır söylenecek. Yerdedir gözler, belki kırık dökük birkaç hece bulunur da bir kelime haline getirilir diye. Ama tüm bakınmalar boşunadır, yoktur öyle bir hece. Aslında her şeyi anlatan bir şey vardır orada: sessizlik. Kocaman kocaman anlatılmaktadır olup biten, hissedilen, kalbe hançer gibi saplanan, insanı yiyip bitiren, sessizlik tarafından. O, oranın en büyük şairi, en iyi hatibi, en yetenekli söz erbabıdır.

Bazense konuşulur konuşulur konuşulur… Ve yoktur geride kalan hiçbir şey. Özetlemek için bile bir kelime bulunamaz. Bir süpürge ve faraşla toplasanız ortada doluşan sözleri, sıksanız avcunuzda bir H, bir İ ve bir de Ç kalıverir.

Hiç…

16.11.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Reklâmcının sözleri



Dünyaca ünlü bir reklamcı şöyle diyor:

“Türk reklamlarını izlerken kendimi moron gibi hissettim!”

Moron... Yani aptal!

Kim bu reklamcı?

Saatchi&Saatchi’nin CEO’su Kevin Roberts...

Elbette Roberts’in bir kaç gün kalarak, Türk reklamcılığı konusunda fikir sahibi olması için henüz erken.

Ancak görünen köy, kılavuz istemez.

Bir reklamcı, meslektaşlarının hangi aşamada olduğunu da bilir.

Servet-i Fünun edebiyatçılarından Cenap Şahabettin’in sözleri şimdiki reklamcılar için söylenmiş adeta:

“Halk yalanla avutanı, hakikat ile korkutana tercih eder.”

SAPIKLAR KOL GEZİYOR

Amerikan NBC kanalında yayınlanan bir haber programı var: Dateline...

Büyük bir olayı açığa çıkardı geçenlerde.

Program yapımcıları önce Dallas’ın Murphy kentinde boş bir ev kiralıyor.

Daha sonra internetteki chat odalarına çocuk kılığında girerek sapık avına çıkıyorlar.

Doğum tarihleriyle çocuk olduklarını belli eden tuzakçılar daha sonra kurbanlarını tuzağa düşürdü.

Tam 4 gün sürüyor bu av...

Sonuç: Evin dört bir yanına yerleştirilen kameralarla izlenen sapıklar, yeterli “delil” elde edip eve baskın düzenliyor ve polisler tarafından kıskıvrak yakalanıyor.

Yaşları 23 ile 58 arasında değişen sapıkların arasında çeşitli meslek sahipleri var.

Mühendis, öğretmen ve hatta bir haham...

Söz verdiği halde eve gelmeyen bir savcı ise evine yapılan baskında polisi karşısında görünce intihar ediyor.

Dünyada buna benzer sapıklar tek tek yakalanmalı. En ağır ceza verilmeli.

Ülkemizde ise buna benzer sapıklar kol gezmeye başladı.

Hatta, Çocuk İstismarını ve İhmalini Önleme Derneği bile var...

Derneğin başkanı olan Doçent dr. Figen Şahin, çocuk istismarı ve ihmalinin dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi Türkiye için de önemli bir sorun olduğunu söylüyor.

Şahin, Türkiye’de her üç çocuktan birinin yaralanacak boyutta fiziksel istismara maruz kaldığını bile söylüyor:

“Türkiye’deki çeşitli araştırmalarda bölgesel farklılıklara göre cinsel istismar da yüzde 4 ile 37 olarak belirlenmiştir” diyor.

Peki bu rakamı neye dayanarak veriyor?

Gazi Üniversitesi Çocuk Koruma Merkezine son beş yılda yarısından fazlası cinsel istismar olmak üzere, istismara uğramış 2-16 yaş arasında 130 çocuğun getirilmesinden...

Bu çocukların çoğuna 6 ay kadar psikolojik tedavi uygulanıyormuş.

Ve: çocuk pornosu!

Şahin, Türkiye’de çocuk pornosu izlenme oranlarının yüksekliğine de dikkat çekiyor.

Şahin, “Türkiye’de çocuk pornosu izleme oranının yüksekliği ve küçük yaş gruplarındaki çocukların fuhuşta kullanılma oranının artması üzerine 71 ülkede çocuğun ticari sömürüsüne karşı çalışan ECPAT (End Chıld Prostıtutıon Chıld Pornography and Traffıckıng of Chıldren for Sexual Purposes), Türkiye’de de bir ağ kurma çalışması başlattı” dedi.

Örgütün İstanbul ve Diyarbakır’da bir ön araştırma yaptığını ifade eden Şahin, bu araştırmalara göre Türkiye’de de sorunun önemli boyutlarda olduğunun anlaşıldığını kaydediyor.

Korkunç ve vahim bir tablo bu.

Aileler, çocuklarını her zaman gözetim altında bulundurmalarının mümkün olmadığının altını çiziyorlar. Peki, çare? Çocukları manevî atmosferden koparmamak. Allah korkusu, Peygamber sevgisi aşılamak... Kalplerine yasakçı koymak.

Çok küçük yaşta dinî eğitim vermenin zaruri olduğu görülüyor. İleriki yaşa ertelenen “dinî bilgi verme”nin sakıncaları ortada. Bunun sancısını hep birlikte çekiyoruz.

16.11.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İlk hakikat dersi



Her doğan çocuk tertemiz olarak İslâm fıtratı üzere doğar. Eğitimlerine göre ya dinine bağlı, ya dinsiz, ya da başka dinlere mensup olarak yetiştirilirler. Buna Efendimiz (asm) bir hadis-i şeriflerinde şöyle dikkat çekerler: “Her çocuk fıtrat üzere doğar. Konuşmaya başlayıncaya kadar bu hal üzere devam eder. Sonra anne-babalarının tesiriyle Yahudi, Hıristiyan, Mecusi, v.s. olur.”1

İşte bu noktada İslâmî eğitimin, anne-babaya düşen görevin önemi ortaya çıkar. “İlk hakikat dersini annemden aldım” diyen Bediüzzaman sonra öğrendiklerini ona bina ettiğini belirtir. Çocukluğunda sağlam bilgiler almayan çocuğun geleceği karanlık demektir.

Anne-baba çocuğuna Allah’ını, Peygamberini, dinini, imanını küçük yaşlardayken verecektir. Çünkü ağaç yaşken eğilir. Bu yaşta öğrenilenler silinmez ömür boyunca. Çocuk, hayat kitabı, kılavuzu Kur’ân’la da bu yaşlarda tanışacak, ilk fırsatta öğrenecektir.

Bir Müslüman için temel eğitim mutlaka Kur’ân’la başlar. “En hayırlınız Kur’ân’ı öğrenen ve öğretenlerinizdir”2 buyurulmuyor mu?

Sadece Kur’ân’ı okumak değil, Kur’ân hakikatleriyle yoğrulmak gerekir.

Mazide İslâm dünyasının asırlarca ilimde, medeniyette, teknolojide öncü olmalarının sebebi işte bu eğitimdi. Kur’ân’ı anlama, ruha nüfuz ettirme ve onun ruhuna uygun hareket etme! Resûl-i Ekrem (asm), “Allah bu şanı yüce Kur’ân’a bağlı olan toplumları yükseltir. Ona sırt çevirenleri ise alçaltır”3 buyuruyor.

İbni Haldun, döneminde de İslâm dünyasında gerçekleştirilen bu eğitim ve önemine şöyle dikkat çeker:

“Çocuklara Kur’ân talim etmek dinin şeâirinden bir şiârdır. O yüzden Müslümanlar bunu esas alarak, bütün beldelerinde yaygın olarak Kur’ân eğitimi yapmışlardır. Çünkü Kur’ân âyetlerine ve hadislere dayanan İslâm ve imanın kalplerde kökleşmesi herşeyden önce bu şiâra bağlıdır. Onun için Kur’ân öğretimi esas hâline gelmiş olup, daha sonra hâsıl olan melekeler bu esas üzerine bina edilmiştir. Bunun sebebi şudur: Küçüklerin eğitimi çok daha köklü olup daha sonraki yaşlarda eğitim ve öğretime temel teşkil eder. Çünkü kalpler ve zihinler diğer melekelerin temelidir. Üzerine bina edilen şeyin tarzı ve durumu, temele bağlıdır.”4

Demek Kur’ân’la temel atılmış oluyor.

Tabiî ki bununla yetinilmeyecek. Bir taraftan Kur’ân ilimleriyle vicdan, diğer taraftan fen ilimleriyle akıl, fikir aydınlatılacaktır.

Dipnotlar: 1. Buhârî, Cenâiz: 80.z 2. Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân: 21; Ebû Davud, Vitr: 14. 3. Müslim, Müsafirîn: 269; İbni Mace, Mukaddime: 16. 4. Aile, s. 24.

16.11.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Biyomimetik, biyomimikri ve Risâle-i Nur- 1



Biyomimetik, biyomimikri tabiattaki modelleri inceleyip bu tasarımları taklit ederek veya bunlardan ilham alarak insanların ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan bilim dallarıdır. Biyomimetik, kâinatta bulunan sistemlerden taklit edilerek yapılan âletleri, mekanizma ve sistemleri ifade eden bir tâbirdir. Örnek alınarak yapılan âletlere, özellikle nanoteknoloji, robot teknolojisi, yapay zekâ (AI), tıbbî endüstri ve askerî donanım gibi alanlarda kullanılmak için gerek duyulmaktadır.

Biyomimikri, ilk defa Montanalı bir yazar ve bilim gözlemcisi olan Janine M. Benyus tarafından ortaya atılmış bir kavram. Türkçe karşılığı “biyotaklit”tir. Biyomimikri hakkında yapılan yorumlardan biri şöyledir: “Biyomimikrinin ana teması doğadan model, ölçü ve akıl olarak öğrenecek çok şeyimiz olduğudur. Bu araştırmacıların ortak noktası, tabiattaki tasarıma saygı göstermeleri ve insanların karşılaştıkları problemlerin çözümünde bunları kullanarak ilham almalarıdır.”

Ürün kalitesini ve verimini artırmada tabiattan faydalanan şirketlerden biri olan Interface’in ürün stratejisti David Oakley de biyotaklit konusunda şunları söyler: “Tabiat, benim iş ve tasarım konularında akıl hocam, yaşam tarzım için bir model. Biyotaklit, doğadan öğrenmenin bir yoludur.”

Bediüzzaman Said Nursî ise, biyomimetik, biyomimikri ilim dallarını belki bir asır sene önce keşfetmiş, kullanmış. Ancak, o teknikten ziyade sosyal ve manevî açılardan konuşturur varlıkları. Risâle-i Nur’da baştan sona esir, enerji boyutları, zerreler (atomlar), hücreler, uzuvlar, bitkiler, unsurlar (hava, toprak, su, ateş), hayvanlar, yıldızlar, samanyolları tümüyle konuşturulmakta, işlevlerinden anlamlar çıkarılarak örnekler sunulmaktadır. Meselâ Bediüzzaman’a;

“Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?” diye sorar mahkeme.

“Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman, şimdiki gibi, hâlî (boş) bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum. Ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten, taneleri karıncalara veriyorum.”1

“Meselâ, meşhur bülbül kuşu; gülün aşkıyla mâruf o hayvancığı, Fâtır-ı Hakîm istihdam ediyor. Beş gaye için onu istimâl ediyor:

“• Birincisi: Hayvanât kabîleleri nâmına, nebâtât tâifelerine karşı olan münâsebât-ı şedîdeyi ilâna memurdur.

“• İkincisi: Rahmân’ın rızka muhtaç misafirleri hükmünde olan hayvanât tarafından bir hatib-i Rabbânîdir ki, Rezzâk-ı Kerîm tarafından gönderilen hediyeleri alkışlamakla ve ilân-ı sürur etmekle muvazzaftır.

“• Üçüncüsü: Ebnâ-i cinsine imdad için gönderilen nebâtâta karşı hüsn-ü istikbâli herkesin başında izhâr etmektir.

“• Dördüncüsü: Nev-i hayvanâtın nebâtâta derece-i aşka vâsıl olan şiddet-i ihtiyacını nebâtâtın güzel yüzlerine karşı mübârek başları üstünde beyân etmektir.

“• Beşincisi: Mâlikü’l-Mülk-ü Zülcelâli ve’l-Cemâli ve’l-İkram’ın bârgâh-ı merhametine en latîf bir tesbihi, en latîf bir şevk içinde, gül gibi en latîf bir yüzde takdim etmektir.

“İşte, şu beş gàyeler gibi başka mânâlar da vardır. Şu mânâlar ve şu gàyeler, bülbülün Hak Sübhânehü ve Teâlânın hesâbına ettiği amelin gàyesidir. Bülbül kendi diliyle konuşur. Biz şu mânâları onun hazin sözlerinden fehmediyoruz. Melâike ve ruhâniyâtın fehmettikleri gibi kendisi kendi nağamâtının mânâsını tamamen bilmese de fehmimize zarar vermez. ‘Dinleyen söyleyenden daha iyi anlar’ meşhurdur. Hem, bülbül şu gàyeleri tafsilâtıyla bilmemesinden, olmamasına delâlet etmiyor. Lâakal, saat gibi sana evkatını (vakitleri) bildirir; kendisi bilmiyor ne yapıyor. Bilmemesi senin bildiğine zarar vermez.”2

Dipnotlar: 1. Şuâlar, s. 317.; 2. Sözler, s. 319.

16.11.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Hiç duâ bilmeyen nasıl namaz kılar?



Mete Han: “Hiç duâ bilmeyen ve öğrenemeyen nasıl namaz kılar? Sadece Sübhâneke, Fatiha, Fil Sûresi, Nas Sûresi, Ettahıyyatü, Rabbenâ Âtinâ ve Rabbena’ğ-firlî ile namaz kılınır mı? Başka duâ okunmalı mı?”

Namaz, Allah’a kulluğumuzdur. Bu kulluğu en bilgisiz bile elbette gösterebilir. Ne var ki, insan ne kadar bilinçsiz ve yabanî olursa olsun, namazı çok rahat öğrenebilir ve çok rahat kılabilir. Namaz kılmaya bilgisizlik engel değildir. Çünkü İslâmiyet namazı insanın özel şartlarına kadar indirgemiş ve kolaylaştırmıştır.

Çünkü İslâmiyet’te esasen zorluk yoktur. İslâmiyet’in tüm emir ve tekliflerine kolaylık nüfuz etmiştir. Çünkü İslâmiyet rahmet dinidir. Çünkü Allah Ğafûr ve Rahîm’dir.1 Çünkü Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) “Âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir.”2 Çünkü İslâmiyet tüm dünya insanını kucaklamakta, tüm bölgelerin halklarını muhatap almaktadır. Çünkü insan—farkında olsun veya olmasın—rahmete ve mağfirete ekmekten, sudan ve havadan daha çok muhtaçtır. İnsan acizdir. İnsan zayıftır. İnsan fakirdir. İnsan günahkârdır.

İslâmiyet’e yeni giren veya ibadete yeni başlayan bir Müslüman, ilk plânda namazın on iki farzını öğrenir ve hemen ilk vakitte uygulamaya başlar. Yani namazın farzları arasında bulunan temizliği, gusül abdesti ve namaz abdesti almayı, üstünü, başını ve namaz kıldığı yeri temiz tutmayı ve tahareti birinci plânda öğrenir. Namazı vakti içinde kıbleye dönerek kılacağını öğrenir. Bunlar zor şeyler değildir ve namazın farzlarındandır.

Sonra hemen ilk fırsatta Fatiha Sûresini öğrenir. Fakat Fatiha Sûresini öğrenme süreci içerisinde namaz vakti girmişse namazını ihmal etmez; kılar. Bu durumda namazını şöyle kılar:

Dört mezhebe göre, bu durumda kişi Kur’ân-ı Kerim’den Fatiha’ya denk her hangi bir âyet biliyor ise Fatiha yerine okur; yalnızca kısa bir âyet biliyor ise bildiği âyeti Fatiha Sûresi kadar tekrar eder. Nitekim Cenâb-ı Hak; “O halde Kur’ân’dan kolay geleni okuyun”3 buyurmuştur. Peygamber Efendimiz de (asm): “Namaza kalktığın zaman abdestini tam al; sonra kıbleye dön; sonra da Kur’ân’dan sana kolay geleni oku”4 buyurmuştur.

Bunu da yapmaya şimdilik güç yetiremeyen kimse, Fatiha Sûresi okuma süresi kadar içinden “Allah… Allah… Allah… Allah…” der. Bunu da bilmiyor ise kıyamda Fatiha Sûresi okuyabilecek kadar bekleyip susar, tefekkür eder. Veya Fatiha’yı öğreninceye kadar namazda bir imama uyar; uyacak imam bulamayan kimse ise, iftitah tekbiri ile rükû arasında bir süre bekler. Bu süre içinde Allah’ı zikretmesi, yani içinden “Allah... Allah...” demesi iyi olur.

Fatiha Sûresinden sonra Ettahıyyâtü’yü öğrenir. Daha sonra zamm-ı sûre olarak okuyabileceği kısa sûreleri öğrenir. Daha sonra ise namazın diğer duâ, zikir, tekbir ve tesbihlerini öğrenir.

Fakat bu süreçlerin hiçbir yerinde namazı geciktirmeye meydan vermez. Duâ, zikir, tekbir ve tesbihleri yerli yerince bilmese de namazını kılar. Şöyle kılar:

1- Mümkünse bir imama uyar. Bir imama uyması halinde hiçbir şey okumasına gerek kalmaz.

2- Bir imama uyma imkânı yoksa kendisi Allah rızası için namaz kılmaya niyet eder, başlangıç tekbirini alır, kıyamda durur, kıraatini yukarıda ifade ettiğimiz şekillerden biriyle yapar, rükû yapar, secde yapar, teşehhüt miktarı (Ettahıyyâtü’yü okuyacak kadar) oturur.

3- Bu hareketlerin içinde yer alan tesbih, tekbir, duâ ve zikirleri bilmese de bu hareketleri yapar; bu duâları ise bilâhare öğrendikçe okumaya başlar. Öğrendikçe namazını kemale erdirir.

4- Yeni öğrenen birisinin, eksikleriyle beraber kıldığı bu namaz, inşallah salihlerin namazından yazılır.

Allah kabul etsin.

Dipnotlar:

1- Zümer Sûresi, 39/53

2- Enbiyâ Sûresi: 107

3- Müzemmil Sûresi, 73/20

4- Buhârî, Vüdû’, 29

16.11.2006

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Bir sonbahar



“Külli âtin karîb” diye bir hakikat var. Yani “Her gelecek yakındır”

İlkbahar o kadar şiir ve edebiyat dünyasına adını yazmış ise, sonbaharda hüzün şiirleri ve ebebiyat tekerlemeleri kaydedilmiştir.

Sonbahar hüzündür, bir yaprak dökümüdür.

Sonbahar birçok şeye anılar serdetmiştir.

İkindi vaktine, Son Peygamber’e (asm), insanın son demlerine işaret eder. Hayatın onca acı ve tatlı anlarını bir bir hatıra getirerek, derinden derine bir ah çektirir.

Sonbahar, bir de “âhir zaman” anlarını hatırlatır. Yani “son asırlar”... İnsan nasıl ki doğar, nasıl ki yaşar ve sonunda hayatı sona erer; kâinat da öyle. Onun da takdir edilmiş bir ömrü vardır. O da ölecektir. Yıldızlar, gezegenler, galaksiler bir bir dağılacak ve parçalanacaktır.

Bir sonbahardır. Nice ilkbaharları tadan ve zevk alanların bir sonbahar ile buluşmaları muhakkaktır.

Sonbahar ebedî yok oluş ve kayboluş zamanı da değildir. Her kıştan sonra bir bahar, her sonbahardan sonra da tekrar bir taze baharın gelmesi kat’îdir.

Her insanın sonbaharını taze ve şirin bir bahara dönüştürmesi kendi elindedir. Bediüzzaman Hazretleri bu mânâyı bakın ne güzel tasvir etmiştir: “Bütün firaklardan gelen feryadlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır” Bâkî kalmak, yok olmamak, yaptıklarının zayi olmasını istememek her insanın en önemli arzusudur. İşte Bediüzzaman Hazretleri, bütün ayrılıklardan gelen feryatların, bâkî kalma aşkından gelen istek ve arzunun neticesi olduğunu dile getirmektedir.

Ayrılık acıdır, ayrılık yakıcıdır, ayrılık hicrandır.

Ayrılığın en korkuncu bir daha bulaşamama endişesidir.

Yoksa kavuşmaya engel olmayan sonbaharların hiçbir mahzuru yoktur dünyamızda.

Ben sonbaharı da sevdim. Onun yere düşen sarı yapraklarını da.

Sonbahar olmasa kıştan bahara yol gelmez.

Şükür ki biz yok olmayacağız. Baharda tekrar dirileceğiz.

16.11.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

İttifak projesi



Kavramın mucidi olması hasebiyle Huntington’ın ismiyle anılan “medeniyetler çatışması” tezine alternatif olarak ortaya atılan ve BM Genel Sekreterinin Türkiye ile İspanya’ya ihale ettiği “medeniyetler ittifakı” projesi için İstanbul’da yeni bir start verildi.

Gerçi bu konuda işin özüne dair esaslı itiraz ve eleştiriler var. Meselâ, medeniyetler çatışması tabirinin de, buna karşı geliştirilmek istenen medeniyetler ittifakı kavramının da yanlış olduğu yönünde görüşler seslendiriliyor.

Aynı şekilde, dünyada bir dinler çatışmasının söz konusu olmadığı da ifade ediliyor.

Nitekim Annan “Çatışmaların temelinde din değil, siyaset var” diyerek bunu söyledi.

Zaten, mesele derin ve anlaşılması zor entellektüel tartışmalar içinde kaybolmaktan kurtarılıp pratiğe yönelik pragmatik bir zemine taşındığında ulaşılacak sonuç da bu.

Aslında Annan’ın bu sözü yeni ve orijinal bir mesaj içermiyor.

Şimdiye kadar hem onun, hem de başkalarının ağzından defalarca sâdır olmuş, bilinen bir tesbitin yeniden tekrarından ibaret.

Aynı şeyi, İstanbul buluşmasında açıklanan “Akil Adamlar Raporu”ndaki görüş, tesbit ve teklifler için de ifade etmek yanlış olmaz.

Gerek söz konusu raporda, gerekse İstanbul buluşmasında yapılan konuşmalarda yeni herhangi birşey yok. Buna karşılık, raporun “durum tesbiti” bölümünde İslâm dünyasının iç sorunlarını tesbit babında sıralanan maddelerde, BOP bağlamında dile getirilen ve Devlet Bakanı Mehmet Aydın’ın söylemlerinde de gözlenen birtakım kritik ve kuşku uyandırıcı ifadelere yer verildiği gözleniyor.

Namus cinayetlerinin ve kadına baskı yapılmasının dinin gereği olarak takdim edildiği iddiası gibi. Gerçekte böyle birşey var mı?

Teklifler bölümünde, “aşırılığa karşı” alınacak tedbirlerden birinin, “dinci veya laik” bütün gruplara siyasete katılma imkânının verilmesi olarak ifade edilmesi ise, özellikle dinî gruplara yönelik “siyasallaştırma” tuzağını çağrıştıran bir husus olarak dikkat çekiyor.

Raporun, işsizliğe karşı gençlik istihdam projeleri geliştirilmesi gibi önerileri de şu ortamda realiteyle bağının kurulması zor entellektüel fanteziler olmaktan öteye gidemiyor.

Tabiî, her halükârda bu tür buluşmaların faydadan hâlî olduğu söylenemez. Ancak ulaşılması gereken yüksek idealleri, parlak ve gösterişli sunumlarla, ama içini boşaltarak harcayıp en azından geciktirme gibi çok ciddî riskleri içerdikleri de gözardı edilmemeli.

Bu çerçevede, söz gelişi raporda önemle vurgulanan Filistin meselesinin çözümü için samimî, güçlü ve gerçekçi yeni bir adım atılmadığı takdirde, söylenenler bilinenlerin bıktırıcı ve bezdirici bir tekrarından ibaret kalır.

Aynı şekilde, lâfa gelince Türkiye’nin AB üyeliğinin medeniyetler ittifakını sağlayacak en önemli olay olduğundan dem vururken, fiiliyatta AB için kılını dahi kıpırdatmaz hale gelen bir tavır ne kadar inandırıcı olabilir?

İstanbul, 2002 Şubat’ında AB-İKÖ Ortak Forumuna ev sahipliği yapmıştı. Ama arkası gelmedi ve beş yıl sonra hatırlayan bile yok

Son buluşmanın âkıbeti de öyle olmasın...

16.11.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

MHP’nin kurultayla imtihanı



O zamanki adı Milliyetçi Çalışma Partisiydi. Strazburg Caddesinde mütevazı bir binada faaliyet gösteriyorlardı.

Olumlu olumsuz yönleriyle, kimine göre katil, kimine göre başbuğ olan, ama karizmatik bir kişiliği olduğu şüphe götürmeyen Türkeş’in liderliğinde kaldıkları yerden devam ediyorlardı.

MHP Genel Merkezinin şık ve modern mimarisi ile bir holding merkezini andıran binasına girerken bunları düşündüm.

Devlet Bahçeli’nin basın toplantısı vardı.

Sabah Ümit Özdağ’ın basınla kahvaltısı, bir saat sonra ise Devlet Bahçeli’nin basın toplantısı olunca, Pazar günkü kurultay öncesinde MHP’nin nabzını tutma açısından büyük bir fırsattı.

MHP genel merkezine adım attığınızda kendini hissettiren bir sertlik var. Önceden bu yer yer kabalık şekline dönüşebiliyordu. Sanki basın düşman kuvvet. Bahçeli ile birlikte MHP daha kentli bir parti haline dönüştü. Medenî münasebetlerde eskiyle kıyaslanmayacak ölçüde bir seviye söz konusu. Bu yüzden Bahçeli’nin basın toplantısı yaptığı salonun önceden partililer tarafından doldurulması ya da açıklamalarının yer yer alkışlanmasını çok fazla önemsemedik.

Hafta sonu MHP’nin büyük kurultayı var.

Bu kurultay, sonuçları itibariyle seçimlerde MHP’nin oy oranını etkileyecek kadar önemli gelişmelere sahne olacak.

Çünkü Bahçeli ile birlikte MHP, vurdulu kırdılı bir parti görünümünden kurtulma çabasında.

Ümit Özdağ’ın adaylığı sebebiyle kongre öncesinde başlayan ve tehlikeli bir şekilde tırmanan gerilim, kongre salonuna ne ölçüde yansıyacak. Cevabı merak edilen en önemli soru bu.

Ümit Özdağ aday olduğunu ve adaylığı karşısında panikleyen Devlet Bahçeli’nin terör estirdiğini savundu.

Devlet Bahçeli ise Özdağ’ın ismini dahi telâffuz etmedi, “o adam” diye tanımladığı Özdağ’ın MHP’nin üyesi dahi olmadığını savundu. Yetinmedi, karanlık ilişkileri olan bir şahsın MHP’ye giremeyeceğini belirtti.

Bahçeli’nin basın toplantısından sonra parti yöneticileri kendi aralarında, “Artık onun adı o adam. İsmini vermek yok” diye konuşuyorlardı.

Seçimlere giderken MHP bıçak sırtı bir durumda. Bahçeli anayasayı değiştirecek ölçüde bir tek başına iktidardan söz etti, ancak durum öyle değil. Şu aşamada barajı aşıp aşmama arasında gidip geliyor. Ancak son kamuoyu yoklamalarına dikkat edin, hızla yükselen bir parti var.

Şu anda kararsızların oranı başka bir deyişle kararsızlar partisi AKP’nin oy oranını aşmak üzere. 3 Kasım 2002 seçimlerinden önce, “Hiçbiri Partisi” yani hiçbiri seçeneği tüm partilerden önde gözüküyordu. O bir hırsı, mevcut partilere ders verme arzusunu ifade ediyordu. Öyle de oldu.

Kararsızların oranının artması ise kitlelerin AKP ile aralarına soru işareti koymaya başladığını ve bir arayışa çıktıklarını işaret ediyor.

MHP ve DYP’nin baraj sorunu için bu aşamada diyorum. Henüz tam olarak seçim ortamına girilmedi. Seçim ortamına girilene kadar geçen sürede seçmen partileri göz ucuyla izleyecek. Seçim sath-ı mailine girildikten sonra ise tercihini netleştirmek üzere partileri sıkı bir şekilde takip edecek.

Çok önemli bir nokta daha. Kararsızların eğilimleri bu aşamada AKP değil, daha çok DYP ve MHP’yi işaret ediyor.

Bu yüzden MHP kurultayı çok önemli. “İllegalite ilân edilen” kavgalı kurultaylar Ümit Özdağ’dan ziyade seçmenin MHP hakkındaki kanaatini etkileyecek.

Konjonktür çok müsait olmasına rağmen Ülkücü Gençliği sokağa sürüp, birilerine meze yapmak yerine onların elinden silahı alıp, bilgisayar vermeyi hedefleyen Devlet Bahçeli ülkenin geleceği açısından çok önemli bir iş yaptı. Ancak siyasetçi her gün yeni bir sınavdan geçiyor. Her gün yeni bir elekten eleniyor.

Hafta sonu yapılacak olan Kurultay’da bu açıdan Bahçeli’nin MHP’sinin test edilmesi açısından önemli olacak.

Siyasetin seçimle imtihan olduğu, siyasetçilerin de seçmene güven terazisinde tartıldığı, kritik bir döneme giriyoruz.

16.11.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Geliyorum diyen tehlike



Yanlışlarda ısrar ede ede, maalesef uçuruma doğru sürükleniyoruz. Pek çok dünya ülkesine göre ‘iyi’ olan sosyal göstergelerimiz var elbette, ancak zamanla bu göstergelerin ‘kötü’ olmayacağının garantisi yok.

İçki, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklar sıralamasında Avrupa ülkelerine göre ‘iyi’ sayılabilecek bir durumdayız. Aile yapımız da, şükürler olsun ki, onlar kadar kötü değil. Ancak mevcut durumumuzun kalıcı olacağını düşünmeyelim. Çünkü içerde ve dışarıda çöreklenmiş ‘ifsat komiteleri’ cemiyetin temel direği olan ‘aile’yi tahrip etmeye çalışıyor.

Her şeyi maddede arayan ‘zengin dünya ülkeleri’nin geldiği noktayı hatırlatan bir haberde şu bilgiler yer alıyor: “Avrupa’da çöplerden çıkan ölü bebek sayısındaki artış endişe verici boyutlara ulaştı. Çare olarak 12. yüzyıldan kalma bir geleneğe sarılan Avrupalılar, hastane önlerine özel bebek kutuları yerleştiriyor. Uygulamaya göre belirli hastanelerin önlerine yerleştirilen ‘Babyklappe’ adlı kapaklı kutulara ‘istenmeyen’ bebekleri anneleri yerleştiriyor. (...) İlk olarak Almanya’nın büyük şehirlerinden Hamburg’un Altona semtinde 2000 yılında kurulan düzenek, zamanla diğer şehirlere de yayılmış. Babyklappe’lerin sayısı şu an Almanya genelinde 41 şehirde 80’e ulaşmış durumda. Söz konusu düzenekten Avusturya’da 8, İsviçre’de bir adet bulunuyor.” (Zaman, 14 Kasım 2006)

Bir ‘anne’nin evladını ‘çöpe atması’ akla gelebilir miydi? İşte, ‘mim’siz medeniyetin insanlığı getirdiği nokta. Akla gelmeyen şeyler, artık başa geliyor. ‘Türkiye’de bugün itibarıyla böyle bir felâket yaşanmıyor diyerek’ belki sevinebiliriz. Ancak yarın böyle felâketlerin Türkiye’de de yaşanmayacağını kim söyleyebilir?

Böyle felâketlere kapı açmamanın çaresi elbette var. Ancak dinden, İslâmdan korkularak bu çarelerin uygulanması mümkün değildir. Fertlere doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu anlatıp gösteremezsek, bu ve belki de daha katmerli felâketlerin ülkemizde de yaşanmasını beklemeliyiz.

Türkiye için de tehlike çanları çalıyor, ancak “Türkiye’yi idare edenler” bu sesleri duymamayı tercih ediyorlar. Meselâ, okullarımız şimdilik Avrupa’ya nisbetle ‘sakin.’ Ancak uzmanlar, ‘bugünden tedbir alınmazsa, gelecekte aynen Amerika’da olduğu gibi okul girişlerinde ‘silâh kontrolü’ yapacak hale geliriz’ diyor. Nitekim, İstanbul’daki bir lisede nöbetçi öğrencilerin ‘cop’la görev yaptığını yakın zamanda gazete haberlerinden öğrendik.

Türkiye’de geçen yıl her gün ortalama bin 336 suç işlenirken, bu yılın 9 ayında bu rakam 2 bin 191’e yüksemiş. Müstehcenlikle ilgili suçlarda ise artış oranı yüzde 300 olmuş. (AA, 14 Kasım 2006)

“Büyük gazete”lerin birinci ve son sayfalarını işgal eden müstehcen yayınlar bu şekilde devam ederse, bu oranın gelecek yıl yüzde 500 artmayacağını kim garanti edebilir?

Yanlış yolda ilerlemekten vazgeçip, bilinen doğru tedavileri uygulayalım. 7’den 70’e herkese din eğitimi verelim, vermek isteyenleri engellemeyelim ve bu bataklığa saplanmayalım. Aksi halde telafisi imkânsız bir fatura ödemek durumunda kalırız ki, Türkiye böyle bir fatura ödemeye mahkûm edilmemelidir.

16.11.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Medeniyetler ittifakı



2004 yılında, 190’dan fazla insanın ölümüyle sonuçlanan Madrid’deki bombalı saldırılar, terörün tırmanan yeni boyutuydu. 11 Eylül’ün Batıyı saran korku duvarları yükselmeye devam ediyordu. Bundan hareketle “Medeniyetler çatışması” tezine dayanak arayanlar, öcü gösterdikleri İslâm ile terörü beraber zikretmekten çekinmediler.

Buna, Batı dünyasının kibir ve aşağılayıcı tutum ile yaklaşımları da eklenince, nefretten beslenen anarşinin küreselleşmesi kolaylaştı. Güçlü ekonomileri yöneterek ve dünya pazarını elinde tutarak siyasî çeteye dönüşmüş Batı hükümetleri, fakir toplumları tehdit ettikçe, bunun karşısına dikilen grupların radikalleşme süreci de hızlandı.

İslâm toplumlarında çoğu kendi halkının inisiyatifinden ziyade dünyadaki hakim gücün etki alanında tutunan hükümetler ise demokratik zemini göstermelik tutup, ülke kaynaklarını adaletli paylaşma iradesinden uzaklaştılar.

ABD’nin, İslâm dünyasına İsrail’in Filistin’e ve Lübnan’a yaptığı işgal üzerinden gözdağı verdiği ve Ortadoğuda acımasızca katliamların yaşandığı cehennemi bir ortamın müsebbibi olarak refiki İngiltere ile dolaplar çevirdiği bir gerilim yaşanıyor. Bu gerilimler, dünyayı yeni bir çatışmanın tam ortasına itti. Dünyayı saran çatışma kültürü, iki büyük dinin mensuplarını, Hıristiyanlık ve İslâmiyet eksenlerinde sürtüşmeye götürürken, radikalizmin de dini istismar eden söylem alanına katkı sağladı. Batıda ve İslâm dünyasında bu fanatizmi tahrik eden âlimler de bu işin cabası. En son, Papa bile siyasî bir üslupla Müslümanları rencide etti.

Böyle bir dönemde, İspanya Başbakanı Jose Luis Rodriguez Zapatero, Madrid olaylarından sonra Eylül 2004’te Birleşmiş Milletler genel kurulunda yaptığı konuşmada, medeniyetler ittifakını gündeme getirdi. Kasım 2003’te İstanbul’da meydana gelen bombalı intihar saldırılarından da 60’tan fazla kişinin öldüğü dikkate alınırsa, İspanya ve Türkiye medeniyetleri buluşturacak bir projenin doğu ve batı temsilcileri olmaya uygundular.

“İslâm ve batı toplumları arasında saygı ve diyalogu arttırma amaçlı Medeniyetler İttifakı” girişiminin ilk toplantısı, iki ülke başbakanları düzeyinde 27 Kasım 2005’te yapıldı.

Zapatero, ilk toplantının açılış konuşmasında, “Medeniyetler İttifakı, dünyanın herhangi bir yerinde ve her türlü çarpık argümanı kullanarak nefret ve hoşgörüsüzlüğü yaymaya çalışanlarla mücadele etme amaçlı bir çabadır. Doğuyla Batı dünyaları arasında giderek genişleyen uçuruma engel olmalıyız” diyordu.

Başbakan Tayyip Erdoğan ise, “Medeniyetler arasındaki anlayış eksikliği büyük bir handikaptır ve aşırılık yanlılığı, hoşgörüsüzlük ve terörizme dönüşmektedir. Buna son vermek bunun için bu kadar önemlidir” tespitinde bulunmuştu.

Kurulan üst düzey akiller grubuna, eski UNESCO Genel Direktörü Frederico Mayor ile Devlet Bakanı Mehmet Aydın’ın eş başkanlık etmesi kararlaştırıldı. Grubun içinde İran eski Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi gibi reformistlerle Güney Afrikalı Patrik Desmont, Fransa eski Dışişleri Bakanı Hubert Vedrine gibi şahsiyetler de var.

BM öncülüğünde diğer bir çok ülkenin de destek verdiği bu girişim, henüz siyasî sonuçları itibariyle bir etkinlik ortaya koyacak düzeyde ve olgunlukta değil. Ancak, akademik temelli ve akil insanların ortaya koyacağı sağduyuya dayalı bir çerçevenin dünya birliği için ortaya konması da önemli bir safhadır.

Nitekim yapılan toplantılar ve görüşmeler bir metne dökülebildi. Girişim, “ete kemiğe bürünme” noktasına doğru gelişiyor.

Bunun meyvesi olarak, bu hafta başında İstanbul’da dördüncü yüksek düzeyli grup toplantısı yapıldı. İspanya ve Türkiye Başbakanları ile Kofi Annan’a birlikte âkiller grubunun raporu sunuldu.

Bunlar, şüphesiz çok güzel gelişmeler. Yahudileri ülkelerinden kovan İspanya ile onları kabul eden Osmanlı’dan miras Türkiye, dünyayı saran İsrail merkezli ve ABD destekli fitne ocaklarına karşı da inşallah bu tarihî tecrübelerini kullanacaklardır.

Annan’ın, BM’nin sabıkalı durumuna rağmen “Problem dinlerde değil, sembollerle savaşı çıkarmak isteyenlerde” demesi yerinde bir ifadeydi. Bediüzzaman’ın tespitiyle dinin istismara açılması, siyasette kullanılması ve iktidar aracı yapılması, en çok dine ve dindarlara zarar vermiştir.

Bunun evrensel ölçekte anlaşılır olması, ilmî zeminde âkil insanların meşruiyet arayışı ve barış elçilerinin savaş çetelerine karşı bu entelektüel çıkışı, zamanla daha iyi neticeler verecektir.

Takdire şayan bu girişimde Türkiye’nin anahtar rolü ve Erdoğan’ın gayreti siyasî akıntılara kapılmadan devam ederse, İslâm medeniyetinin anlaşılmasına ciddi katkı yapacaktır. Zihinlerdeki kör düğümleri çözecektir. Bu girişimi tebrik ediyoruz.

16.11.2006

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Çankaya yokuşu



Çankaya yokuşu oraya çıkacakları her daim yormuştur. Bir-ikisi müstesna Köşke çıkış, Köşke çıkanlar için hayli zahmetli, tartışmalı ve münazaalı olmuştur. Ancak asıl yorulan, sarsılan, dengeleri değiştiği için yıpranan daha çok millet ve ülke olmuştur.

İhtilâl dönemlerinde el değiştirmesi, el değiştirme dönemlerinde ihtilâllerin olması veya gündeme gelmesi, sosyal ve ekonomik çalkantılara yol açması, rejim meselesi ve rejimin neredeyse namusu meselesi haline getirilmesi cumhurbaşkanlığına yürüme sürecinin ne kadar netameli, müşkül ve mayınlarla dolu bir yolda yürümek demek olduğunu artık herkes fark etti.

Görev süresinin dolmasına yakın halihazırdaki cumhurbaşkanlarının çok manidar mesajlarla dolu konuşmalar ve imalarda bulunması da işin çabası. Adeta gerilim ve korku dolu bir filmin ürperti verici müziği gibi psikolojik etki yapmakta. Filmin akışına kendini kaptırdığından en ufak bir sesten bile korkup ürken seyircinin pozisyonu gibi sanki.

Sayın başbakanın “Cumhurbaşkanını bu Meclis seçecektir. Meclis dışından seçmek Meclise hakarettir” demecini vermesinden sonra ortalık “laiklik” kahramanlarından geçilmez olduysa, bir takım yazarların “Çankaya yokuşunda otururuz” salvoları başladıysa, yıllardır birleşmeyen sol partilere “iş, güç, enerji” birliği hedefleri empoze edilmeye başladıysa ve “Rejim tehlikede, lâiklik elden gidiyor!” sloganları attırılıyorsa, artık gözlerin dört değil, beş açılması gerekiyor diye düşünüyoruz. Son olarak AKP genel kongresindeki söylemler ve yeni liste ve yeni isimlerin “Tayyip Çankaya’ya, Gül başbakanlığa” şeklinde yorumlanması artık sonu pek de kesin olmayan azimetin startını işaretliyor gibi.

Sayın Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanlığı yolunda dengeleri iyi okumadan, yoldaki virajları yol haritasında tam belirlemeden ve bu işin takvimindeki belirli gün ve haftaları dikkate almadan “destur” demişe benziyor.

Sayın Erdoğan “cumhurbaşkanının bu Meclisten çıkmamasının Meclise hakaret olduğu” görüşünü belirtmekle daha ilk elde yanlışa kapı açmıştır. Cumhurbaşkanı Meclis dışından da seçilebilir ve bunun Meclise hakaretle hiç de alakası yoktur. Pekala her kesimden takdir gören bir sivil ve uygun bulunan bir bürokrat da Meclis dışından seçilebilir. Hukuka uygun, Meclisin iradesine dayanarak seçildikten sonra niçin olmasın?

İkinci elde sayın başbakan cumhurbaşkanlığı yolunda seçilecek kişinin mutlaka Meclisten çıkacağı açıklamasını yaparak kendi kendine bir alan daraltması oluşturmuştur. Böylece rakiplerine, muhaliflerine—her kimselerse—manevra kolaylığı sağlamıştır. Çünkü mecliste, AKP dışındaki bir partiden cumhurbaşkanı adayı seçilemeyecektir. 350 küsurluk AKP milletvekilleri içinde de şartları tutmayan ve adaylığı düşünülmeyen büyük çoğunluk da elenirse geriye aday olma ihtimali milletvekili sayısı, bir elin parmakları sayısına inecektir. Bu da şu demektir ki, adaylığı muhtemel bu siyasiler, 2007 Mayıs’ına kadar yıpratılma, sansasyonel haberlerle harcanma taktiğinde açık hedef durumunda kalacaklardır. Buna Tayyip Erdoğan da dahildir elbette ki.

Cumhurbaşkanlığı seçiminin akabinde genel seçimlerin yaklaşması, AB sürecindeki duraksamalar, ekonomideki tereddütler, CHP başta olmak üzere sol parti ve kuruluşların “laiklik aşkına” içerden ve dışardan ittifaka zorlanmaları ve sayın Abdullah Gül’ün halef olarak başbakan ve genel başkanlığa soyunma aşamasında parti içi bazı dengelerin çalkantılarla bozulma ihtimalleri ve dahi ucu taa dışarıdaki mahfillerden üflenecek sürpriz gelişmeler hesaba alındığında sayın Erdoğan’ın mayınlarla döşeli Çankaya yokuşunda çok, ama çok zorlanacağı, onunla birlikte ülkenin de hayli bitkin düşeceği uzak ihtimal değildir.

Bu zorlu tırmanış sonucunda dileriz demokrasi, hukuk, millet ve memleket kazanır.

16.11.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Başörtüsü ve laik detente



Başörtüsü meselesi giderek millî güvenliği tehdit eder bir boyut kazanıyor. Dindarlar bu süreçte devlete yabancılaşmakla karşı karşıya kalıyorlar. Bunun da tek çözüm şekli var. Tabiî hakların önündeki görünmez ve aynı zamanda hukukî olmayan bariyerleri kaldırmak. Türkiye’nin dışarıda manevra alanını kapatan en büyük tıkanma noktalarından birisi budur. Başörtüsü sadece içeride devletin ve mağdurelerin manevra alanını kapatmakla kalmıyor aynı zamanda Türkiye’nin dışarıdaki stratejik fırsatlarını da öldürüyor. Türkiye başörtüsü gibi yasakları çözse dışarıdaki imajı düzelecek ve mükemmel bir model haline gelecek. İçte ve dışta saygınlık uyandıracak. Sadece başörtüsü mağdurelerinin değil, aynı zamanda Arapların ve İslâm âleminin Türkiye’ye yabancılaşmasının önündeki engellerden birisi ve en önemlisi böylece ortadan kalkacak. Türkiye ileride Ortadoğu denkleminde daha aktif roller almak istediğinde başörtüsü yasağıyla gölgelenmiş imajının esiri olmayacaktır. Yabancılaşmayı kırarak, üzerinden atarak ve silkelenmiş vaziyette; hamle ruhunu kuşanmış ve kazanmış olarak yeniden sahneye çıkacaktır.

Dinî sembol ve ritüellere veya öz değerlerine yabancılaşması Türkiye’nin içte ve dışta bahtını karartıyor. Bu böşürtüsü yasağı aslında Türkiye’nin güzelliklerini örten görünmez bir şal. Zaman zaman Arap arkadaşlarla da konuştuğumuzda öyle söylüyorlar. Dolayısıyla bu engeli aşmamız için de gerekli bir ön vize.

Başörtüsü yasağı, Türkiye için içeride ve sadece İslâm âleminde değil aynı zamanda Batı’da da bir kilit. Graham Fuller’in dediği gibi yasakta boynuz kulağı geçti ve Türkiye yasakta jakobenizmin kalesi olan Fransa’ya öncü oldu ve örnek teşkil eder hale geldi. Batı’daki yasak kapsamının gelişmesinden de maaelesef yine bir yere kadar Türkiye modeli sorumludur. Yasak için onu referans gösteriyorlar. İslami kuralları ve umdeleri yasaklamak için bir İslam ülkesi olan Türkiye’yi örnek gösteriyorlar. Binaenaleyh,Türkiye’nin yasağı Batı’da göçmenlerle evsahibi ülkeler arasındaki uyumu da zorlaştırıyor ve Türkiye’nin yasağı onlar için de bir sosyolojik kilit, kutuplaşma ve gerilim unsuru haline geliyor. Türkiye’nin yasağı Gordiom’un düğümüne döndü.

***

Türkiye’nin yasağının tesir ve yansımaları sadece Türkiye’de kalmıyor sınırlar ötesine taşıyor. Bu anlamda İran, başörtüsü yasağından dolayı üniversiteye gidemeyen başörtülü kızlara çağrıda bulunarak üniversitelerinin kapısının ardına kadar kendilerine açık olduğunu duyurdu. İstismardır, değildir veya bu çağrı birilerini kızdırmış olabilir. Ama çağrının nedeni ne yazık ki Türkiye’nin mühim bir gerçeği. Bunu görmezlikten gelmenin sonuçlarından birisi yabancı ülkelerin davetiyesine davetiye çıkarmaktır. Ve gerçekten de Avusturya gibi ülkeler başörtüsüyle eğitime müsaade ederken mezhebi ve meşrebi ne olursa olsun bir İslâm ülkesinin bu yöndeki bir çağrısına kızmak tutarlı olamaz. Bu noktada çözüm İran’ın çağrılarına karşı çıkmak veya itiraz etmek değil, meseleyi kendi içinde ve bağlamında çözmektir. Bunu yaptığımızda, Türkiye’nin kendisini aşan bir cazibe odağı haline gelecektir. O günler pek uzakta mı bilemiyorum, ama yasak sadece başörtülülere değil devlete de sıkıntı veriyor ve sıkıntıya düşürüyor. Manevra alanını kapattığı gibi, dar alanda siyaset yapmasına neden oluyor.

***

Tahran’ın karşı kutbu olan ABD yönetimi adına bile Türk kadınların başörtüsüne sahip çıkanlar var. ABD’de Müslümanların pek rahat oldukları söylenemez. Bununla birlikte onlar bile görünen bir yaramıza parmak basıyorlarsa; bizim bu bahaneyi ortadan kaldırmamız gerekir. Amerikan yönetimi hem nalına, hem mıhına vuruyor. Neoconlara göre başörtüsü fenomeninin yaygınlık kesbetmesi İslamofaşizmin yaygınlaşması anlamına gelebilir. Ama yine de bu, kimi Amerikalı yetkililerin karşımıza bu yasakla çıkmamızı engellemiyor. Nitekim, ABD Dışişleri Bakanlığının uluslararası dini özgürlükler temsilcisi John Hanford, Washington’un, Türkiye’de kadınların başörtüsü takma hakkını desteklediğini söyledi.

Dini özgürlükler konusunda brifing veren Hanford, Türkiye’ye değinirken, “Biz, Fransa’da ve Türkiye’de, kadınların başörtüsü takmayı seçme hakkını savunduk” diye konuşmuştur. Hanford, ABD’nin, bütün inançlara mensup insanların dini özgürlüklerine ilişkin uluslararası çerçevede tanınmış haklarının korunması ilkesine bağlı olduğunu hatırlatarak sözlerini şöyle ikmal etmiştir: “Dünyanın değişik bölgelerindeki ülkelerle ilişkilerimizde, herhangi bir hükümetin benimsediği İslâmî gelenek veya yorumdan bağımsız olarak, bütün İslâmî geleneklere mensup Müslümanların dini özgürlüğünün korunması için çok çalışıyoruz. Barışçı ibadetin, tacize, kısıtlamalara veya kovuşturmaya uğraması kabul edilemez ve sonuçta bunlar, aşırılığın ve şiddetin artmasına yarar..”

Günümüzde dünyanın iki şeye ihtiyacı var. Dinler ve inançlar arasında detente yani yumuşama ilkesine veya siyasetine. Diğeri de, laik sistemlerin dine veya zıddından Taliban gibi dini rejimlerin de laik kesimlere yumuşaması. Kim ne derse desin dünyayı sulh ve sükun atmosferine taşıyacak ve huzur diyarına çevirecek tek reçete budur.

16.11.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Ecevit ve Nurcular



Bediüzzaman Said Nursî'nin Van'dan alınarak Batı Anadolu'ya sürgün edildiği aynı sene içinde (1925) dünyaya gelen Bülent Ecevit'in, adına kısaca "Nurculuk" denilen cereyanla yıldızı hiç, ama hiç barışmadı.

Ömrü boyunca Nursî'ye de, Nurculuğa da hep muhalif, hatta zaman zaman düşmanca bir duruş sergiledi.

Meselâ, "Deprem bir İlâhî ikazdır" sözleriyle inancını ifade eden Yeni Asya gazetesi imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular hakkında aynen şunları söyledi: "Bu ilkel bir düşüncedir; kınıyorum."

Ecevit'in "Nurcular" hakkındaki bu "ikircikli" tavrının sebebi gayet derece açıktı: 1999 seçimlerinde partisine oy verip destekleyenleri savunurken, fikren ve siyaseten kendisine muhalif gördüğü kesimi ise, hiç çekinmeden kınıyordu.

Doğrusunu söylemek gerekirse, gerçek Ecevit "Nurcuları kınayan" ve her fırsatta onları eleştiren Ecevit'tir. Bunun dışındaki tavrını ise, ancak "takkıyeci Ecevit" sıfatıyla açıklamak mümkün.

Bir ibret vesikası olarak...

Bu konuya tekrar değinmemizin elbette ki önemli bir sebebi var. Sebebi, Ecevit'in aşağıda okuyacağınız "Nurcular ve iktidar" başlıklı bir yazısı.

Değerli arkadaşımız Abdülkadir Menek'in bulup bize gönderdiği bu yazı, 12 Ocak 1960 tarihli Ulus gazetesinde yayınlandı.

O tarihte CHP milletvekili olan Ecevit, aynı zamanda Ulus gazetesinin de "iki numaralı" yazarıydı. (Birincisi Y. K. Karaosmanoğlu.)

Ecevit, Nurcularla ilgili bu yazısının özellikle 2. paragrafında, kabir kapısında bekleyen (iki buçuk ay sonra vefat eden) Bediüzzaman Said Nursî'ye yüzde yüz yalan, yanlış ve mesnetsiz gerekçelerle, haksızca ve hatta vicdansızca saldırarak, bir dizi iftira ve karalamalarda bulunuyor.

Bir yandan da Demokratlarla Nurcuların arasını açmaya, hatta onları birbirine düşürmeye çalışan Ecevit'in bu emeli, o zaman değil, ama, yaklaşık 39 sene sonra (1999 seçimleri) bir derece tahakkuk ettiği söylenebilir.

Her ne ise... Şimdi, Bülent Ecevit'in Said Nursî ve Nurculuk hakkında ömrü boyunca hiç değişmeyen ve aslında gerçek yüzünü yansıtan söz konusu yazısıyla sizleri başbaşa bırakıyoruz.

Nurcular ve iktidar

Bülent Ecevit

Devrim düşmanlığına, gerici hareketlere karşı uyanıklık, Demokrat Parti iktidarını gözle görülür ölçüde rahatsız etmektedir. Böyle uyanıklık belirtileri karşısında, iktidar ileri gelenleri ve sözcüleri, sorumlu hükümet adamları, en sert tepkileri göstermektedirler. Aydın gençliğin, devrimleri koruyucu teşebbüslerine, mitinglerine engel olan iktidar, devrimler üzerinde gösterilen hassasiyeti protesto etmek isteyenlerin miting müracaatlarına ise derhal müspet cevap verilmekte, belki de böyle müracaatları teşvik bile etmektedir. Demokrat Parti iktidarının, Cumhuriyet devrimlerine karşı cephe almadığına, gerici hareketlerle birlik olmadığına inanmak artık elde midir?

Bir Said-i Nursî vardır: Maddî varlığını maşallah, sarık ve şemsiye altında ve lüks otomobil karoserilerinde gizleyerek ulûhiyete ermeğe çalışan bu kimsenin dinî görüşleri, Kur’ân yorumları bazılarınca değer taşıyabilir; ama bu görüş ve yorumlarını yayarken, kànunların yasak ettiği yollara başvurduğu, siyasî maksatlar güttüğü, dini siyasete âlet ettiği, memlekette 31 Mart Vakasından beri türlü örnekleri görülen tehlikeli tahriklerde bulunduğu, hattâ yurt dışından da kuvvet alarak rejim değiştirmeğe çalıştığı, üstelik bu yöndeki çalışmaları sırasında devletin adliye cihazına ve emniyet kuvvetlerine açıktan meydan okuduğu, kendi bastırıp dağıttığı yazılı vesikaları ile ortadadır.

Buna rağmen, DP iktidarı, İstanbul Üniversitesindeki Said-i Nursî müridi öğrencilerin gerici eğilimlerini açığa vurmak uğrunda kànunları ihlâl etmelerine kayıtsız kalabilmek için elinden geleni yapmakta, onların şehir içinde "Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kànunu"na aykırı davranışlarına mümkün olduğu kadar göz yummağa çalışmaktadır. Fakat, birkaç gün sonra, aynı İstanbul Üniversitesindeki Atatürk’ün devrimlere bekçilik öğüdünü, medenî ve demokratik usûllerle yerine getirmek isteyen devrimci gençleri, demokrasiyle asla bağdaşamayacak bir polis idaresinin sıkı baskısı altına almakta, onların miting müracaatını reddettiği gibi, üniversite bahçesindeki masum bir toplantılarını da, üniversite bağımsızlığını hiçe sayarak dağıttırmaktadır.

Gerçi bazı iktidar liderlerinin artık Nurculuk hareketinden korkmağa, bu hareketin kendi siyasî nüfuzlarını da kıracak bir ölçüye vardığından kaygı duymağa başladıkları görülüyor. Ama, bu hareketin kendisinin mi, yoksa bu harekete karşı alınacak gerçekten müessir tedbirlerin mi, gerilik eğilimlerinden başka pek az dayanağı kalmış Demokrat Parti için daha tehlikeli olacağına henüz karar verememiş oldukları da anlaşılıyor. Bu arada meseleye, memleket menfaatlerinin ne yolda davranmayı gerektirdiği açısından da baktıklarını gösterir bir belirti henüz ortada yoktur.

O yüzden, öyle bir çelişme ve kararsızlık içine düşmüşlerdir ki, bir yandan dolaplarında Nurculuk risâleleri bulunan gençler hakkında kovuşturma yapıldığı, öte yandan o risâleleri yazan kimsenin memlekette geniş bir propaganda gezisine çıktığı haberleri, iktidar organı gazetelerde yanyana yayınlanmaktadır. Üzerlerinde Risâle-i Nur taşıyanlar yer yer tevkif edilirken, aynı Risâle-i Nur, Demokrat Parti iktidarının desteklediği, yer yer parasız dağıttığı, DP Ocak binalarının kapılarına yapıştırdığı bir gazetede (Hür Adam) tefrika edilmektedir.

Bu durumda, ortada iki ihtimal vardır. Demokrat Parti, ya Said-i Nursî ile ve onun adamları ile hâlâ işbirliği yapmakta, aldığı bazı tesirsiz tedbirler kamuflajdan öteye gitmemekte, ya da Said-i Nursî’ye ve emrindeki kuvvetlere karşı kànunların ve memleket menfaatlerinin gerektirdiği müessir tedbirleri alamayacak bir duruma gelmiş bulunmaktadır. Her iki ihtimalin de doğru olmadığına inanılabilmesi için, iktidar ileri gelenleri, hele bu konuda iktidar sözcülüğünü üzerine almış görünen Başbakan tarafından, yukarıda ancak birkaç örneğini verdiğimiz çelişme ve kararsızlıklar tatmin edici bir şekilde izah edilmek gerekir. (ULUS, 12.01.1960)

16.11.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004