Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 08 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Türkiye’nin milliyetçilikle imtihanı

Türkiye’nin AB ile bütünleşmesine karşı olan pek çok kanaat önderi bu ilişkinin millîleşme sürecimize zarar vereceğini düşünür. Bunlar son beş yıldır, AB sürecinin getirdiği açık ve demokratik ortamın Türkiye’de daha önce kolay kolay ortalıkta tartışılamayan konuların gündeme taşınmasına önayak olmasından hep rahatsız olmuşlardır. Nitekim bu dönemde, Jön Türklerle başlayan millîleşme sürecinin kurucu mitleri ve temellerini sorgulayan girişimlere şahit olduk. Ermeni kıyım ve tehciri, 6-7 Eylül olayları ve hâlâ güncelliğini koruyan Kürt sorunsalı gibi konular gündeme geldi. Ama artık Hrant Dink’in katliyle birlikte başlayan yeni bir döneme girdik muhtemelen. Adına derin devlet, sığ devlet ne dersek diyelim işlerin merkez tarafından ve milliyetçilik temelinde tekrardan kontrol altına alınacağı, ülkeyi içine kapatarak AB norm ve standartlarından uzaklaştıracak bir dönem bu. Mesele, bu eğilimin ülkenin istikrarı açısından ne getirip ne götüreceği.

Başbakanın akıldanelerinin uydurduğu kılıf ve kategorilere veya muhalefet politikacılarının güzellemelerine bakmayın. Popu, lumpeni, aşırısı, CHP liderininki, MHP’ninki, sorumlusu, sorumsuzu, pozitifi, negatifi, adı ne olursa olsun milliyetçilik aynı damardan filizlenir bu topraklarda. Bu damar, farklı grup kimliklerini reddederek onları ortak potada asimile eden Fransız modelinden esinlenen millîleşme sürecidir. Ancak bu süreç, modelinden yüzelli yıl rötarla, o modelin burjuvazi gibi hayatî aktörlerinden yoksun bir ortamda ve hızla dünyasallaşan açık bir toplumda gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Zorluk hatta imkânsızlığı burada.

Türkiye, Frenk modeli millet (ve laiklik) ile 21. yüzyılda istikrarını kotaramaz. Zira model, tek ortak yanları din olan farklı unsurları ortak potada asimile etmeye çalışırken başka dinden olanı doğal olarak dışlar. Üstelik buradaki uygulama Fransa’nın asimilasyon başarısını dahi tam anlamıyla gerçekleştirememiştir.

Bu temel zaafların sonucu olarak en resmî belgede, en resmî ağızda bile gayrimüslim kolaylıkla “yabancı” olabilir. Bu sayede bir emniyet mensubu kolaylıkla, olayı olumlulaştırma adına ve neredeyse masumane “zanlı, milliyetçi duygularla cinayeti işlemiş” diyebilir.

Asimilasyon dışı kalan sadece gayrimüslim de değildir. Kürtlerin asimilisyonu da farklı nedenleren fiyaskodur. Sonuçta Balkanlar ve Kafkaslardan göçmüş olan Müslüman toplulukların gönüllü asimilasyonu dışında Fransız millet modeli uygulaması, modelin asimile etme kaabiliyetini değil zorlayıcı karakterini öne çıkartır ve bu anlamda sorunludur.

Çare varsa nerede?

Osmanlı’nın ulus öncesi yapısı sayesinde oluşturduğu birlikte yaşama sanatı, etnik unsurlarının uluslaşmaya başlaması sonucunda birbirlerine reva gördükleri eziyetlerle tüketildi, yitirildi. Eğer Osmanlı’nın birlikte yaşama erdemi bugünkü sorunlarımıza çare ise bunun yeniden yaratılması için olmazsa olmazlar var: Karşılıklı eziyetler ve yaşanan felâketler bilinecek; ortak değer vatanseverlik, mutabakat ise etnik/millî veya dinî değil toplumsal olacak. Anayasal yurttaşlık veya üst kimlik gibi kavramların değeri tam da burada.

Ancak, sokaklarına DTO (Dünya Türk Olsun) yazılan, pusuların gece değil gündüz kurulduğu, tabuları tartışmaya çalışanın doğrudan hedef gösterildiği, az da olsalar tribünlerde “Hepimiz Ogün’üz” diye haykırarak Ermeni katili olmakla gurur duyan gençlerin hiçbir yaptırıma maruz kalmadan yaşadığı bir ülkede mümkün mü bugün böyle bir arayış?

Türkiye’nin önündeki en ciddî tehdit, ülkenin millîleşme sürecinin ülkenin istikrarına artık yarar değil zarar verebilecek bir dinamik oluşturmasıdır. Zira bu dinamik ülkeyi içe kapatma ve dışlandıkça yabancılaşan ve radikalleşen, Kürtlerin milliyetçiliğiyle çatışma potansiyeli taşıyor.

Vatan, 7.2.2007

Cengiz AKTAR

08.02.2007


 

Anayasa ve laiklik

Láikliğin anayasal bir ilke haline gelişinin yıldönümü vesilesiyle, Cumhurbaşkanı Sezer daha önce defaatle açıkladığı görüşlerini giderayak bir kere daha dile getirdi. Bu anlayışa göre, laikliğin tek doğru ve vazgeçilmez tanımı Anayasa’nın 24. maddesinde yer almaktadır. Dahası, bu tanıma aykırı ne bir yorum yapılabilir, ne de hatta bu tanım değiştirilebilir.

Bu vesileyle, tipik ifadesini Anayasa’nın 24. maddesinde bulan resmî láiklik anlayışının hür ve medenî bir toplumun gerekleriyle bağdaşmadığını bir kere daha açıklamak istiyorum. Her şeyden önce şunu belirtmek gerekiyor: ‘Din ve vicdan hürriyeti’ başlıklı bu maddeyi teknik anlamda ‘láikliğin tanımı’ olarak nitelendirmek mümkün değildir.

Söz konusu 24. maddenin láiklik tartışmalarıyla ilgili olan kısmı sadece son fıkrası olup, burada şöyle denmektedir: ‘Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.’

Hemen fark edilebileceği gibi, bu hüküm din özgürlüğünü başlı başına korunması gereken bir değer olarak görmüyor ve ona resmî láiklik doktrinine hizmet etmesi ölçüsünde bir değer biçiyor. Bu hükümde din özgürlüğüne ön yargılı bakış o kadar belirgindir ki, başka hiç bir temel hak için değil de sadece din ve vicdan özgürlüğü için özel bir ‘hakkın kötüye kullanılması’ yasağı getirmiştir.

Dikkatle incelendiğinde görülecektir ki, söz konusu hüküm gerçekte dindarların kamu alanında dine herhangi bir biçimde atıf yapmalarını ve bu alanda dinle ilgili herhangi bir iddiada bulunmalarını kategorik olarak din özgürlüğünün ‘kötüye kullanılması’ veya ‘din istismarı’ saymaktadır. Bu, şüphe yok ki, bir demokrasi için makullüğün sınırlarını zorlayan bir yasaktır.

Bu fıkranın formülasyonu başka bir açıdan da çoğulcu-demokratik anlayışla apaçık bir karşıtlık içindedir. Nitekim, fıkra devletin sadece siyasî ve hukukî düzenini değil, fakat aynı zamanda ‘sosyal ve ekonomik düzenini’ de, üstelik ‘kısmen de olsa’, din kuralarına dayandırmayı yasaklamaktadır. Bu maddeyi ‘láikliğin tanımı’ olarak görenlerin aklına, ‘sosyal ve ekonomik düzen’in devletleştirildiği bir sisteme nasıl demokrasi denebileceğini sormak gelmiyor. Hem sonra, ‘hür dünya’da sosyal ve ekonomik hayatın din kurallarından etkilenmediği bir ülke var mıdır?.. Eğer -’kamusal alan’dan geçtik- toplumsal düzen de devletin ise, o zaman dinî bayramları, din kurallarına göre icra edilen resmî cenaze törenlerini de yasaklamamız gerekmez mi?..

Sonuç olarak, Anayasa’nın 24. maddesinin amacı, ne din ve vicdan özgürlüğünü doğru-dürüst bir güvenceye kavuşturmak ne de sahici bir láiklik tanımı yapmaktır. Bu maddenin işlevi, yabancı bir gözlemcinin de belirttiği gibi, din özgürlüğünü hiç bir çağdaş demokraside örneği görülmeyecek şekilde ‘dar bir kişisel alana sıkıştırmak’tır. Onun için, láiklik tartışmalarında ikide bir bu hükme atıf yapanlar, böyle yapmakla tartışmanın biteceğini sanıyorlarsa, sadece kendilerini kandırmış olurlar. Bu tartışmada 24. maddenin nihaî bir hakem değeri olması şöyle dursun, bunun devreye sokulması halinde tartışmanın daha da içinden çıkılmaz hale geleceği kesindir. Nitekim öyle de oluyor.

Star, 7.2.2007

Mustafa ERDOĞAN

08.02.2007


 

Bağdat savaşı, yüz bin çocuk!

Amerika Bağdat’ta işgal sonrası en büyük saldırıya hazırlanıyor. 50 bin asker, Bağdat sokaklarını karış karış dolaşıp direnişçi avlayacak. Tabi bu, güvenlik önlemi gibi olmayacak. Bir şehir savaşı olacak. Sokak çatışmalarıyla sınırlı kalmayacak. Kent havadan bombalanacak, mahalleler saldırıya uğrayacak. Dünya, nasıl bir Bağdat savaşı yaşanacağını endişeyle bekliyor. Sünni direnişçiler, İran yanlısı gruplar, direnişe katılan Şii unsurlar hedef olacak. Bağdat’ta hem İran’a karşı hem de Sünniler’e karşı savaş yaşanacak. Bağdat’ta hem Sünni Kürtler hem de Şii Gruplar ABD ile birlikte devleti koruma adına kardeşleriyle savaşacak. Bağdat; ya çok büyük bir şehir savaşına sahne olacak ya da İkinci Dünya Savaşı’nın sembol şehirleri gibi ateş topuna döndürülecek. Bağdat bir Dresden, Bir Tokyo mu olacak? Şehir suyunun kaynadığı, metallerin eridiği bir cehennem mi olacak?

Siyasi sonuçları bir tarafa, Şii olsun, Sünni olsun, kaç Bağdatlı hayatını kaybedecek? Amerikan zaferi için daha kaç insan ölecek? Ve sonuçta kaç insanın ölümü sadece istatistik olarak kaydedilecek? Sünniler Kürtlere, “siz bu savaşa karışmayın yoksa biz de Kuzey Irak’a saldırırız” diyor. Kürtler karışırsa Irak savaşında saflar öylesine karışacak ki; Sünnilerin, Şiilerin, Kürtlerin Amerika hegemonyasının bekası için nasıl ölüme gittiklerini izleyeceğiz.

İşgalden bu yana, dört yıl içinde bir milyona yakın insan öldü. Dikkat edin; bu süre içinde tam 100 bin çocuk öldü. 100 bin çocuk! Kim için, ne için, kimlerin çıkarı için, kimlerin kirli amaçları için, kimlerin daha zengin, daha müreffeh, daha rahat yaşaması için öldü 100 bin çocuk! Hangi siyasi çıkar, hangi beklenti, hangi kazanç bize bu ölümleri kabullendirebilir?

İran varken, Irak’a sahip olamayacağını Anlayan ABD, önce Irak’ı dize getirip ardından İran’ a saldırma hazırlıkları yapıyor. Bush’un “Bul ve yok et” talimatından sonra Amerikan ordusu hem direnişçilere hem de Irak içinde İran’a karşı yeni bir savaş başlattı. Medya kampanyası, resmi yalanlar, spekülasyonlar eşliğinde bütün bölgeyi mahvedecek bir savaşın ayak seslerini duyuyoruz. Irak işgalini engelleyemeyen dünya, İran’a saldırıyı engelleyebilecek mi? Sanmıyoruz. ABD ve İsrail’in aksine İran hiçbir ülkeye saldırmadı. İsrail’in aksine bütün uluslararası yükümlülüklere uydu, nükleer tesislerini denetime açtı. Ama yine tehdit İran!

ABD Deniz gücü Basra Körfezi’nde toplanıyor. COPLAN 8022-02 adlı plan, İran’a karşı geniş çaplı hava saldırısını öngörüyor. 2004’teki Başkanlık genelgesi, bu ülkeye karşı taktik nükleer silah kullanılmasını içeriyor. Soğuk Savaş ve sonrasında belki de ilk kez, bizim coğrafyamızda nükleer silah kullanılacak. Belki de bizim de bir Hiroşima’mız olacak. ABD ordusu şimdi bu saldırının simulasyonu üzerinde çalışıyor.

Bazı haber kaynakları, saldırının Nisan sonundan hemen önce yapılacağını iddia ediyor. Nükleer içerikli füzeler Akdeniz çevresinde depolanıyor. ABD bu füzeleri kullandığı anda İran’ın İsrail’i vuracağı, ardından bu ülkeye karşı korkunç bir hava saldırısı başlatılacağı öne sürülüyor. Ve bu saldırı için Basra Körfezi, Akdeniz, Hint Okyanusu, Irak, Türkiye, Azerbaycan birer üs olarak öne çıkıyor. Ama başka bir coğrafyada harıl harıl saldırı hazırlığı yapılıyor ve dikkat çekmiyor.

İran’a bahar saldırısının esas üsleri Bulgaristan ve Romanya olacak gibi. Bulgaristan’daki üsler, Romanya’da Karadeniz kıyısında bir üs bu saldırı için hazırlanıyor. Bulgaristan Haber Ajansı’na göre bu ülkedeki üsler, İtalya’daki üs, Çek Cumhuriyeti’ndeki ABD üssü ile Romanya ve Polonya İran saldırısına hazırlanıyor. B-2 bombardıman uçakları bu üslere naklediliyor. 2006’da yapılan anlaşma çerçevesinde Bulgaristan’daki Bezme, Graf İgnitievo ve Novco Selo üsleri ABD’ye devredildi. Buralara savaş uçakları, füzeler, binlerce asker sevkedililiyor. Bunlarla beraber Romanya’daki üslere de F-15 ve F-16 uçakları naklediliyor. Orta Avrupa’daki Çek Cumhuriyeti ve Polonya’daki ABD üslerinde de aynı hazırlıklar var. Ukrayna ve Gürcistan’ın da aynı amaç için kullanılacağı ortada. Basra Körfezi’ndeki hazırlıkları tekrar etmeye gerek bile yok. İran’da bin beş yüz hedef belirlendiği, 18 kentin tehdit altında olduğu, petrol ve endüstri bölgeleriyle savunma tesislerinin saldırıya uğrayacağı ifade ediliyor.

Bağdat, büyük savaşın ateşlendiği şehir olacak gibi. Bölgenin insanları, Şiileri, Sünnileri, Arapları, Türkleri, Kürtleri, İranlıları, küçük hesapları bir yana bırakıp bu ölümcül gerçeği görecekler mi? Bağdat’ın kaderinin Şam’ı, İsfahan’ı, İstanbul’u esir alacağını görebilecekler mi? Birbirinin boğazına sarılmayı bırakıp ortak hedefe yönelme basiretini gösterebilecekler mi? Önümüzde, bu çağrıyı güçlendirmekten başka hiçbir yol yok.

Yeni Şafak, 7.2.2007

İbrahim KARAGÜL

08.02.2007


 

Türklük ve Atatürk

301. maddedeki suç tanımının aynısı, Atatürk zamanında İtalya’dan alınan Türk Ceza Kanunu’nda da vardı; İtalyan Ceza Kanunu’nun 291. maddesi “İtalyan milletine veya cumhuriyetine” alenen hakaret edenleri cezalandırıyordu.

Prof. İzzet Özgenç’ten aldığım bilgiye göre, hukukçular bu maddeyi “Türk milleti” diye tercüme etmişler, Atatürk’ün müdahalesiyle “Türklük...” şeklinde kanunlaştırılmış.

“Türk milleti” sadece tarihi ve kültürel değil, aynı zamanda hukuki bir terim olduğu için hukuki sınırları daha belirgindir. “Türklük” terimi ise, “Türk milleti” teriminden daha geniştir ve o sebeple hukuki sınırları da yoruma çok açıktır.

Bu muğlaklık yüzünden, aynı davada soruşturma, takipsizlik, iddianame, beraat ve mahkûmiyet kararları peş peşe gelebiliyor!

Milliyet, 7.2.2007

Taha AKYOL

08.02.2007


 

Negatif milliyetçilik nasıl başladı?

Negatif milliyetçilik, Türkiye gündemine esas olarak 2001 krizi ertesinde girdi ve Avrupa Birliği reformlarıyla ivme kazandı.

Bu çeşit milliyetçilik, ilk olarak Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’sinden meşhur ‘Bütün limanlarına girilmiş, bütün tersanelerine...’ diye başlayan cümleyi alıp kullanmaya başladı.

Radikal, 7.2.2007

İsmet BERKAN

08.02.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004