Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

M. Latif SALİHOĞLU

Muhtelif konular



Aşağıda okuyacağınız beş adet iktibas yazısını beş ayrı gezeteden aldık. Hebâ olmasına, güme gitmesine razı olamadığımız bu yazıları, topluca sizlerin de dikkatine sunmak istedik.

Vatan, Zaman, Akşam, Hürriyet ve Radikal gazetesinden aldığımız bu yazılar, Atatürk, Erbakan, Çerkez Ethem ve Said Nursî ile ilgili olarak enteresan gördüğümüz haber, yorum ve değerlendirmelerden ibarettir.

Bu iktibasların ilk üç şahıs ile ilgili olan kısmını, yorumu kendi içinde olduğundan, herhangi birşey katmadan sizin değerlendirmenize havale ediyoruz.

Radikal'de çıkan ve Said Nursî ile ilgili olanları ise, cidden izaha muhtaç gördük. Zira, yanlışlarla doğrular içiçe harman edilerek sunulmuş. Bunları birbirinden tefrik etmek gerekir.

Şimdi, sırasıyla önce iktibasları aktaralım, sonra da Radikal'deki bazı yanlışları kısa izahlarla doğrultmaya çalışalım.

"Atatürk" soyadı ve imzası

23 Şubat 2007 tarihli Vatan gazetesinin 17. sayfasında çıkan bir habere göre, 1935'te M. Kemal'e özel kànunla verilen "Atatürk" soyadı ile aynı soyadına uygun olarak kullanmış olduğu imza şekli, iki Ermeni asıllı şahıs tarafından tasarlanmış.

Hale Gönültaş'ın "Atatürk ismini bir Ermeni vermiş" başlıklı haberi şöyle: "Fatih Üniversitesi tarihçilerinden Doç. Cafer Ulu, Mustafa Kemal’e ‘Atatürk’ soyisminin bir Ermeni tarafından verildiğini ortaya koydu. Ulu’nun doktora tezine göre, Kurtuluş Savaşı başlayınca, o dönem 19 yaşında olan Ermeni asıllı Agop Martayan da Türk Ordusunda silâh altına alınmış ve Şam’da Mustafa Kemal’le tanışıp dost olmuştu. Martayan, 1934’te Türk Dil Kurumu (TDK) başuzmanlığına getirildi. 1935’te Mustafa Kemal’in emriyle ona 'Dilaçar' soyadı verildi. Dilaçar, bir TDK toplantısı sırasında Mustafa Kemal için 'Atatürk' soyadını önerdi ve öneri kabul edildi. Ulu’nun tezine göre, Atatürk’ün Latin harflerinden oluşan imzasını da, o dönemde Robert Kolej’de kaligrafi öğretmenliği yapan Hagop Vahram Çerçiyan tasarladı."

Gülerce: 'Atatürk ortak değerdir'

Zaman gazetesinin eski genel yayın yönetmeni ve halen aynı gazetenin köşe yazarı olan Hüseyin Gülerce'nin 8 Şubat 2007 tarihli yazısı, "Atatürk ortak değerdir" başlığıyla yayınlandı.

Türkiye'nin genel anlamdaki dert ve sıkıntılarını sıraladıktan sonra sözü çare noktasına getiren Gülerce, dehâ derecesinde gördüğü "ortak değer"in neden Atatürk olduğunu şu sözlerle izah ediyor:

"...Pekiyi, bütün bunlar için ortak değerlerimizin bulunduğu bir zemin var mı? Var: Dinimiz, öz değerlerimiz, Atatürk, Cumhuriyet, laiklik, demokrasi ve hukukun üstünlüğü. Eğer bunlarda mutabık isek, vehimleriyle oturup kalkan bir azınlığa değil de, makûl çoğunluğun sesine kulak vereceksek, sağduyunun gösterdiği çözümü mutlaka bulacağız demektir.

"Atatürk'ü, bir laik-dindar kutuplaşması için milletin karşısına dikmeye çalışanlar, bu ülkeye en büyük zararı verirler. Atatürk, bu toplumun ortak değeridir.

"Atatürk, bu milletin evlâdı olarak, mukaddes bildiğimiz bütün değerlere de sahip çıkmış, saygılı olmuştur."

Yazısının bu noktasında "Tarihî bir vesikadan örnek vermek isterim" diyen Gülerce'nin verdiği misâl, 1913 yılına ait. Yani, tıpkı diğer benzerleri gibi, 1924'ten evvelki tarihlerden...

Çerkez Ethem ve rakipleri

Akşam gazetesinin kıdemli yazarı Engin Ardıç, İsmet Paşanın ittire ittire sınır dışı etmeyi başardığı Millî Mücadele kahramanlarından Çerkez Ethem ve karşıtları hakkında mânidar bir yazı yazdı.

Ardıç, 21 Şubat 2007 tarihli yazısında "Ethem kahraman mıydı, hain mi?" diye soruyor ve cevabını da kendice şöyle veriyor: "Bakış açınıza göre değişir. 'İsmetçi'yseniz, tabiî haindir.

"İşin gerçeği şu ki: İsmet’i gönderip onu yok ettirmeseydi, Mustafa Kemal Paşa Millî Mücadelenin liderliğini Ethem Beye kaptırmak üzereydi! Çeyrek kalmıştı...

"Bu iş biraz da Meksika devriminde merkezi otoritenin 'fazla ileri giden' halk kahramanı Zapata’yı yok etmesine benzer."

Erbakan, kendini tüketti

Kanal 7'nin eski haber sunucusu, Hürriyet'in şimdiki köşe yazarı Ahmet Hakan, bir siyasî şahsın cenaze töreni sebebiyle, eski partidaşları Arınç ve Erdoğan'la aynı fotoğraf karesi içine giren N. Erbakan'la ilgili "dokunaklı" bir yazı yazdı.

Erbakan'ı zincirleme işlediği hatalar sebebiyle kendi kendini tüketme noktasına getirdiğini ifade eden Ahmet Hakan, "Hoca için ağıt" başlığını taşıyan 21 Şubat günkü yazısında şu "keşke"leri sıralıyor:

"Keşke inat etmeseydi, (Erbakan.) Keşke 'İzzet ü ikbal ile babı hükümetten çekilme' vaktinin geldiğini idrak edebilseydi.

"Keşke 'Yıllarca sürdürdüğü siyaset mücadelesini başbakan olarak noktaladı' şeklinde destansı bir öykünün kahramanı olarak kalabilseydi. Keşke hayatında bir kez olsun 'radikal bir jest' yapsaydı da, o 'karikatürize edilmeye elverişli' tarzını hepimize unuttursaydı. Keşke bir kez olsun dost düşman herkese 'Vay be! Hoca büyük adammış' dedirtseydi.

"Ama olmadı... Hoca inat etti ve bayrağı teslim etmekten kaçındı...

Kaçındı da ne oldu? Ne olacak?

Sessizce çekilemediği için. Marjinalin de marjinali oldu, bir açılım getiremedi, ne dediği merak edilir olmaktan çıktı."

* * *

Radikal gazetesinin dizi yazı sayfasında günlerdir tefrika edilen bir dosya var.

Ayşe Hür imzasıyla yayınlanan "Mustafa Kemal ve muhalifleri" ana başlıklı bu dizi yazının 5. bölümü Bediüzzaman Said Nursî ile ilgiliydi.

22 Şubat 2007 tarihinde yayınlanan bu bölümün manşet ifadesi ise, kupürde de görüldüğü gibi "Cumhuriyet'in ebedî sürgünü" şeklindeydi. Bu ifade, bir gerçeği yansıtıyordu, şüphesiz. Ayrıca, yazının muhtevasında da önemli bazı doğruların yer aldığını belirtmek gerek.

Fakat, dizi yazının Said Nursî ile ilgili bu bölümünde, en az doğrular kadar yanlışların da peşpeşe ve içiçe aktarılmış olduğunu esefle görmüş olduk.

Şüphesiz ki, bu yanlışları bertaraf ile doğruları izah etmek gerek. Aşağıda, sırasıyla Ayşe Hür'ün ifadelerine mukabil getirdiğimiz izahları okuyacaksınız.

* * *

A. Hür: "Said–i Nursî, Birinci Dünya Savaşı sırasında Teşkilât-ı Mahsusaya katıldı, Sunusileri Osmanlı devletinin ünlü cihat çağrısına katılmaya ikna etmek için Libya'ya gitti. Dönüşünde Bitlis savunmasında Ruslara esir düştü."

İzahlı cevap: Said Nursî'nin Bitlis savunması esnasında, yani 1916 yılı başlarında Ruslara esir düştüğü doğrudur. Ancak, diğer iddialar külliyen yalandır, yanlıştır, uydurmadan ibarettir.

Zira, savaştan evvel zaten Van'da bulunan Horhor Medresesi'nde 90 kadar talebeye ders veren Nursî, savaş esnasında da sadece Kafkas Cephesinde bulunmuş ve başka bir tarafa gitmemiştir.

Doğru olanın belgeleri elimizde mevcuttur. İspata hazırız. Yanlış hususların belgesini ise, bugüne kadar hiç kimse çıkıp gösterememiştir.

Said Nursî'nin Teşkilât-ı Mahsusaya katıldığı ve bu görevle o tarihte Libya'ya gittiği şeklindeki iddia, Cemal Kutay'ın mebzul miktardaki yalan ve uydurmalarından sadece bir tanesidir.

A. Hür: "Ankara'dan ayrılıp Erzurum'a geçen Said-i Nursî, 13 Şubat 1925'te patlak veren Şeyh Said ayaklanmasına katılmakla suçlandığında... Kendisini desteğe davet eden isyancılara gönderdiği mektupta asırlardan beri İslâmiyetin bayraktarlığını yapan Türk milletine kılıç çekmenin dinen caiz olmadığını... söylediğini iddia etti, ancak isyancı Kürt liderleriyle birlikte önce Antalya'ya, sonra Burdur ve Isparta'ya sürülmekten kurtulamadı. İleriki yıllarda kendisine 'Said-i Kürdi' denmesi de bu olaydan dolayı oldu."

Cevap: İşte, yanlışlarla doğruların karmakarışık halde sunulduğu bir bölüm.

Bir kere, 1923'ten evvel "Kürdî" lâkabını kullanan ve aynı yıl Ankara'dan ayrılan Said Nursî, Erzurum'a değil Van'a gider.

Ayrıca, 11 Şubat'ta Ergani'nin Pınar (Piran) köyünde patlak veren ve olaydan üç gün sonra haberdar olan Şeyh Said tarafından geniş çaplı bir kıyâma dönüştürülen bu kanlı hadise sebebiyle, Said Nursî herhangi bir suçlamaya mâruz kalmış değildir. Şeyh Said, 12 Nisan'da yakalandıktan sonra Diyarbakır İstiklâl Mahkemesinde yargılandı. Said Nursî hakkında ise, böylesi bir yargılanma söz konusu dahi değil. Hiçbir zaman da olmadı.

Kaldı ki, yazar Hür'ün kendisi de, üstelik aynı yazının bir başka bölümünde, kendi kendini tekzip edercesine, Said Nursî için "Hıyânet-i Vataniye Kànunu ve İstiklâl Mahkemesi gibi organların gadrine uğramaması da ilginçtir" diyor.

Demek ki, "ayaklanma" ile bağlantılı olarak herhangi bir suçlama olmamış; Nursî, sadece "ihtiyat" gerekçesiyle Van'dan alınarak Batı Anadolu'ya sürgün edilmiş.

Ayrıca, sürgün güzergâhı da şöyledir: Said Nursî, Antalya üzerinden değil, Trabzon üzerinden gönderildi. Buna, Şeyh Şâmil'in torunu Said Şâmil şahittir. Hatıralarında Trabzon görüşmesini anlatıyor. Trabzon'dan deniz yoluyla İstanbul'a götürülen Said Nursî, oradan İzmir'e, oradan Burdur'a, bir müddet sonra Isparta'ya ve yine bir müddet sonra oradan da 8.5 sene kalacağı Barla nahiyesine sürgün olarak gönderildi.

Sayın Hür'ün yazısındaki Üstad Bediüzzaman'a ait "Türk milletine kılıç çekilmez; siz de çekmeyin" sözü, mahz–ı hakikat olarak kayıtlarda mevcuttur.

A. Hür: "Said-i Nursî, böyle bir ortamda (Isparta'da), yoksul ve muhafazakâr kesimlerin merkezi devlete yönelik tepkisini yönlendirmeyi gayet iyi başardı."

İzahlı cevap: Said Nursî'ye, "bazı kesimlerin devlete olan tepkilerini yönlendirmeyi başardı" şeklinde bir misyon yüklemek, gayet sığ, basit ve ucuz bir uğraş olur. Bu, aynı zamanda Said Nursî'yi hiç anlamamak mânâsına da gelir.

Said Nursî, o dönemin siyasîleriyle çalışmadığı gibi, onlarla herhangi bir çatışma içine de girmedi. Siyasî olsun, silâhlı olsun, çatışmaya girenleri de tasvip etmedi. Yani, devletle ve hükümetle uğraşmak gibi, organizeli bir çabanın içine girmedi.

Said Nursî, o dönemde bütün mesaisini iman, ahlâk ve fazilet üzerine teksif etti. 35 sene müddetle "şeytandan kaçar gibi" siyasetten kaçındı. Bütün hayatını gençliğin ve milletin, hatta beşeriyetin imanını kurtarmaya, ilmî izahlarla onlara iki cihanın huzur ve saadetini temine çalıştı. Dünyalık ve sırf dünyaya bakan hiçbir şeyle uğraşmadı. Nitekim, dünyadan göçüp giderken de, geride dünyaya ait hiçbir şey bırakmadığı apaçık şekilde anlaşılmış oldu.

Bu meselenin hakkıyla izahı uzundur; şimdilik bu kadarı yeterli.

Hatırlatma:

"Nur ve ateş arasında yüz yıl" başlıklı seri yazılar, yarından itibaren kaldığı yerden devam edecek. MLS

26.02.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (24.02.2007) - Nur ve ateş arasında yüz yıl (6)

  (23.02.2007) - Nur ve ateş arasında yüz yıl (5)

  (22.02.2007) - Nur ve ateş arasında yüz yıl (4)

  (21.02.2007) - Nur ve ateş arasında yüz yıl (3)

  (20.02.2007) - Nur ve ateş arasında yüz yıl (2)

  (19.02.2007) - Nur ve ateş arasında yüz yıl (1)

  (17.02.2007) - Mecelle yerine Avrupaî kanunlar

  (16.02.2007) - İnsan yetiştirme projesi

  (15.02.2007) - Yanılan kim? (2)

  (14.02.2007) - Yanılan kim, kandırılan kimler? (1)

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004