Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 15 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Onlar İbrahim'e bir tuzak kurmak istediler; Biz de tuzaklarını bozup onları rezil ettik.

Sâffât Sûresi: 98

15.12.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Misâfirinle beraber yemek ye. Çünkü misafir

tek başına yemek yemekten utanır.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3832

15.12.2006


Mahkeme her türlü tesirden azade olmalıdır

Mahkemelerin ihkak-ı hak cihetindeki haysiyetine, şerefine mühim bir nakîse, belki zıt olan garazkârların telkinatına tebaiyete, elbette mahkeme-i adalet tenezzül etmeyecek ve garazkârların entrikalarını akîm bırakacaktır. Ve adaletten ve ihkak-ı haktan daha büyük bir makam vazife cihetinde tanımayan mahkemenin, her türlü tesirattan azade olarak vazifesini yapacağı esas adaletin muktezası olduğuna istinaden, şahsım namına değil, belki çok hakîkatlerin ve birçok masum hukukların kendine bağlı olduğu bir hakîkat-i aliye namına, hakkındaki asılsız evhamlarını bir an evvel Risâle-i Nur’un hürriyetini îlan etmekle ref’ etmektir.

Tarihçe-i Hayat, s. 213

***

Hükümetin daireleri içinde en ziyade hürriyetini muhafaza etmeye ve tesirat-ı hariciyeden en ziyade bîtarafane, hissiyatsız bakmakla mükellef olan, elbette mahkemedir. Ben mahkemenin hürriyet-i tammesine istinaden, hürriyetle, hukùk-u hürriyetimi bu sûretle müdafaa etmeye hakkım vardır. Evet, her yerde, adliyede mal ve can meseleleri var. Eğer, hakim şahsî hiddet edip bir katili katletse, o hakim katil olur. Demek adliye memurları, hissiyattan ve tesirat-ı hariciyeden bütün bütün azade ve serbest olmazsa, sûreten adalet içinde müthiş günahlara girmek ihtimali var. Hem, canilerin, kimsesizlerin ve muhaliflerin dahi bir hakkı var. Ve hakkını aramak için, gayet bîtarafane bir mercî isterler. Adalet noktasından tarafgirlik fikrini verip, adaletin mahiyetini zulme çeviren, hakkımda sarf edilen bir tâbirdir ki, Isparta'da ve burada bazı isticvablarda ismim Said Nursî iken, her tekrarında "Said Kürdî" ve "Bu Kürd" diye beni öyle yad ediyorlar. Bununla, hem ahiret kardeşlerimin hamiyet-i milliyelerine ilişip aleyhime bir his uyandırmak, hem mahkeme ve adaletinin mahiyetine bütün bütün zıt ve muhalif bir cereyan vermektir.

Evet, hakim ve mahkeme tarafgirlik şaibesinden müberra ve gayet bîtarafane bakması birinci şart-ı adalet olduğuna dair binler vukuat-ı tarihiyeden, Hazret-i Ali Radiyallahü Anhın hilâfeti zamanında bir Yahudî ile mahkemede beraber oturmaları ve çok padişahların adi adamlar ile mahkeme-i adalette görülmesi gibi çok hadisat-ı tarihiye var...

Tarihçe-i Hayat, s. 201-202

***

Elbette, mahkeme-i adalet, böyle asılsız bu evham ve isnadatları defedip, hakkımızda ihkak-ı hak edecektir.

Tarihçe-i Hayat, s. 214

***

..cihangir hükümdarların ve kahraman kumandanların küçük mahkemelerde diz çöküp kemal-i inkıyad ile mutavaat göstermeleri, mahkemenin, hiçbir cihet ile zedelenmeyecek bir haysiyet ve şerefinin mevcudiyetini ispat eder. İşte, mahkemelerin bu yüksek ve manevî haysiyetine dayanıp, hukùkumu, hürriyetle müdafaa ediyorum.

Tarihçe-i Hayat, s. 223

15.12.2006


Âdil mahkemeler, Allah'ın Adl isminin tecellî ettiği yerdir

(Birkaç defa beraat kazanan Risâle-i Nur’un bir kaç vilayette haksız müsaderesine dair, Nur’un yüksek bir talebesinin mahkemesindeki müdafaasından bir parçadır. )

Âdil mahkemeler; Kâinat Hâlıkının Hak isminin, Âdil isminin ve daha çok esma-i İlâhiyenin tecelligâhıdır. Hak namına hükmeden, Âdil-i Mutlak hesabına adalet eden ve hakikî, İslâmî bir adalet olan kürsî-i muallâ ne yüksektir, ne mübecceldir! Hak tanımaz mağrur zalimleri huzurunda ser-fürû ettiren, haksızları hakkı teslime icbar eden adil mahkemeler, en yüksek tebcile ve en ali ihtirama sezadırlar.

Zulüm ve gadr ile hukuku ihlâl edilmiş, haysiyet ve şerefi payimal edilmiş mazlûmların, huzurunda ahz-ı mevki ile tazallum-u hâl eden bîçarelerin şu dünya-yı fanide ihkak-ı hak için mesned-i re’sleri, mahkemelerdir. Şu halde, ne şeref-bahş bir taht-ı âlîdir ki; mazlûmlara melce’ ve penah, zalimlere de hüsran ve tebah oluyor.

İnsanların ebrârını da, eşrârını da cem’ eden huzur-u mehakim, öyle korkulacak bir yer değildir. Belki muhabbete, hürmete lâyıktır.

Sultanlarla köleleri, asılzadelerle ahad-ı nası müsavi tutan şu makam, saltanattan da mübecceldir. Hususuyla, bütün âlem-i insaniyete devirlerin, asırların akışı boyunca adalet dersini veren İslâm mahkemeleri; akvâm-ı sâirenin engizisyonlarına mukabil, adalet nurunu biçare beşerin kara sayfasına haşmetle aksettirmiştir. Adliye ve adalet tarihimiz, bunun binlerle misaline şahittir.

Ezcümle; bu mübarek, adaletli mahkemenin huzurunda iftiharla arz etmek isterim ki; meşhur İslâm seyyahı ve tarihçisi Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde diyor ki: "İlk İstanbul kadısı (hâkimi) olan Hızır Bey Çelebi’nin huzurunda, Haşmetli Padişah Fatih ile bir Rum mimarı arasında şöyle bir muhakeme cereyan eder:

Büyük bir abidenin inşasında kullanılacak iki mermer sütunu Fatih, bir Rum mimarına teslim eder. Mimar da, Fatih’in arzusunun hilâfına olarak, bu sütunları üçer arşın kesip kısaltır. Fatih, cezâen, Rum mimarının elini kestirir. Rum mimarı da, Fatih aleyhine dâvâ açar. Bunun üzerine mahkemeye celp edilen Büyük Padişah, baş köşeye geçmek istemiş; birdenbire, hakimin şu ihtarıyla karşılaşmış:

"Oturma beyim! Hasmınla mürafaa-i şer’î olacaksın; ayakta beraber dur!"

Hızır Bey Çelebi; bu koca şanlı Padişah-ı maznuna, haksız el kestirdiği için, kendisinin de kısasa tabi olduğunu ve elinin kesileceğini bildirir.

Fakat, mimar kısası istemediği için, Büyük Fatih, günde on altın tazminata mahkûm olur ve hatta kısastan kurtulduğu için, bu tazminatı kendiliğinden yirmi altına çıkarır.

İslâm mahkemesinin adaletinin şanlı misâllerinden biri olan şu misal, bize en haşmetli hükümdarlarla en aciz fertlerin huzur-u mehakimde müsavî olduğunu gösteriyor.

Emekli Yüzbaşı Mehmed Kayalar

(İşârâtü'l-İ'câz, s. 273)

15.12.2006


Yaratılıştaki adalet (1)

İnsanda çok garip his ve duygular vardır. Çoğu kez kendinde bulunan nimetlerin, değerlerin ve kıymetlerin farkına varmaz da, olmadık şeyleri anlaşılmaz bir hırsla ister, durur. Hep gözünü yükseklere diker, şükrü unutur. Hatta bazen haddini aşar, yaratılışı sorgulamaya kalkışır. İleri-geri sorular sorarak, aklı ve fikri karıştırır.

Meselâ şöyle der:

“Ben at arabacısı Ahmet Emminin oğluyum, sen ise toprak ağası Hüseyin Ağanın oğlusun. Bu nasıl adalet? Bir insan Kuzey Kutbu'nda kar içinde bir eskimo olarak yaratılmış, diğeri ise Bill Gates’in yüz milyar dolarlık zenginliğine mirasçı olarak? Bu yaratılışta nasıl bir adalet var? Hem ben niye Sakıp Sabancı’nın çocuğu olarak yaratılmadım ki?”

Enteresan sorular bunlar. İnsanlar, bu ve benzeri soruları, ya açıktan birilerine sormuşlar veya ister istemez zihinlerin bir köşesinde yer etmiş, kişiyi meşgul etmiştir.

Bu soruların akla gelmesinin, açıktan sorulmasının veya itiraz ederek meseleye ters bir noktadan yaklaşılmasının en birinci sebebi kişinin kendisindeki değerlerin ve kıymetlerin farkında olmamasıdır. Ya da kendisine verilen yüzlerce maddî ve mânevî vücut mertebelerini doğrudan fark edememesidir. Gözünü farklı noktalara dikerek haddini aşmaya veya hak etmediği şeye ulaşmaya çalışmasıdır.

Şimdi gelin isterseniz önce bizde var olan değerlerin farkına varalım.

“Şu güzel dünyada yaşayan insanın en önemli kıymet ve değeri nedir?” diye sorulsa, elbette ki hiç şüphesiz hayat denecektir. Zira hayat olmadan hiçbir şey olmaz. Ölü insan ne soru sorabilir, ne düşünebilir, ne görebilir, ne duyabilir v.s. Hayat insanın belki de en önemli cevheridir. Hayat öyle kıymetli, öyle değerli bir şeydir ki, bu değer maddî bir şeyle ölçülemez. Şimdi dense ki bir insana “Sana Bill Gates’in yüz milyar dolarlık servetini vereceğim, gel şu hayatını ver.” O insan alık alık yüzüne bakacaktır. Belki de “Deli mi bu adam ne? Hayat olmayınca ben yüz milyar doları ne edeyim?” diyecektir. Bırakın yüz milyar doları, belki dünyayı verseniz hayatın değerini karşılamayacaktır. Çünkü hayat olmaz ise, dünya da bir işe yaramaz. Demek ki hayat, şu dünya ve dünya içindekilerden çok daha değerli bir kıymettir.

Yıllar öncesinde, bir arkadaş “Arkadaşlar ben milyarder oldum” demişti bize. Bizler de “Galiba bizim arkadaşa piyango çıktı” diye hem sevinmiş, hem de şaşırmıştık.

“Peki nasıl milyarder oldun?” diye sorduğumuzda, cevap beklediğimizden de şaşırtıcı idi:

“Arkadaşlar şimdi biri çıksa, ‘Şu iki gözünü bana ver, sana bir milyar vereceğim’ dese verir misiniz?”

“Hayır. Asla!”

“Ben de vermem. Öyleyse ben milyarderim.”

Baktık, doğru söylüyor arkadaş. Meğer hepimiz bir milyardermişiz de haberimiz yokmuş, o anda farkına vardık.

Gerçekten de öyle değil mi? İnsan bir gözünü, bir kulağını, bir beynini maddî bir değerle veya altın ve para ile ölçebilir mi? Akıllı bir insan için mümkün değil. Bırakın maddî değerlerimizi, tek bir his ve duygumuzu dahi maddî bir değerle ölçmek mümkün değil. Kim sevgisini bir maddî değere değişir?

İşte her bir insan, yüzlerce maddî ve manevî cihazla donatılmış. Her biri de, paha biçilemeyecek kadar değerli. Bu sebepledir ki, insan, kâinat içinde en değerli bir mevkide yer almıştır. Kâinattaki en kıymetli mevcut, insandır. Ve bütün insanlara da, hayat, yaşamak, göz, kulak, his, akıl, düşünce gibi temel değerler gerektiği kadar verilmiş. Bu kadar mühim, bu kadar harika, bu kadar hayatî nimetler yanında, insanlar arasındaki sosyal farklılıklardan doğan nimet farkları göze gözükecek kadar büyük ve önemli değildir. Zira Ahmet Emminin oğlu da, Hüseyin Ağanın oğlu da hava solur, güneşin ısı ve ışığından istifade eder, birkaç bardak su içer, akşam olunca da birkaç tabak yemek yer. Gece olunca yatar, sabah olunca uyanır, kalkar. Yoksa Hüseyin Ağanın oğlu bin tabak yemek yemiyor? O da bir iki tabak yemek ve bir iki bardak su içiyor. İşte insan öncelikle kendisine verilen bu paha biçilmez kıymetlerin farkına varmalı, sonra da bu değerleri veren Rabbine teşekkür etmeli.

Şimdi bir insan düşünün ki, kendisine çok değerli hediyeler ve makamlar verilerek minare başına kadar çıkmış, bir irtifa kazanmış. Eğer bu insan minare başında, kendisine verilen bu makama şükretmeyip de, kendi zaviyesinden farklı gözüken diğer yüksek minarelere bakarak onlara özense, minare başından ayağı kayıp düşme ihtimali var.

Aynen öyle de, insan ne bitki, ne böcek, ne sinek, ne kuş, ne de başka bir hayvan olarak yaratılmış. İnsan olarak yaratılmış, kıymettar bir vücut ve hayat, ruh, his, akıl, fikir ve şuur verilmiş. Mahlûkât içerisinde en yüksek mevkie çıkarılmış. Yüzü ebedî âleme çevrilerek dünya kadar, belki kâinat kadar bir ebedî mülk vaat edilmiş. Şimdi bu kadar nimet ve ikram karşısında hâlâ hak iddia etmeye kalkışırsa, hâlâ yaratıştan dolayı adaleti sorgulama haksızlığında bulunursa, cidden büyük bir haksızlık etmiş olur?

—Devamı yarın—

Halil AKGÜNLER

15.12.2006


Nur'un dilinde Risal-i Nur

Beşinci Şuâ

“Beşinci Şuâ, umumun ve bilhassa ehl-i ilmin imanlarını tashih edip kurtarıyor.” (Kastamonu Lâhikası, s. 32)

“Beşinci Şuâ, yirmi beş sene evvel mesâili yazılan, yalnız bir iki sayfa tatbikat ilâve edilip Şuâlar'a giren Beşinci Şuâ ellerine geçmesi ehemmiyetlidir. Fakat bunda da bir hikmet var. Belki onlara, kendi mesleklerini bildirmek ve Cehenneme gidenin mahiyetini bilmek için fevkalâde iktidar haricinde bir kazâ-i İlahidir, diye Cenâb-ı Hakkın hikmetine ve inayetine ve hıfzına itimad edip merak etmeyiniz.” (Kastamonu Lâhikası, s. 98)

Beşinci Şuâ ve Yirmi Dördüncü Söz’de müteşabih ve mânâsı tam anlaşılmayan hadisler katî bir sûrette tevilleri beyan edilmiştir. (Şuâlar, s. 293)

“Hem maksadı yalnız avâmın imanlarını şüphelerden ve müteşabih hadisleri inkârdan kurtarmaktır. Dünya cihetine üçüncü, dördüncü derecede, dolayısıyla bakar. Hem verdiği haberler doğrudur. Hem ehl-i siyaset ve dünya ile mübareze etmiyor, yalnız ihbar eder. Hem şahısları tayin etmiyor. Küllî bir surette, bir hakikat-i hadîsiyeyi beyan eder. Fakat, o küllî hakikati bu asırdaki dehşetli bir şahsa tam tatbik etmişler. Onun için bu senelerde yeni telif edilmiş zannıyla itiraz ettiler. Hem o risâlenin aslı, Dârü'l-Hikmetten daha eskidir. Yalnız bir zaman sonra tanzim edildi, Risâle-i Nur'a girdi.” (Şuâlar, s. 313)

On Birinci Şuâ (Meyve Risâlesi)

Bu eserin telifi hakkında Bediüzzaman Hazretleri Afyon hapishanesinde iken talebelerine yazdığı bir mektupta şöyle diyor:

“Hükûmetin bazı erkânını iğfal edip aleyhimize çeviren dehşetli ve gizli bir zındıka komitesi şimdi doğrudan doğruya küfr-ü mutlak hesabına bize hücum etmek ihtimaline karşı, güneş gibi zâhir ve şüphe bırakmaz ve dağ gibi metin, sarsılmaz olan Meyve Risâlesi onlara karşı en kuvvetli bir müdafaa olup onları susturacak diye bize yazdırıldı zannediyorum.” (Şuâlar, s. 275)

“Bugünlerde mübarek kahramanların Firdevsi ve Yusufi Meyvelerini tashih ederken o risale bana o derece kuvvetli ve kıymetli göründü ki, bağırarak dedim: ‘Bütün çektiğimiz hapis sıkıntıları yüz misli ziyade olsa da, yine bu Meyve Risâlesi, yüz derece daha fazla iş görmüş. En muannidleri de imana getirerek geniş dairelerde kendini zevkle okutturuyor. Ey bana sıkıntı veren bedbahtlar! Bana ne yaparsanız yapınız, beş para vermem. Başımıza ne gelse ucuzdur, ayn-ı inayettir ve mahz-ı rahmettir’ diye tam tesellî buldum.” (Emirdağ Lâhikası, s. 26)

“İmam-ı Ali Radıyallahu Anhın ‘Kendisiyle karanlığın dağıldığı Asa-yı Musa ismi hürmetine...’ fıkrasında bir vecihte Âyetü'l-Kübrâ risalesi maksut olduğu gibi, Denizli Meyvesinin on bir meselesi ‘Hüccetü'l-Bâliğa,’ on bir hüccetiyle, aynen Asâ-yı Mûsâ'nın on bir mucizesine tevafuk edip, bu fıkrada aynen Âyetü'l-Kübrâ risâlesi gibi İmam-ı Ali'nin (r.a.) medar-ı nazarı olduğu kalbime ihtar edildi. Demek Meyve Risâlesi, Asa-yı Musa gibi, çok firavunları susturur, mağlûp eder.” (Emirdağ Lâhikası, s. 47)

“Asâ-yı Mûsâ’daki Meyvenin Altıncı Meselesi ve Birinci ve İkinci, Üçüncü ve Sekizinci Hüccetleriyle gayet parlak bir tarzda gafleti dağıtıp nur-u tevhidi göstermiş” (Emirdağ Lâhikası, s. 217)

Fatma ÖZER

15.12.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004