20 Aralık 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Ali FERŞADOĞLU

Davranış psikolojimiz ve iman


A+ | A-

Davranış; dışarıdan ve iç âlemimizden gelen uyarılara verdiğimiz cevap, gösterdiğimiz tepkidir. Normal ve anormal olmak üzere iki kısımdır: Dışarıdan gelen uyarılar karşısında zaman zaman öfkelenmemiz, kızmamız, bağırıp çağırmamız normal bir tepki biçimidir. Gereksiz, yersiz tekerrür eder, saatler, günlerce sürerse anormal olur. Meselâ, kız çocukların oyuncak bebek, erkeklerin tahta kılıç/kalkan veya atlarla oynamaları; yalancı emzikle oyalanmaları normal bir davranıştır. Fakat, 15-20 yaşındaki genç kız ve erkeğin aynı oyuncaklarla oynamaları; veya yaşlıların emzikle oyalanmaları, başlarına huni geçirmeleri tıbbın hiçbir dalınca normal bir davranış sayılmaz!

Bu vesîleyle asıl hayatımıza bir atıf yaparak soralım:

Acaba, 15 yaş ve üstü bir insanın halâ dünyanın yalancı, fâni, geçici emzikleri ve fantaziyeleriyle oyalanması normal bir davranış mı? Tehlikeli ve sonunda ölümün geleceği muhakkak bir hastalığa yakalanan aklı başında birisi; tedâviyle mi meşgul olur; yoksa oyun ve eğlenceye mi dalar? Ölüm yüzde yüz kesin olduğuna göre; sonsuz âleme hazırlanmayana ve oyalanana tıp ne teşhis koyar?

Psikoloji; sürekli, anormal, yersiz, uygunsuz; çevredeki insanların hoşgörüsünü aşan; insanlarla ilişki ve iletişimini bozan; kendisinden beklenen beceri ve başarıyı gösteremeyen; gerçeklere aykırı kabul edilen davranış, hareket ve tutum sergileyenleri “ruh sağlığı bozuk” kategorisine koyuyor. Anormal kişiliklere yol açan sebepler nelerdir?

Anormal davranışlara; biyolojik bozukluklar, yâni beyin ve merkezi sinir sistemindeki arızalar dışında; benlik-kişilik gelişmesi sırasında ortaya çıkan saplantı ve takıntılar (eğitimsizlik, yanlış yetişme tarzı; hâdiselere ters bakış ve yaklaşım açısı) sebep olabilir. Özellikle çocukluk ve gençlik (bilhassa bülûğ) çağındaki çatışmalar, sürtüşmeler kişilik gelişimini olumsuz etkiler.

Uykusuzluk, açlık; yâni sinir sistemi ve midenin ihtiyaçlarının karşılanmaması gerginlik, taşkınlık ve anormal davranışlara sebep olurken; akıl ve zekânın tatmin edilememesi; ‘hayâtî sorulara’ cevap bulunamaması da psikolojik rahatsızlıklara yol açar. Ayrıca; problem sıkıntı, belâ, musîbet, sevdiklerinden birisinin ölümü, hapis yatma, ağır hastalığa yakalanma korkusu gibi meseleleri izah edememe, aklı tatmin edici bir açıklama bulamama da aynı rahatsızlıkları doğurur.

Kısacası, her şeye aklı ve gönlü tatmin edecek açıklamalar getirerek, insanın mutlu ve huzurlu bir hayat sürmesini sağlayacak temelli bir yaklaşım gereklidir ki, o da—mil-yonların tecrübeleriyle—’iman ve iman hakikatleri’nden başka birşey değildir.

20.12.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

Açılım üzerine birkaç söz


A+ | A-

Ülke olarak çoğu çevrelerce bir türlü açılamadığı söylenen “açılım süreci” yaşıyoruz.

Yıllardır adeta kördüğüm haline gelmiş kronik problemlerin çözümü için atılan genişçe adım anlamına geliyor açılım. Doğu, Güneydoğu Anadolu’nun çözüm bekleyen problemleri, Kürt, Alevî meseleleri, azınlık hakları, eğitim problemleri…

Her ne kadar bu açılım sürecinde üniversitelerdeki başörtülü öğrencilere yıllardır uygulanan yasaklamaya bir türlü sıra gelmese de insanı yaşatan ümittir işte!

14 asır önceki açılım…

Aslında açılım dediğimiz süreç, 14 asır önce en mu'cizevî ve mükemmel hâliyle gerçekleştirilmiş. Rabbimizin insanlığın problemlerine çare için irade ettiği Nübüvvet müessesesinin son ve en kâmil temsilcisi Hz. Muhammed (asm) renk, dil, ırk, din, kavim, cinsiyet ayrımı yapmaksızın bütün insanlığı hakka ve adalete dâvet etmiş.

O (asm) insan yerine konulmayan, diri diri toprağa gömülen kadına haklarını veren, üstünlüğün renk ve ırka, cinsiyete değil takvaya göre olduğunu ilân eden, insanların bir tarağın dişleri gibi eşit haklarla yaratıldığını anlatan mu'cizeli bir ferman-ı İlâhî olan Kur’ân’ın hakikatlerini insanlara bildirmiş. Bir iman inkılâbı gerçekleştirmiş.

Her asırda gönderilen müceddidlerin o asrın özelliklerine göre Kur’ân’a yorumlar getireceğini de “Her yüz senede Cenâb-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor” (Ebu Davud, Beyhaki) hadisi ile ifade etmiş.

Açılımlar ve daralmalar…

Sözgelimi İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin yaşadığı dönemde, “keşif ve kerâmetler” tarikatler vesilesiyle insanları cezb ettiğinden bu kahraman zat, “iman hakikatlerindeki en küçük bir inkişafın” binler kerâmet ve keşiften üstün olduğunu, sünnet-i seniyyeye ittibâ eden en âmî bir velinin keşif ve kerâmet sahibi en büyük bir veliden önce geleceğini ifade etmiş.

İmam-ı Gazali döneminde ise “felsefe” kanalıyla imanlar sarsıldığından, Gazali (ra) çalışmalarını bu noktada yoğunlaştırmış. Aklı kullanarak, nübüvvet mesajları yoluyla insanları hakka, sünnet-i seniyye çizgisine dâvet etmiş.

Her bir asrın müceddidi, o dönemdeki sapmaları sünnet çizgisinde birleştirmeyi hedeflemiş.

Risâle-i Nur’un açılım reçetesi

Felâket ve helâket asrı olan günümüzde ise imanî meselelerde neredeyse 14 asır boyunca biriken bütün şüpheler ve evhamlar yeniden gündemde. Bilim ve aklın hükmettiği günümüzde Allah’ın, peygamberlerin, meleklerin, semâvî kitapların, ahiret hayatının ve kaderin varlığı inceden inceye sorgulanmakta, kimi zaman alay da edilmekte. İnsanlar renklerine, ırklarına, kavimlerine, dillerine, cinsiyetlerine, dinlerine göre yeniden ayrılmakta... Adaletin önünde herkesin eşit olduğu hakikati unutulmakta…

İşte ortam böyleyken iman hakikatlerinin akıl, mantık yoluyla çabuk ve kolay şekilde ispat edilmesi zarurî bir ihtiyaç. İmanî konulardaki şüphelerin, evhamların ikna metoduyla izalesi günümüzün cihadı durumunda.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin telifi olan Risâle-i Nur’lar işte asrımızda bu cihadı muhteşem bir şekilde başarıyor. Anlattığı imanî hakikatlerle gönülleri, kalpleri, ruhları fethediyor. “Lâ ilâhe illallah” gerçeğini akıllara nakış nakış işliyor.

Bediüzzaman: Bir şefkat kahramanı

Savaş meydanları, esaret hayatı, sürgünler, mahkemeler, hapisler, zehirlemeler, kanunların keyfî uygulanmasıyla geçen uzun ve çileli bir ömür… O, padişahlığı, meşrûtiyeti, tek parti ve çok partili Türkiye’yi görüyor, ülkenin bütün sancılı süreçlerine “reçete”ler hazırlıyor.

Birinci Dünya Savaşında Doğu Cephesinde at sırtında şehitler arasında yazıyor İşârâtü’l-İ’câz isimli eserini. 31 Mart isyanında halkı ve askeri yatıştırıyor. Meşrûtiyetin güzelliklerini Doğu ve Güneydoğu’daki aşiretlere izah ediyor. Sürgünlerde ve hapishane köşelerinde tevhid, nübüvvet, haşir, adalet-ibadet hakikatlerinin sırlarını herkesin hatta çocukların dahi kolaylıkla anlayabileceği bir şekilde yazıyor.

Türk, Kürt ve Arap milletlerini bir ve beraber olmaya mecbur kılan zaruretleri, eğitimin ehemmiyetini, şarkta kurulacak üniversite ve eğitim kuruluşlarının vesile olacağı hizmetleri, İslâm âlemi için fikir hürriyeti ve meşveretin önemini, gayr-i Müslimlerle münasebetlerin tanzimini, temel hak ve hürriyetlere dayanan bir rejimde uygulamadaki aksaklıkların zaman içinde tedricen ortadan kalkacağını, kamuoyunun gücünü, hürriyet ve meşveretle bütün problemlerin çözümlenebileceğini anlatıyor, ispatlıyor.

Eğer maksadımız bütün sosyal yaralarımıza derman aramaksa, onun şahsî-içtimaî hastalıklarımıza hazırladığı reçeteler ciddiyetle incelenmeli…

20.12.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Niçin namaz kılarız?


A+ | A-

Serkan Bey: “Namazı niçin kıldığımızı özetle açıklar mısınız?”

Namaz; kul ile Rabb’i arasında gizli bir bağ, esrarlı bir iletişim vâsıtası, sırlı bir köprüdür.

Namaz; kulun Rabb’ine en içten, en samîmî, en nazdâr, en niyazdâr, en feyizdâr, en bereketli, en sevaplı, en nitelikli, en değerli, en kâmil yönelişidir, müteveccih oluşudur, sığınışıdır, ilticâ edişidir.

Namaz; kulun kendi acziyetini, fakrını, kusurlarını, noksanlıklarını, çâresizliğini, mahviyetini, bir hiç oluşunu idrâk ederek, mutlak kudret Sahibi, mutlak zenginlik Mâliki, mutlak kemâl Sahibi, mutlak rahmet ve merhamet Sahibi, mutlak varlık Sahibi olan Kadîr-i Zülcelâl’in, Ganiyy-i Kerîm’in, Rahmân-ı Rahîm’in, Vâcibü’l-Vücûd’un, yani Cenâb-ı Allah’ın rahmet kucağına kendisini atmasıdır, yani mal etmesidir.

Namaz; sonsuz nîmetlere muhtaç olduğu halde, sermâyesi “hiç” hükmünde; nihâyetsiz musîbetlere mâruz olduğu halde, iktidârı hiç hükmünde; emelleri, arzûları, elemleri ve belâları hayâl dâiresi kadar geniş ve sonsuz olduğu halde, sermâye ve iktidârının, güç ve kudretinin dâiresi eli nereye yetişirse o kadarcık “dar” olan insanoğlu için bütün emellerine kifâyet eden, bütün arzûlarına cevap veren, bütün elemlerini dindiren, bütün acılarını söndüren, bütün belâlarını yok eden büyük bir kâr, azîm bir saadet, bulunmaz bir nîmet ve yüksek bir uhrevî ticârettir.1

Namaz; hiç sağa ve sola sapmadan ve bir saniye bile oyalanmadan sür’atle kabre, haşre ve ebede doğru baş döndürücü bir hızla koşan insanoğlu için, şimşek gibi ve hayâl sür’atinde en hızlı bir ulaşım aracı; Cennet gibi en güzel ve eşsiz bir saadet kaynağı; rûha, kalbe ve akla büyük huzur veren ve diğer mubah dünyevî işleri de ibâdet rengine boyayan, fânî ömrü ibkâ eden, yani bekâya mal eden, yani bâkîleştiren, âlem-i bekâ tarafından açtığı pencerelerle ebediyet nesîmi ve kokusu alıp getirerek rûhu ve kalbi doyulmaz sevince ve huzûra gark eden benzersiz bir mutluluk, esenlik ve emniyet kaynağıdır.2

Namaz; nefis ve hevâ, cin ve ins şeytanlarına karşı etkin bir mücâhede ile, insanoğlunun kalp ve aklını, rûh ve cismini günahlardan, ahlâk-ı rezîleden ve ebedî helâk olmaktan kurtaran muazzam bir tâlim ve tâlimâttır.3

Namaz; ruhlar âleminden kalkıp, ana rahminden yola devam eden insanoğlunun, çocukluktan, ihtiyarlıktan, dünyâdan, kabirden, berzahtan, haşirden ve Sırattan geçen uzun imtihan seferinde; Sâni-i Zülcelâl’in taze taze, renk renk, çeşit çeşit, nakış nakış mu’cizelerini, kudret hârikalarını ve rahmet tecellîlerini tam bir lezzetle seyir ve temâşâya birer vâsıta hüviyeti kazandıran; ölümü, dünya zindanından Cennetler bahçesine ve Rahmân’ın huzuruna götüren, emre âmâde bir at ve burak sûretinde gösteren; dünyada âciz ve fakir kalbinin kuvvet, huzûr ve zenginlik kaynağı; o uzun ve karanlıklı ebediyet yollarının gıdâsı, zahîresi, ışığı, nûru, berâtı, bileti, senedi ve burağı hüviyetinde bir rahmet tılsımıdır.4

Namaz; Cenâb-ı Hakk’ı, celâline karşı kavlen ve fiilen “Sübhânallah” deyip takdis etmek; kemâline karşı lâfzen ve amelen “Allahü Ekber” deyip tazim göstermek; cemâline karşı kalben, lisânen ve bedenen “Elhamdülillâh” deyip şükretmektir.5

Namaz; Allah’ın dergâhında kendi kusurunu, aczini ve fakrını gören kulun; istiğfâr ederek, Rabb’inin bütün kusurlardan, noksanlıklardan ve ehl-i dalâletin bâtıl fikirlerinden pâk, müberrâ, münezzeh, muallâ, mukaddes ve muarrâ olduğunu tesbih ile îlân etmesi, O’na ilticâ ve tevekkül etmesi, O’na şükür ve senâ etmesidir. Kezâ namaz; bütün ibâdet çeşitlerini içinde toplayan umûmî bir fihriste, bütün mahlûkât sınıflarının renk renk ibâdetlerine, tesbihlerine ve zikirlerine işâret eden kudsî bir harîta hükmündedir.6

Bu yüksek vasıflarla namaz, yalnız ve yalnız Allah emrettiği için ve sadece Allah’ın rızası için kılınır. Kul ile Rabb’i arasına hiçbir kimsenin rızası, hoşnutluğu, hürmeti, saygısı, sevgisi girmez. Eğer girerse, namazın makbûliyetine zarar verir.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 25.

2- Sözler, s. 27, 246.

3- Sözler, s. 29.

4- Sözler, s. 35, 36, 245.

5- Sözler, s. 44.

6- Sözler, s. 45.

20.12.2009

E-Posta: [email protected]



S. Bahattin YAŞAR

Ya amelimiz hebâ olursa!


A+ | A-

İhlas Risâlesi giriş bölümünde, harika bir şekilde içinde yaşadığımız asrın portresi çizilir ve yapılması gerekenlere dikkat çekilir. Çünkü yaşadığımız asrı bilmeden, o asra uygun donanım içerisinde olmak ve çarpılmamak imkânsız gibidir. ‘Bu müthiş zamanda, dehşetli düşmanlar mukabilinde, şiddetli tazyikat karşısında ve savletli bid’alar, dalâletler içerisinde bizler…’ diyerek cümleler devam eder.

Paragrafın içine girildiğinde müthiş zamanın labirentlerini anlamak ve hissetmek hiç de zor değil. Pek tabiîdir ki, böyle bir çağın insanı olmak, insanı çok yönlü bir arayışa itecektir. Adeta başını taştan taşa vuran bir halet içerisinde bir kovalamaca insanı beklemektedir. Onun için bu asır insanından kimi, dinleseniz; dram dolu hikâyeler, romanlar, şiirler bulur sizi.

Bu çağla birlikte, çağın insanının içinde bulunduğu haleti de yine aynı satırların devamından anlıyoruz. ‘…bizler gayet az ve zayıf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde…’ Çağın dehşeti karşısındaki insanın içinde bulunduğu vaziyet, oldukça ürpertici. Yani insan, gayet azlık, gayet zayıflık, gayet fakirlik, gayet kuvvetsizlik tanımlamaları karşısında adeta haddini anlıyor. Anlaşılan güvenilecek maddî anlamda hiçbir şey yok. İnsanın elinin, kolunun bağlı kalması bu olsa gerek. Bir de, zor asır şartlarındaki imkânları kıt insana bir o kadar da, ciddî, ağır sorumluluklar yüklenmiş.

‘…gayet ağır ve büyük ve umumî ve kutsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’âniye omzumuza ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuş…’

Gayet ağır, büyük, umumî, kudsî bir iman vazifesi ve Kur’ân hizmetinin böyle bir asır insanının omzuna konulmuş olması, elbette ki bu insanların oldukça özel bir durum içerisinde bulunduğunu akla getiriyor. Çünkü yapılan işin ehemmiyeti yanında, yapılan işin hangi zor şartlarda yapılmış olması oldukça manidardır ve bu özel bir donanım ve durumun sonucudur.

İşte bunu da gelen satırlar bize takdim ediyor.

‘Elbette, herkesten ziyade, bütün kuvvetimizle ihlâsı kazanmaya mecbur ve mükellefiz. Ve ihlâsın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız. Yoksa, hem şimdiye kadar kazandığımız hizmet-i kutsiye kısmen zail olur, devam etmez; hem şiddetli mes’ûl oluruz.’

Bir de, ‘Benim âyetlerimi, az bir dünya menfaatiyle değiştirmeyin (Bakara Sûresi, 41) âyetindeki şiddetli tehditkârane nehy-i İlâhiye mazhar olup, saadet-i ebediye zararına, mânasız, lüzumsuz, zararlı, kederli, hodfuruşane, sakil, riyakârane, bazı hissiyat-ı süfliye ve menaf-i cüz’iyenin hatırı için ihlâsı kırmakla, hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur’âniyenin hürmetine taarruz, hem hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.’

Çok açık bir anlam taşıyor cümleler. Mecbur ve mükellef olduğumuz ihlâsın sırlarını kendimizde yerleştirmezsek, şimdiye kadarki kazandığımız kudsî hizmet zail olur ve devam da etmez; hem de şiddetli mes’ul oluruz.

Tabiî burada insan, Allah’ın âyetlerini ne ile değiştirmiş olmaktadır?

Saadet-i ebediye zararına, az bir dünya menfaati için yapılan bu değiştirmede insan elbetteki çok büyük bir kayıp içerisinde bulunmaktadır.

Yani Cenâb-ı Hakkın şiddetli tehditkarane nehy-i İlâhisine mazhar olmak.., sonra, ‘nefse ait aşağılık hislerle, mânasız, lüzumsuz, zararlı, kederli, hodfuruşane, sakil, riyakârane ve basit, küçük, az bir dünya menfaati için ihlâsı kırmak..’ böyle bir insan için daha büyük kayıp ne olacaktır.

Bir de, böyle bir ihlâssız hal ile, ‘bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hizmet-i Kur’âniyenin hürmetine taarruz ve iman hakikatlerinin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.’

Cümleler oldukça çarpıcı olarak, içinde yaşadığımız çağa ve böyle bir çağa karşı da bizlerin nasıl bir tutum içerisinde olacağımıza apaçık ışık tutmaktadır. Yani nasıl bir asırda yaşıyoruz, nasıl düşmanlarla karşı karşıyayız ve nasıl bir sorumluluk bizi bekliyor? Bu sorulara cevap aranıyor.

Tabiîdir ki, böyle bir asırda iman ve Kur’ân hizmeti içerisinde olmak, çok büyük kazançlar içerisinde de olmak demektir. Onun için de, ‘mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin çok muzır manileri olur. Şeytanlar o hizmetin hadimleriyle çok uğraşır. Bu manilere ve bu şeytanlara karşı ihlâs kuvvetine dayanmak gerektir. İhlâsı kıracak esbabtan yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz.’

Elbette ki, yapılan bütün asır ve insan tasvirlerine rağmen, Kur’ân bu asrın maddî ve manevî halaskârı olarak, insanların maddî ve manevî bütün ihtiyaçlarına cevap vermektedir. Yeter ki insan, O’nun yolunu tercih etsin ve O’nunla yaşamaya azmetsin.

Asır şartları ne kadar zor olsa da, insana hücum eden unsurlar ne kadar şiddetli olsa da; iman eden, bütün her şeye gücü Yeten’e dayandığı zaman, bütün her şey onun hizmetinde olacaktır. Yeter ki ihlâs bozulmasın. O bozulursa, amelin ruhu bozulur.

***

Gerçi kimse de ayranım ekşi demiyor. Herkes, ihlâstan dem vuruyor. İhlâstan dem vururken bile, ihlâssızlık olabileceğini kimsecikler düşünmüyor. Yoksa insanın en çok seslendirdiği, o hasta olduğu tarafı mıdır? ‘İhlâs, ihlâs’ derken, sadece hastalığımızı mı seslendirmiş oluyoruz. Hani, kursağından aşağı inmeyen seslendirmeler var ya. Bu da öyle olmasın. Allah muhafaza!

‘Kazanmak ya da kaybetmek’ tehlikesi ile baş başa bulunan, amellerin ruhunu hakkıyla kazanmayı nasip etsin Rabbimiz.

Yoksa, geriye dönüp baktığımızda, ameller heba olursa, ‘eyvahhh’lar anlamsız kalacaktır. Böyle bir sondan Allah muhafaza!

20.12.2009

E-Posta: [email protected]



Yasemin YAŞAR

Gürültülü yalan, sessiz hakikat


A+ | A-

Sıdk ile ihlâs arasında çok önemli bağlantılar vardır. Özellikle sıdk, Risâle-i Nur satırlarında, “İslâmiyetin üssü’l-esâsı ve ulvî seciyelerinin rabıtası ve hissiyât-ı ulviyesinin mizacı” olarak tanımlanmıştır (Hutbe-i Şamiye). Sıdk dendiğinde, doğru söz, hakikate uygun beyan akla gelir. Fakat sıdk kavramı doğru söylemekten biraz daha derin bir kavram olup, doğru sözün yanında doğru davranışı da ihtivâ eder. Yani sıdk, içi ve dışı bir, gizli, açık her hâlini aynı çizgide götüren, hayatını doğrulara göre planlayan gibi anlamlar içerir.

Sıdkın bir ileri derecesi sadakattir. Sadakat de, söz ve tavırlardaki doğrulukla beraber, duygu, düşünce, niyette dahi doğru olmak, ulvî hislerin etkisiyle hareket etmek, şartları ne olursa olsun, inandığı hakikatten sapmamak gibi anlamlar içerir.

Sadakat kavramı içerisinde ihlâs vardır. Yani artık doğruluk tabiatının bir parçası hâline gelmiş, insanlarla olan muâmelâtlarında hep dürüst davranan, bütün söz ve davranışlarında doğruluktan ayrılmayan vefalı ve samimî bir insan olmak demektir. Özü sözü bir tabiri, sadık insanlar için kullanılır. Ayrıca peygamberlerin vasıflarından da biridir.

Güzel ahlâkın kapısı, ulvi seciyelerin rabıtası sıdkla mümkündür. Bir insanın güzel ahlâkla vasıflanması sıdk temelinde gerçekleşir.

Resûlullah’ın (asm) peygamberlik tebliğindeki en belirgin vasfı sıdktır. Kâfirler bile O'nun (asm) doğru olduğundan şüphe duymamışlardır. Zaten âlimler, peygamberlik vasıflarını sıralarken, öncelikli vasıfları sıdk, ondan sonra emanet ve sonra da tebliğ olarak saymışlardır.

Bir insanın sözlerindeki, nasihatlarındaki, tebliğindeki tesiratı arttıran şey, ilk olarak doğru sözlü olması, sonra güvenilir ve itimat edilir olmasıdır.

Bediüzzaman, ‘İslâmiyetin esası sıdktır. İmanın hassası sıdktır. Bütün kemâlâta îsâl edici (ulaştırıcı) sıdktır. Ahlâk-ı âliyenin (yüksek ahlâkın) hayatı sıdktır. Terakkiyatın (ilerlemenin) mihveri (ekseni) sıdktır” demiştir. Bediüzzaman’ın sıdk tarifi, esasında sadakati, o da esasında ihlâsı barındırmaktadır.

Cüneyd-i Bağdâdî’ye (k.s.) sorarlar, “İhlâs ile sıdk arasında fark var mıdır?”

“- Evet, ikisi arasındaki fark şöyledir: Sıdk işin temelidir ve ilk olarak o bulunur. İhlâs ise, sonradan meydana gelir ve sıdka tabidir. İhlâs amele girdikten sonra meydana gelir. Kula lâzım olacak asıl şey ihlâstır.”

Sıdkın mânevî hastalıkları tedavi edici bir özelliği de vardır. Kizb (yalan) mânevî hastalanmaların sebebi iken, sıdk tedavi edicidir.

Sıdkı hayatının her safhasında yaşamayanlar, sürekli gelgitler yaşayanlar bulundukları toplumun içerisine tereddüt salar, şüphe atarlar. Böylelikle emniyet edilme özellikleri tehlikeye düşer. Böyle insanlar hak sözler de söylese kulak verilmez. Bugün nasihatta bulunan, iman, Kur’ân hizmeti yapanların sözlerinin tesirsiz kalmasının bir sebebi de bu olsa gerektir.

İşin temeli, ahlâkın esası olan sıdkı hayatın her karesinde yaşamaktır. Çok küçük görülen meselelerde dahi doğruluğun peşini bırakmamak, dili yalana hiç alıştırmamak gerekir. Zira yalan, küfrün esasıdır. İnsanı adım adım günahlara; günahlar şüphelere; şüpheler vesveselere ve mânevî hastalanmalara, oradan da küfre kadar götürebilir.

Basit ve önemsiz görülen meselelerde dahi son derece doğru olmak gerekir. ‘Küçücük bir yalandan ne çıkar?’ gibi bir düşünce, felâketin aslında büyük bir başlangıcıdır. İnsan kalbinden doğruluk uzaklaşıp yalan kuvvet buldukça, kalpte nifak yerleşmeye başlar.

Öte yandan yalanın kendisi bir kılıf olduğu gibi, bazen insan yalana da bir kılıf giydirir. Zımnî yalan dediğimiz bu yalanlar, abartma, mazeret üretme, tariz gibi kılıflara bürünürler.

Meselâ, insanları şevke ve gayrete getirmek maksadıyla yapılan bir hizmeti, bir iken iki söylemek gibi abartmalar, tam tersi bir etki yaparak, insanları bırakın şevke getirmeyi, şüphelerini arttıran bir sonuç verecektir. Bir şeyi mübalâğa etmek, aslında örtülü olarak o şeyi zemmetmek (kötülemek) mânâsına gelir.

Hâsılı, insan hem şahsî hayatı, hem sosyal hayatı mahveden yalana hiç başvurmadan bir hayat yaşaması gerekir. Özellikle de, iman, Kur’ân hizmetinde bulunanların bu konuda çok daha hassas olmaları gerekecektir. Çünkü dâvâ insanları, peygamberlerin yolunda giden ve peygamberî ahlâkla ahlâklanandır. Aksi halde, iman hizmetlerinde muvaffakiyetsizlik tokadını yiyecek ve ihlâs hakikatini bozdukları için de zaten az olan ameller bütün bütün elden çıkacaktır. “Evet, yol ikidir; ya doğru söylenecek, ya sükût edilecek” (Hutbe-i Şamiye). Üçüncü bir yol açık değildir.

Şu gürültülü, eylemli, vurdulu kırdılı geçirilen dönem, yalanın kol gezdiği, sıdkın gizlendiği bir dönem olsa gerek. Zira yalan ve gösterişler gürültülü, hakikat ve samimiyet sessizdir.

20.12.2009

E-Posta: [email protected]



Hüseyin GÜLTEKİN

Dine hizmette en önemli unsur hangisidir?


A+ | A-

Din-i mübine hizmet için neler gerekli? Hangi imkânlar, hangi unsurlar, hangi fırsatlar olmalı ki, iman Kur’ân hizmetinde bulunalım? Kimimize göre maddî noktada fakir ve yoksula yardım edilebilir. Eleman yetiştirmek için okullar, yurtlar açılır... v.s. Kimine göre de dine hizmet edebilmenin en etkili metodu kuvvetli bir medyadır. Bol tirajlı gazete, kitap ve dergilerle, güçlü radyo ve tv kanallarıyla dinimizin hak ve hakikatlerini muhtaç insanlara kolayca iletebiliriz. Bazılarına göre de insanların ilim tedrisinde bulunacakları, dayalı-döşeli, geniş ve ferah mekânlar din-i mübine hizmet için önemli imkânlardır.

Dine hizmet için en önemli ve öncelikli imkân ve unsurun cevabına geçmeden önce Hz. Ömer (ra) ile bazı Sahabe-i Kiram arasında geçen bir konuşmayı dinleyelim isterseniz:

Bir ilim meclisinde Hz. Ömer (ra) orada bulunan sahabelere şöyle bir suâl soruyor: “Biliyorum ki sizler din-i mübine hizmet etmek istiyorsunuz. Bunun için Yüce Allah (cc) duanızı kabul buyursa idi ne isterdiniz?”

Hz. Ömer’in (ra) bu sualine; sahabelerden birisi, Allah’tan bir sandık dolusu altın isteyeceğini; bir diğeri, Allah’tan bir sahra dolusu koyun isteyeceğini; bir diğer sahabi de dine hizmet etmek için Allah’tan bir sandık dolusu gümüş isteyeceğini söylemiş.

Verilen bu cevapları sessizce dinleyen Hz. Ömer’e (ra) bir sahebe: “Ya Ömer, dine hizmet etmek için sen Allah’tan ne isterdin?” deyince, Hz. Ömer (ra): “Eğer Cenâb-ı Hak benim duâmı kabul edip de istediğimi verecek olsaydı, sizin gibi öyle sandıklar dolusu altın veya gümüş veya sahralar dolusu koyun filan istemezdim. Ben Allah’tan dine hizmet için adam isterdim, adam” diyor ve ekliyor: “Ebû Ubeyde gibi, Ebu Zer gibi, Muaz İbni Cebel gibi adamlar isterdim.”

Evet, dine hizmet için, para da lâzım, servet de lâzım, kuvvetli bir medya da gerek; dayalı döşeli, geniş mekânlar da lâzım... Ama illâ ki adam lâzım, adam... Kudsî dâvâya candan inanan ve onun yoluna baş koyan adamlar lâzım... Hayatını dâvâsına vakfeden ve bu uğurda her türlü zorluğu, meşakkati göğüsleyerek, her çeşit fedakârlığı göze alacak hizmet erleri lâzım. Bediüzzaman ve saff-ı evvel talebeleri gibi hayatını dâvâsına severek fedâ edecek hadimler gerek... Dine hizmet yolunda ehl-i himmet insanlar olmadıktan sonra dünya servetine sahip olsanız, elinizde en güçlü radyo televizyon kanalları bulunsa, geniş ferah mekânlarınız bulunsa ne işe yarar? Ve siz bunlarla dine ne gibi hizmetlerde bulunabilirsiniz?

Yıllar önceden Bediüzzaman’ın “Akdamar adasında on senede elli adam yetiştirsem, İslâmı dünyaya hâkim kılarım” iddialı ifadesinden de, dine hizmette “adam” unsurunun yerini başka hiçbir şeyin tutamayacağını anlıyoruz. O da, tıpkı Hz. Ömer (ra) gibi, dine hizmet için, sandıklarla altın, gümüş veya başka şeyleri değil, “ehl-i himmet ve ehl-i hizmet insanlar” istiyor. Akdamar gibi küçücük bir adacıkta elli adamla İslâmiyeti dünyaya hâkim kılacağını iddiâ ediyor.

Akdamar adacığında çeşitli manilerden dolayı bu iddiâsını gerçekleştirme imkânını bulamayan Bediüzzaman, yıllar sonra Barla’da “İslâmı dünyaya hâkim kılarım” iddiasını gerçekleştirdiğini görüyoruz.

Onun Barla’da dine hizmet için maddî hiçbir imkânı olmadığı gibi önüne sıradağlar gibi setler, engeller konmuştu malûm zihniyet tarafından. Ayrıca yalnızdı, yaşlıydı, hastaydı o. Dine hizmet edebilmek için elini atacağı, sırtını dayayacağı dünyevî anlamda hiçbir şeyi yoktu onun. Maniler, engeller saymakla bitmeyecek kadar çoktu.

Ama işte onun, Hz. Ömer’in ifadesiyle “dine hizmet için adamları” vardı. Sayıları pek azdı ama onlar inandıkları bu ulvî dâvâ uğrunda, hayatlarını dâvâlarına feda edercesine Üstadlarının etrafında kenetlenmişlerdi.

İşte Bediüzzaman bütün imkânsızlıklara rağmen Barla’da sayıları iki elin parmakları kadar olan talebeleriyle iki odalı bir köy evinde tarihte belki de emsâli görülmemiş bir biçimde cihad-ı maneviyeyi başlatmış ve İslâmın hak ve hakikatlerini dünyanın dört bir yanına duyurma başarısını göstermiştir.

20.12.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Akreditenin gerekçesi(!)


A+ | A-

“Haber alma hakkı”nı engelleyen 28 Şubat’ın icatlarından birisi olarak başlatılan, gazete ve televizyonlar arasında ayrımcılık yapan akreditasyon uygulaması yaygınlaşıyor. Bazı gazetelerin yetkilileri toplantılara alınırken, bazılarının alınmaması hem toplum, hem akredite uygulanan gazetenin okuyucusu, hem de diğer gazetecilerden ayırt edilen gazete açısından rahatsız edici bir uygulama.

Ahmet Necdet Sezer döneminde başlatılan, Genelkurmay Başkanlığının uzun süredir uyguladığı gazeteciler arasındaki ayrımcılık yani akreditasyon, şimdiki Cumhurbaşkanı ve Başbakan tarafından da adı konulmasa da bir nev’î uygulanıyor.

Şimdi akredite uygulayan bir lider daha çıktı. Geçtiğimiz Perşembe günü MHP Genel Başkanı, yıl sonuna doğru her yıl geleneksel halde düzenlediği “kahvaltılı sohbet toplantısı”na Yeni Asya’nın da içinde olduğu bazı gazete ve televizyonları davet etmedi. Yani akredite uyguladı. Sebebi de “MHP’yle ilgili haberlerde sübjektif davranmak” olarak ifade ediliyormuş. Bu geçerli bir sebep olabilir mi? Kime veya neye göre sübjektif?

Şimdiye kadar akredite uygulayan kurumlar niye böyle bir uygulama yaptıkları konusunda geçerli bir sebep açıklayamadılar. Burada da kıstas nedir? İktidarı destekleyen bir gazete olmak mı, tiraj mı? Hiçbirisi değil. Çünkü davet edilmeyen gazeteler arasında bu kıstaslar çok farklı.

Buradan akredite uygulayanlara şunu sormak hakkımızdır diye düşünüyoruz. En azından açıp özür dilemeyi düşünüyor musunuz? Veya niye çağrılmadığımızı açıklamayı düşünüyor musunuz?

İşin başka boyutu daha var. Gazeteci örgütleri bu ayrımcılığa neden tepki göstermiyor? Daha önce akredite olmayıp da yeni akredite olanlar ayrımcılığı neden unutuyorlar? Neden, birisi çıkıp da “Bu gazeteler niye davet edilmedi?” diye sormuyor. Böyle olmayınca da önüne gelen kendine göre bir ölçü bulup gazeteciler arasında ayrımcılık yapıyor.

Bir kez daha gazeteler ve televizyonlar arasında akredite ayrımı yapanların bu haksız ve ayrımcı uygulamadan bir an önce vazgeçmesini bekliyoruz.

ÇOCUKLAR NEYİ SEYRETSİN?

Görüşmelerin başlamasından da belli olduğu gibi Meclis Genel Kurulu’nda bütçe maratonu sert tartışmalarla devam ediyor. Görüşmelerin başladığı gün özellikle Başbakan Tayyip Erdoğan’ın konuşmasında sert tartışmalar yaşanmıştı. Başbakan ile anamuhalefet partisi başkanının karşılıklı atışmaları, polemiğe girmeleri genelde alışık olunmayan ve ender rastlanan bir durum.

Karşılıklı sataşmayı ve diyalogları seven bir başbakan portresi çizen Erdoğan, sadece Baykal’la sataşmakla kalmadı, Bahçeli’yi de sert bir şekilde eleştirdi. Konuşmasının bir yerinde, Bahçeli’ye dönerek, “Eskaza televizyonlarda bu konuşmaları (Bahçeli’nin konuşması) gören, dinleyen çocuklarımızın ruh sağlığı noktasında endişe taşıyorum. Aziz milletimizden, anne ve babalardan, çocuklarını, Sayın Bahçeli konuşurken televizyondan uzak tutmalarını hassasiyetle rica ediyorum” demişti.

Bahçeli ona cevap verdi: “Kendisi bizi izlemiyor anlaşılan… Çocuklar bizden niye korksun. Ben kalkıp desem ki, ‘Sayın Başbakan’ı çocuklara tavsiye ediyorum. Devamlı seyretsinler’, bir de örnek göstermiş olsam cevap ne olur? Walt Disney filmlerini mi seyretsinler, o anlama gelen bir mutluluk mu hissedecek çocuklar. Öyle şey olur mu? Ben de tavsiye ediyorum. Çocukların sayın Başbakan’ı seyretmelerinde yarar var. En azından Walt Disney filmlerini seyreder kadar neşelenecekleri kanaatindeyim…”

Bizim de tavsiyemiz çocuklarımızı televizyondan uzak tutmanız. Çünkü, mafya dizileri, müstehcen dizileri çocuklarımızın ahlâklarını ve psikolojilerini yeterince bozuyor. Bir de siyasetçiler arasındaki bu tür kavgalar da gerginliklere sebep oluyor.

‘GEZEN TİLKİ, YATAN ASLANDAN KÂRLIDIR!’

Yine bütçe görüşmelerinden bir not aktaralım.

Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, Başbakanlık bütçesinde konuşurken “Gezen tilki, yatan aslandan kârlıdır” diye bir cümle kullandı. Peki bunu ne için kullandı? Anlatalım:

Sadece AKP iktidarı döneminde değil, önceki dönemlerde de Başbakanlığa alınan uçakların eleştiri konusu olduğunu söyleyen Çiçek, bir başbakanın uçak almasının eleştiri konusu olmaması gerektiğini, eğer bir Başbakanın, bu uçağı devlet hizmeti dışında kullanıyorsa bunun eleştirilip, tepki gösterilebileceğini ifade etti. Gerisini Meclis tutanaklarından aktaralım:

Oktay Vural (MHP İzmir): İlçe kongrelerine gidiyor Sayın Bakan.

Şenol Bal (MHP İzmir): Biraz da ülkede otursun da ülkeyi yönetsin!

Cemil Çiçek: İşi niye böyle vulgarize ederek, avamileştirerek veya böyle bir mecraya sokarak konuyu değerlendirmeye çalışıyoruz?

Kemal Anadol (CHP İzmir): Sayın Bakan, mitinge gitti, mitinge.

C. Çiçek:…Bakınız, gezen tilki yatan aslandan kârlıdır. Şimdi, yattığınız yerde size hiç kimse bir şey getirmez; gezeceksiniz, gideceksiniz, konuşacaksınız, tartışacaksınız. Mühim olan, ülkenizin bundan neler kazandığıdır…

Bu atasözünde derin anlamlar var mı, bilemiyoruz, ama bu cevap muhalefeti tatmin etmeye yetmedi. Tartışmalar sürüp gitti…

20.12.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Alevî açılımı”nın akıbeti (2)


A+ | A-

Gerçek şu ki Alevilik İslâm’ın içinde yer alır, Müslümanlıktan ayrı bir mezhep ya da din değildir. Alevilerin ibâdethânesi de bütün Müslümanlar gibi camilerdir.

Bugünkü vaziyetiyle namaz kılmanın câiz olmadığı cemevlerinin ibâdethane olarak gösterilmesi, Aleviliğe olduğu kadar, İslâm’ın ibâdethane anlayışına da aykırı.

Sazlı-sözlü ritüellerle semahın yapıldığı, çalgıların çalındığı, İslâm fıkhına ve ibâdet esaslarına mugayir—güya—Hz Ali’yi tasvir eden resimlerden M. Kemal’in portresine kadar fotoğrafların duvarlarına asıldığı, kadın-erkek karışık-karma oturulan mekânlar, Müslümanların (Alevilerin) ibâdethanesi olamaz.

Zira bin dörtyüz senedir bütün Müslümanların tek bir ibâdethânesi var; ve o da mescitler ve camilerdir. Tıpkı Hıristiyanların mâbedinin kilise, Yahudilerin sinagogu gibi.

Esasen İslâm’da “ibâdet” kelimesinden zekât, oruç, hac gibi mâlî-bedenî ibâdetlerin yanı sıra öncelikle “namaz” anlaşılmakta; ve namazın kılındığı mekânlara da “mescid” ya da “cami” denilmekte. Mescidlerde, camilerde Kur’ân ve hadislerin okunması, İslâm’ı anlatan ve öğreten mev’izelerin dışında İlâhîlerin bile def, zil ve diğer çalgı âletleri eşliğinde seslendirilmesi uygun görülmemekte.

Bunun içindir ki devletin Alevî vatandaşların taleplerini karşılaması kadar tabiî bir şey olamaz. Kültürlerini yaşamalarında elbette kolaylıklar sağlanmalı. Elbette Alevî vatandaşların geleneklerini, göreneklerini sürdürmelerine maddî ve mânevî destek verilmeli.

Bu hususta Kültür Bakanlığı, bir kültür kuruluşu olan cemevlerine maddî yardımda bulunabilir; dedelere, zâkirlere maaş bağlayabilir…

DİYANET, “CEMEVİ - İBÂDETHÂNE” BASKISINA GELMEMELİ

Ancak, İslâm an’anesine ve esaslarına aykırı bir biçimde, cemevlerinin, Müslümanlığın bir cüz’ü olan Aleviliğin ibâdethanesi olarak tağyirine kimsenin hakkı yoktur…

Eğer cemevleri çalgı âletlerinden, resimlerden arındırılsa elbette her temiz yerde olduğu gibi burada da ibâdet edilebilir, namaz kılınabilir. Bu durumda cemevleri bir ibâdethane yani cami-mescit mânâsına bürünür.

Alevilere ait kültür evleri, vakıflar, dernekler elbette olur. Lâkin Müslümanlıkta mezheplere mahsus mescitler-camiler yalnız bir mezhebe ait olmadığından, cemevleri sadece “Alevilerin mescidi-camisi” gibi de düşünülemez.

Diyanetin bütün Müslümanların ortak ibâdet mekânı olan camiler statüsüne kabul edip, “din görevlisi” ataması için, evvela cemevlerinin mescit-cami haline getirilmesi gerekir. Aksi halde mevcut haliyle birer kültür merkezi mesâbesinde olan ve namaz kılmanın uygun olmadığı bu mekânların ibâdethane olarak vasıflandırılmasının imkânı yoktur.

Siyasî otoritenin Diyanet’i, cemevlerini ibâdet yeri olarak onaylama dayatması veya İslâmî kâidelere ve ibâdeti ifâ şartlarına uymayan haliyle “cami” olarak kabule zorlaması, telâfisi mümkün olmayan ciddî dinî inhiraflara, toplumsal tepkilere sebebiyet verir…

AKP iktidarında devletin resmî ideolojisi “Atatürkçülük” ile “ilke ve inkılâpları”, din eğitimi ve öğretimine pervâsızca sokuldu. “İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük” kitabından “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” kitabına kadar hemen hemen bütün kitapların ön ya da iç kapaklarına “Atatürk fotoğrafları” konulmasıyla yetinilmedi.

Din öğretimi, Atatürk’ün “söylevleri”yle dolu “okuma parçaları”yla öğretilmeye yeltenildi. Millî Eğitim Bakanları, AKP döneminde ilk ve orta öğretimde “Atatürkçülüğün, Atatürk öğretisinin yüzde 40 artmasıyla” övündüler…

ŞİMDİ DE “MEZHEBÎ TARTIŞMA VE

ÇATIŞMA” MI?

Yine AKP iktidarında özellikle “Atatürkçülük” konusundaki “baskılar”a gelen Diyanet, “Atatürkçülüğün camilere sokulması”na öncülük etti. Diyanet İşleri Başkanı, dinî bir öğreti ve vecîbeymiş gibi, “Atatürk ilke ve inkılâpları camilerde öğretilecektir” dedi.

Diyanet’in taşraya gönderdiği ve “bir tek kelimesinin bile değiştirilmemesi” uyarısının yapıldığı Cuma hutbelerinde, millî bayram haftaları ve “ulusal günler” bahanesiyle, rejimi dinden tecrid programına oturtan ve nihayette “devrimler”le devletle dini temelden ayıran bir politikacı olan “Atatürk’e medhiyeler” dizildi. Diyanet, aracılığıyla dine, mâbede, din dışı cereyanlar, bid’atlar sokuldu.

Kur’ân, Sünnet ve icma ile farziyeti, tesettürün bir parçası ve dinî bir vecîbe olduğu belirtilen başörtüsü hakkındaki Din İşleri Yüksek Kurulu’nun fetva-kararlarına yeterince sahip çıkmayan Diyanet, hiç olmazsa bu konuda dayatmalara gelmemeli. İçine girdiği tutukluğu “cemevi tartışması”nda sergilememeli.

Cemevlerine dair görüşünün arkasında durmalı. Gerçek Aleviliğin İslâm olduğunu delilleriyle ortaya koymalı; camilerin-mescitlerin Alevilerin de ibâdethanesi olduğunu topluma anlatmalı. Tamamen dinî olan bu meseleyi nâehillere bırakmamalı.

Günübirlik konjonktürel kaygılarla değil, dinin nasları ve esaslarıyla talepleri değerlendirmeli. Yönetimlerin gündelik ve politik ranta dönük sathî ve siyasî mülâhazalarla kimi mahfillere ve bazı kesimlere şirin gözükme hesabına girişeceği yanlışlara tâviz vermemeli. Şu ya da bu grubun ideolojisi, çıkarı veya propagandası değil, İslâm’ın temel kaynaklarındaki hür ve semavî tesbitleri esas almalı.

Ve siyasî iktidar, “ açılış” uğruna Diyanet’i İslâm’ın rasih esaslarına aykırı fetvalara zorlamamalı. Yoksa netice, bu “açılım”ın da akametiyle kalmaz; tartışmaların arenasına, milletin tarihinde ve kültüründe rastlanmayan “etnik kimlik tartışması ve çatışması”na bir de “mezhebî mensubiyet tartışması ve çatışması” eklenir… Lütfen dikkat!

20.12.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

İmanî devalar


A+ | A-

Üstad, Denizli hapsi mektuplarından birinde, “Ben bu fecirde her birinize karşı bir acımak hissettim. Birden, Hastalar Risalesi hatıra geldi, tesellî verdi” dedikten sonra “Evet, bu musîbet dahi içtimaî bir nevi hastalıktır. O risaledeki ekser imanî devalar, bunda da vardırlar” diye devam ediyor (Şuâlar, s. 495).

Demek ki, bu risaledeki imanî devalar, bilinen maddî hastalıkların dışında, insanı sıkıntıya sokan diğer bilumum hallere karşı da bunalan ruhları ferahlatacak tesellî mesajlarını ihtiva ediyor.

Onun için, bu eseri sadece grip, nezle veya başka bir hastalık sebebiyle yatağa düştüğümüzde değil, şu veya bu sebeple bunaldığımız her an okumamız gereken bir başucu kitabı olarak sürekli elimizin altında bulundurmamız gerekiyor.

Esasen, Risale-i Nur’un tamamı bu nitelikte.

Nitekim çağın özelliklerini sıralarken “hasta, gaddar ve bedbaht asır” ifadelerini kullanan Üstad (Kastamonu L., s. 144), “Biz Kur’ân’dan mü’minler için şifa ve rahmet olan şeyi indiriyoruz” mealindeki İsra Sûresi 82. âyetin tefsirinde, Risale-i Nur’u “bu asrın manevî ve müthiş hastalıklarına şifa” olarak niteliyor (Şuâlar, s. 1084).

“Kur’ân, iman edenler için bir hidayet rehberi ve şifadır” mealindeki Fussilet Sûresi 44. âyetin tefsirinde de “Şu şifalı âyet çok zamandır benim dertlerimin şifası ve ilâcı olduğu gibi, eczahane-i kübra-yı İlâhiye olan Kur’ân-ı Hakîmin tiryakî ilâçlarından, Risale-i Nur eczalarının kavanozlarından alarak belki bin manevî dertlerime bin kudsî şifayı buldum ve Resaili’n-Nur şakirtleri dahi buldular” (a.g.e., s. 1081) ifadeleri yer alıyor.

Aslında Risale-i Nur’daki tesirin sırrı, içindeki devaları yazarın önce kendi nefsinde tatbik edip, yeni tabirle “test ve onay” sürecinden geçirdikten sonra umumun istifadesine sunmasında saklı.

Külliyatta konunun farklı ve derin boyutlarına ışık tutan birçok bahis var. Onlardan biri de şu:

“Yazılan eserler, risaleler, ekseriyet-i mutlakası, hariçten hiçbir sebep gelmeyerek, ruhumdan tevellüd eden (doğan) bir ihtiyaca binaen, ânî ve def’î olarak (bir anda) ihsan edilmiş. Sonra bazı dostlarıma gösterdiğim vakit demişler: ‘Şu zamanın yaralarına devadır.’ İntişar ettikten (yayıldıktan) sonra ekser kardeşlerimden anladım ki, tam şu zamandaki ihtiyaca muvafık ve derde lâyık bir ilâç hükmüne geçiyor.” (Mektubat, s. 637)

Bu mânâyı tamamlayan bir diğer ifade:

“Hususan doğrudan doğruya ihtiyaca binaen ve yaralarına devaen Kur’ân-ı Hakîmin esrarından (sırlarından) manevî ilâçlar alınsa ve tecrübe edilse, elbette o ulûm-u imaniye (iman ilimleri) ve edviye-i ruhaniye (ruhanî devalar), ihtiyacını hissedenlere ve ciddî ihlâs ile istimal edenlere (kullananlara) yeter, kâfi gelir.” (a.g.e., s. 599)

Ve Üstadın saff-ı evvel talebeleri içinde iki öncü ismin, Hulûsi Beyle Sabri Efendinin örnek vasıflarından söz ederken vurguladığı şu husus da yine aynı çerçevede dikkatimizi celb ediyor:

“Ben kendi nefsimde tecrübe ettiğim ve eczahane-i mukaddese-i Kur’âniyeden aldığım ilâçları, onlar da kendi yaralarını hissedip o ilâçları merhem suretinde tecrübe ediyorlar. Aynı hissiyatımla mütehassis oluyorlar.” (Barla L., s. 49)

Bu ifadelerin devamında da, söz konusu iki öncü ismin şahsında tüm Nur Talebelerinin taşıması gereken çok önemli bir vasıf vurgulanıyor:

“Ehl-i imanın imanlarını muhafaza etmek gayreti, en yüksek derecede taşımaları ve ehl-i imanın kalbine gelen şübehat ve evhamdan (şüphe ve vehimlerden) hâsıl olan yaraları tedavi etmek iştiyakı, yüksek bir derece-i şefkatte hissetmeleri.”

İşte Risale-i Nur hizmetinin özü, hulâsası, özeti bu. Onun için, bu hizmete ömrünü vakfetmiş iman ve ihlâs kahramanları, müşfik birer hekim hassasiyeti ile insanlara muhatap oluyor; hayatın her alanında inançsızlıktan kaynaklanan hastalık ve yaraları tedavi edecek imanî devaları yerine ulaştırma idealiyle, sonu gelmeyen bir manevî seferberliği ilânihaye devam ettiriyorlar.

Nesilden nesile taşınan bir bayrak yarışı gibi.

20.12.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl