13 Mayıs 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Nejat EREN

“I. Risâle-i Nur Gençlik Şöleni”ne iştirak edelim


A+ | A-

Bu yazım, münhasıran 16 Mayıs 2010 Pazar Günü Ankara’da yapılacak “I. Risâle-i Nur Gençlik Şöleni”ne davet hususundadır. Türkiye’nin her köşesinden bu davete ciddî olarak katılımın olacağını, gençlerimizin büyük emek verdiği ve bir “ilk olan” bu tarihî hadiseye bigâne kalmayacağınızı umut ediyorum.

O, yani asrın mânevî tabibi, asırların çilekeşi, Peygamberlerin varisi, iman dâvâsının en samimi ve mütevazı hadimi, hizmetkârı, müdafii! Gariplerin bu asırdaki yardımcısı, temsilcisi.

Helâket ve felâket asrının müceddid rehberi; Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, insanlığın bütün sınıf ve kademelerine reçete yazmıştı. Alâka duymuştu. Onların dertleriyle hemhâl olmuştu. Ama bilhassa “gençlere” ve “gençliğe” ayrı bir alâkası, yakınlığı, himmeti, gayreti ve candanlığı vardı. Onun diliyle “nesl-i cedid”in hem bütün insanlık, hem de “Kur’ân hizmeti” için çok başka bir yeri vardı.

“Nesl-i cedid”, yani “gençler” onun nazarında; gelecek zamanın enerji ve güç kaynağıydı.

Tâ asrın başında haykırışı vardı. Gençlerin önünde durmak isteyen “statükocu zihniyet”e çok sert bir ihtarı ve ültimatomu vardı. “İşte, ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik (ölü konumunda olan) bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Tâ ki, hakikat-i İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvüc-sâz edecek (dalgalandıracak) olan nesl-i cedid (gençlik) gelsin!” (Münâzarât)

İşte o “nesl-i cedid”, Yeni Asya misyonu ve bayrağı altında 16 Mayıs Pazar Günü başkent Ankara’da, bu asırlık davete “Sadakte (doğru söyledin) Üstadım!” diyecek şahane bir organizasyon ve program hazırladı! Bir “ilk”e imza atacaklar onlar! Onları yalnız bırakmak yakışır mı ehli hizmete ve hamiyete?

Kars’tan, Ağrı’dan, Van’dan, Batman’dan, Diyarbakır’dan; İz

mir’e, Balıkesir’e, Çanakkale’ye, Bursa’ya, Edirne’ye, Samsun’dan, Ordu’dan, Trabzon’dan, Adana’ya, Antalya’ya, Mersin’e; Kayseri’den, Erzurum’dan, Konya’ya, Kahramanmaraş’a, Gaziantep’e, Şanlıurfa’ya, Kastamonu’ya, Isparta’ya, Denizli’ye, Eskişehir’e, İzmit’e Adapazarı’na, İstanbul’a kadar... Seksen bir ilin, sekiz yüzden fazla ilçenin, elli bine yaklaşan köy, belde ve mezranın; kısacası yetmiş iki milyonun vefakâr evlâtlarının adına, karanlığa bir mum yakmak için, mânevî gül ve bahar mevsiminin havasını bu millete, Müslümanlara ve insanlığa bizlere teneffüs ettirmek için “1. Risale-i Nur Gençlik Şöleni” adı altında bir hizmet kervanı başlattılar. Bir yıldan fazla bir zamandan beri çalışıyorlar. Bizleri davet ediyorlar ve bekliyorlar! Başta “Hakkın” rızası için, sonra Hz. Peygamber (asm) ve Üstadımız için ve nihayet kendi maharetlerini ve kabiliyetlerini, hedeflerini ve gayelerini görüp göstermek için, duâlarımızı almak ve destek vermek için Anadolu’daki “şahs-ı manevî”yi Türkiye’nin payitahtına; başşehri Ankara’ya davet ediyorlar!

Binden fazla gencimiz “Bilgi Yarışması, Fotoğraf Yarışması, Karikatür Yarışması, Kısa Film Yarışması, Şiir Yarışması” adı altındaki faaliyetlerle yarıştılar, ter döküp, mesai harcadılar.

Yüzden fazla genç kardeşimiz de; Ankara’daki Yeni Asya Ayaş Tesislerinde “I. Risâle-i Nur Gençlik Kongresi” adı altında; “Kur’ân Medeniyeti ve Gençlik” başlığıyla bir ilki gerçekleştirip kongrelerini ve masa çalışmalarını yaptılar.

İşte, 16 Mayıs Pazar Günü Ankara’da bu hizmetlerin neticelerini, güzelliklerini sadece bizler ve bu millet için değil; aynı zamanda iki milyara yaklaşan “İslâm Dünyası”yla da bu ortak inancın, kültürün, manevi değerlerin insanlık için ne kadar önemli ve zaruri olduğunu kendi açılarından seslendirecek, dillendirecek, bizlerle ve bütün insanlıkla paylaşmaya çalışacaklar.

“I. Risâle-i Nur Gençlik Şöleni”ne katkı sağlamak, aynı zamanda da “Kur’ân Medeniyeti ve Gençlik” adı altındaki kongrenin sonuç bildirgesini onların dilinden dinleyip mânevî haz elde etmek için; Cennet vatanın her köşesinden, her kademeden katılımcıları bütün gençler adına, şahsım olarak ben de Ankara’ya davet ediyorum. Binden fazla genç fidanımızın, istikbal çiçeklerimizin maharetlerini, emeklerini, mesâilerini bizzat yaşamak, görmek, paylaşmak, “teâvün, sadakat, metanet, şirket-i mâneviye, a’mâl-i uhreviye, uhuvvet, şevk alıp verme, kardeşlerinin dertleriyle hemhâl olma… vb” düsturlara uymak için Ankara’da gençlerimizle birlikte olmalıyız. 16 Mayıs 2010 Pazar Günü Ankara’da buluşmak, gençlerimizle ve birbirimizle kucaklaşmak dilek ve temennisiyle...

13.05.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet ÖZDEMİR

“Hamidîlik” ve “Hıdırellez” üzerine


A+ | A-

Uzun zamandır bu köşede bazı konuları sizlerle paylaşıyoruz. Yazılarımıza çeşitli yollardan sorular ve olumlu yorumlar alıyorum. Bunlar beni sevindiriyor. Daha önce yayınlanan iki yazımla ilgili okuyucularımdan aldığım olumlu tepkilere hem teşekkür, hem de açıklama yapma gereğini duydum.

Bir okuyucum “Said Nursî’nin Hamidiye Alaylarına Bakışı” başlıklı yazımızla ilgili bir hatırlatmada bulunmuş. İyi niyetle kurulmuş Hamidiye Alayları ne yazık ki daha sonra padişahın tahttan indirilmesine sebep gösterilmiş; kendisinden sonra çok değişikliğe uğramış, bir bakıma özünü kaybetmiştir. Zamanla “Hamidiye Alayları” istismar konusu bile yapılmıştır. Bu durum Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra Said Nursî’nin doğudaki aşiretlerle yaptığı münazaralarda söz konusu olmuştur. Bilindiği gibi bu konuşmalar daha sonra “Münazarat” adı altında içtimâî hastalıklara bir reçete olarak yayınlanmıştır. Bu eserde “Hamidîlik” (Hamidiyecilik) olarak kasdedilen “Hamidiye Alayları” değil, belki onun istismarıdır. Bu kelimenin arkasına sığınılıp veya kalkan yapılıp sorumluluk bölgesinde terör estirilmiştir.

İlgili konu şu sorunun cevabında geçmektedir: “İstibdâdın çirkinliğine, meşrûtiyetin bu derece iyiliğine delilin nedir?”

Bediüzzaman, istibdatın çirkinliğine ve meşrûtiyetin iyiliğine delilini şöyle açıklar: “Siz avâm olduğunuzdan hayâlinizle tefekkür, gözünüzle taakkul ettiğinizden, temsil size bürhân-ı nazarîden daha ziyâde muknîdir. İşte, ikisinin mâhiyetlerini misâlle tasvir edip göstereceğim. İşte, biliniz: Hükûmet hekim gibidir; millet hastadır. Farzediniz, ben şu çadırda oturmuş bir hekimim. Şu etraftaki her bir köyde, Allah etmesin, birer ayrı hastalık var. Ben o hastalıkları teşhis etmemişim, hem de tâcizimi istemeyen müdâhenecilerden (dalkavuklardan), yalancılardan başka kimseyi görmemişim. Şu halde, şu köylere, tanımadığım bir hastalığa, görmediğim bir hastaya gönderdiğim reçetesiz; mîzansız bir ilâcı istimâl eden, acaba şifâ mı bulur veyahut ölür? Evet, ‘Ölmeden önce ölünüz’ sırrına, şunun sâye-i muzlimânesinde (kötü himaye) mazhar oldunuz. İşte her köye böyle ilâç göndermek, hattâ dâü’l-cû ile karın ağrısına müptelâ olan emsâlinize hazım ilâcı hükmünde olan iâne toplamak yahut eşkiyâlık ve husûmet derdiyle mültehap (yaralı) bulunan o vücuda, iltihâbı tezyid eden (çoğaltan) Hamidîlik icrâ etmek ve ilâ âhir, acaba tedâvi mi, yoksa tesmîm (zehirleme) midir, melekü’l-mevte (Azrail’e) yardım etmek midir?”1

Her insanda hata olduğu gibi Sultan Abdülhamid’in de elbette hataları vardır. Bediüzzaman, kişiler hakkında toptancı (ya hep-ya hiç) olmamıştır. İyilikleri takdirle, yanlışları da-–kavl-i leyyinle—anlatmıştır.

Üstad, doğuda bir medrese (üniversite) açılması için İstanbul’a gitmiş, ama her nedense devrin padişahı ile görüştürülmemiştir. Bu onu körü körüne Abdülhamid düşmanlığına götürmemiştir. Aksine ona “bir nevî veli” olarak baktığını yine aynı risâlede şu satırlarda görebiliriz: “Ecnebîlerin şiddetli desîse ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebat ve kanaat; husûsan âlem-i İslâmın kısm-ı âzamının halîfesi olmak; hem, bîçare vilâyât-ı Şarkiyenin bedevî aşâirini Hamidiye Alayları ile en yüksek bir derece-i askeriye ve medeniyeye onları sevk etmesi, Hamidiye Camiinde her Cuma günü bulunması, şeâir-i İslâmiyeye elden geldiği kadar mürâât etmesi…. bütün hayatında onun padişahlar içinde bir nevî velî hükmüne geçtiği...”2

Değerli ve müdakkik bir okuyucumuz da, “Hz. Hızır ve İlyas’tan (as) Hıdırellez bayramına” başlıklı yazımıza bir açıklama göndermiş. “Yurdumuzda olduğu kadar dış dünyada da her yıl bahar mevsiminde yeşilliğin iyice canlandığı 6 Mayıs’tan itibaren Hıdrellez Bayramı kutlamaları başlar” ifâdesinden Hıdrellez şenliklerinin günlerce devâm ettiği gibi bir anlam çıkabileceğini hatırlatmış. Hâlbuki Hıdırellez de halk arasında Nevruz Bayramı gibi sâdece bir güne mahsus olarak kutlanmaktadır. Saraylarda kutlama günlerce sürmüş olabilir. Türk milleti olarak tarih boyunca çok çeşitli takvimler kullandığımızı hatırlatmaya her halde gerek yoktur. Bu takvimler içinde yer alan ve güneş yılına göre düzenlenmiş Rumî Takvim daha çok vergi tahsili için kullanılmıştır. Vergilerin ağırlığı ise tarıma ve hayvancılığa dayanmaktadır. Bu gözle bakarsak Rumî takvime “Çiftçi Takvimi” de diyebiliriz. Günümüz duvar takvimlerinde Hızır ve Kasım günleri gösterilmektedir. Burada aylar, haftalar ve yıl sayısı yoktur. Her bir sene, Hızır (Yaz) ve Kasım (Kış) olarak iki mevsimden ibârettir.

Bu açıklamalar ışığında adı geçen yazılarımın yeniden değerlendirilmesinde fayda olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bu açıklamaları yapmama yardımcı olan çok değerli okuyucularıma da bu vesile ile teşekkür ediyor ve “Allah razı olsun” diyorum.

DİPNOTLAR:

1- Bediüzzaman Said Nursi, Eski Said Dönemi Eserleri (Münazarat), s. 210-211

2- Bediüzzaman Said Nursi, aynı eser, s. 308

13.05.2010

E-Posta: [email protected]



Mikail YAPRAK

Yazamamak


A+ | A-

Evet, tekrar vurgu gerekiyorsa, yazmak değil, ya-za-ma-mak.. Bu yazı “yazamamak” eylemine karşı "yazmak“ eyleminin bir başkaldırısıdır. Normal, sıradan bir yazının “mükemmelliyetçilik” zihniyetine isyanıdır.

Bu yazının hemen öncesinde peşpeşe iki siyasî yazdık ya... “Keşke yazmaz olsaydım” diyesim geldi sonradan.. Neden mi?

Bakınız, o iki yazının hemen akabinde fikren bir boşluğun, kalben bir duygusuzluğun ve ruhen bir durgunluğun mahkûmu olarak bir hafta yazamadım. O "mükemmelliyetçi“ zihniyet yakamı bırakmadı. Şu konu mu, bu konu mu derken, geldi vaktimin sonu. Üstelik yazılmış olan, yayınlanmış olan iki yazıyı bile sorgulamaya yeltenmek, öyle bir zihniyet ki, tam şamarlık. Ve de o şamarı yedik. Avrupa’nın ortasında, hadiseler ve gelişmeler meydanında, medya bombardımanında yazacak birşey bulamamak ne tuhaf! Çölde su arayan seyyah misali, bir damla ilhamın muhtacı olmak ne garip!

Ve bir haftamız yazısız geçti. Duyduklarına duyarsız, yazdıklarına gönülsüz, gördüklerine ilgisiz ve okuduklarına yabanî bir garip yolcudan ne umulurdu ki.. “Kendisi himmete muhtaç bir dede, başkasına nasıl himmet ede?”

Ah o mükemmelliyetçi zihniyet! Eşleri bile biribirinden ayırabilen o zihniyet.. Derler ki, Allah’ın emri, Peygamberin kavliyle evlenen iki gencimiz, altı ay içinde boşanmanın eşiğine gelmişler. Delikanlı, hocasını evine davet ederek “Aman bizi kurtar” demiş. Ve geçimsizlik sebeplerini bir bir sıralamaya başlamış. Bir sebebe gelince, gencin hocası onu durdurmuş ve:

“Tamam anlaşıldı, asıl terk edilmeyi hakkeden sensin” demiş. İşte o sebep:

-Hocam, benim bu eşim geri zekâlı. Defalarca ona dedim: “Diş macununa ortasından değil, arkasından bas.” Bir türlü anlatamadım, hocam. Herşeyin bir usulü var, değil mi?

Yazılar okurum ki, yazar, aklına gelen ilk kelimeyle girivermiş mevzuya. Başından, ortasından, sonundan demeden. Ne âlâ!

***

Yazamamanın muhtemel başka sebeplerini arka plana atarak, durgunluğa ve ilham kesintisine sebep zannettiğim o iki yazı, Avusturya siyaseti üzerineydi. Bir de Türkiye siyaseti üzeine olsaydı, acaip sarsacakmış. Aman ha, benim mizacımda birinin Türkiye siyasetine dönüp bakması bile hata! “Sokak ağzı,” “sokak kavgası” tabirleri var ya... “Meclis ağzı,” “Meclis kavgası” tabirleriyle tebdil-i mekân etmiş sanki..

Hem zaten gündemi takip eden yazarlarımız, Risâl-i Nur meslek ve meşrebi çerçevesinde, menfî detaylara girmeden, tehlikeli gidişata dikkat çekerek, çıkış yollarını da gösteriyorlar.

Şimdi o veciz Nursî nasihatını uygulamanın tam zamanıdır:

“Pencerelerden seyret, içlerine girme!”

***

Bir duygu, bir ruh hali ki, izahı zor. Yazmak için bir mevzuya davranıyorsun, onun âlâsının bir başka kalem erbabınca yazılıp çizildiği fikrine saplanıp vazgeçiyorsun. Yahut "Yazılsa ne çıkar ki, bu kadar yazılardan ne hâsıl oldu ki?“ tarzında hissî bir maraz fikrine ilişip yüzünü ondan çeviriyor, gönlünü sarartıyor.

Bazen de yazıyorsun, herşeye rağmen... Yazıyorsun, gündemin zoruyla, kalemin zorbalığıyla ve gelişmelerin sevkiyle. Okunup okunmayacağını, sadra şifa olup olmayacağını düşünmeden.

Hele bazan en elverişli ortam, yazmaya namüsait oluyor da, en elverişsiz yer ve zaman, gürül gürül ilhamın akmasına engel olamıyor. Sessiz sedasız bir ortamdasın, diyelim ki, evdesin ve yalnızsın, ama yazamıyorsun.

Merhum Nasreddin Hocanın evde kaybettiğini dışarıda araması gibi. Ya da geceleyin sokakta dolaşırken, bekçinin “Gecenin bu vaktinde ne arıyorsun hocam?” sorusuna, “Uykumu kaybettim, onu arıyorum” demesi gibi, kendini sokağa attığın da oluyor.

Sokak dendiğinde nelerin çağrışım yaptığını herkes bilir. Ne ki, olumsuz çağrışımları biraz daha fazla gibi. Sokak ağzı, sokak çocuğu, sokak kavgası tabirleri bir çırpıda dilime düşenler. Bir de "Ben onu sokakta bulmadım" tabiri var ki, sokağı yerle bir eder.

Halbuki sokağın bir yanı daha var ki, dillere destan. Demokratik zaferlerde sokağın rolü her zaman büyük olmuştur. Halkı bağrına basan sokaklar, ihtilâlcilerin korkulu rüyası olagelmiştir. Bundandır ki, darbelerde sokağa çıkma yasağı getirilir.

Öyleyse, bugünkü Meclis ağızlarını, Meclis kavgalarını hiç de yadırgamayalım, değil mi? Demek ki, o kadar halkçı, o kadar milliyetçi oldular ki, sokağı Meclise taşıdılar. Yakında referandum olursa, Meclis sokağa taşınacak!

13.05.2010

E-Posta: [email protected]



Suna DURMAZ

15 milyon dolara evini satmayan Kudüslü mücâhide


A+ | A-

“Bizim uğrumuzda mücâhede edenleri

elbette yollarımıza eriştiririz. Şüphesiz ki

Allah, ihsan edenlerle beraberdir.”

Ankebût Sûresi 69. âyet

Bazı insanlar “Ne olacak zamane gençliği değil mi? Bunlarda hayır ne gezer?” diye genelleme yaparak gençliği topyekün hayırsız sayarlar. Oysa bu gençlik içinde yüce dâvâyı sırtlayan, ümmetin düştüğü acı duruma çâre arayan, gecesini gündüzüne katıp hayır işleriyle hemhal olan kız-erkek binlerce genç vardır.

Maşâallah Kuveyt Talebe Birliği gençleri işte bu örnek gençlerden bir gurup.

Birliğin Filistin Komisyonu her yıl bir hafta boyunca Müslümanların ilk kıblesi olan Mescid-i Aksa ve Kudüs hakkında kültürel faaliyetler düzenliyor. Bu yılki haftanın sloganı “el-Kudsü yüvahiduna/ Kudüs bizi birleştiriyor” idi.

Hafta boyunca, sabah ve akşam programları halinde kitap sergisi, Kudüs tarihini işleyen seminerler, Filistin şiir ve folklor gecesi gibi faaliyetler düzenlendi. Etkinlikler içinde en fazla ilgiyi çeken ise, Kuveyt Talebe Birliğinin daveti üzerine Kuveyt’e gelen 58 yaşındaki Kudüslü mücahide Fevziye Câbir el-Kürd idi.

Filistin’de, özellikle de Kudüs’te olup bitenleri medyadan takip edenler, Kudüs’ün Şeyh Cerrâh Mahallesinde ikâmet eden Fevziye Hanımı tanırlar. Ümmü Kâmil olarak tanınan Fevziye Hanım, işgalci İsrail’in evine el koyması üzerine evinin yakınındaki bir arsaya çadır kurmuş ve 2 yıldır bu çadırda yaşıyor.

Evine mukâbil olarak siyonistler tarafından teklif edilen 15 milyon doları elinin tersiyle iten Fevziye Hanım, dâvâ sahibi olmanın ve bu dâvâ uğrunda son nefese kadar direnmenin muhteşem örneğini sergileyerek bütün dünyayı kendine hayran bırakıyor.

Fevziye Hanıma Kuveyt’te büyük ilgi gösterildi. Kendisiyle tv çekimleri, radyo konuşmaları ve basın toplantısı yapıldı. Bu yoğun tempo arasında sağ olsun bize de vakit ayırdı. Kendisiyle Filistin Derneğinde kısa bir söyleşi yaptık.

Fevziye Hanım biliyorum zamanınız çok kısıtlı. Bu yüzden; sizinle soru cevap şeklinde değil de, karşılıklı sohbet olarak gerçekleştirelim bu söyleşimizi ve hemen konuya geçelim ne dersiniz?

“Elbette. Kudüs’te olup bitenleri hemen anlatmaya başlayayım. Ben 1952 Kudüs doğumluyum. Evimiz Mescid-i Aksa’nın Asbât Kapısına bakardı. Yani evimizden ayağımızı attık mı Mescid-i Aksa’ya girerdik. Mescid-i Aksa medyada gösterildiği gibi Kubbetüssahra ve Mescid-i Aksa Camii değildir sadece. Surların içinde kalan 144 dönümlük alan mukaddes Mescid-i Aksa’dır. Bizim çocukluğumuz bu sahada yiyip içmek ve oynamakla geçti.

Hastalandığımızda da Harem-i Şerif’e gider oradan şifâ umardık. Selvi ağaçlarının bulunduğu Harem-i Şerif havasının nefesimize iyi geldiğine inanırdık. 17 yaşımda evlenince Mescid-i Aksa surlarının kuzey tarafına düşen Cerrâh mahallesine taşındım.Cerrâh Mahallesi 18 dönümlük vakıf arazisi üzerine kurulmuş olan bir Arap Mahallesidir. Aramızda bir tane dahi Yahudi yoktu.

Şimdi İsrail Cerrâh ve Silvan Mahallelerini ele geçirip buralara yüzlerce yerleşim birimi yapmak istiyor. ‘Bu mahallelerde oturan Arapların ellerinde tapu yok mu?’ diye soracaksınız.

Elbette var. Türkiye ve Ürdün arşivlerinden buraların Araplara ait olduğunu ispat eden belgeler getirttik. Ama nâfile. Siyonistler kanun nedir, insanlık nedir, anlamıyorlar. “Silvan Mahallesinin altında Davut Kenti var. Mescid-i Aksa’nın altında Süleyman Tapınağı var” diye bâtıl iddialar öne sürerek buraları her ne pahasına olursa olsun ele geçirmek istiyorlar. Onca tünel kazdılar; arkeolojik araştırma yaptılar, buraların Yahudilere ait olduğunu gösteren bir tane dahi kalıntı bulamadılar. Buna rağmen iddialarında israr ediyorlar.

Amaçları bizleri kökümüzden koparıp toprağımızdan dışarı atmak. Ama buna nâil olamayacaklar inşaallah. Son nefesimize kadar buradayız. Kudüs’ü bırakmayacağız. Hadislerde Beytü’l Makdis’in yani Kudüs’ün Haşir ve Mahşer yeri olacağı bildiriliyor. Burada oturmak bir şereftir ve bu şerefe nâil olmak bedel ister; biz bu bedeli ödemeye hazırız. Bu yüzden, Harem-i Şerif yanındaki toprak üzerine kurduğum çadırı dünyanın saraylarına ve malına değişmem.”

Hazır çadır mevzuu açılmışken bu konuyu biraz açalım. Sizin çadır kurup dünyaya meydan okumanız uluslar arası medyada yer aldı ve devam ediyor. Şu çadır hikâyenizi anlatsanız?

F. El-Kürd: Benim Cerrâh Mahallesinde 144 metrekare üzerine bahçeli bir evim var. Evlendiğimden beridir burada oturuyorum. Ailem büyüyünce evimi genişletmek istedim. Belediye buna izin vermedi ve böylece Siyonistlerle olan problem sürecim başlamış oldu. Kudüs’te evini tamir edemezsin, ek bina yapamazsın. Yaparsan gelip yıkıyorlar. Üstelik yıkım parasını da senden alıyorlar. Zulmün hacmini düşünün artık! Yaşlı kocam ağır şeker hastasıydı ve hastahanede yatıyordu. Onun yanında olduğum bir gün komşum aradı. “Ümmü Kâmil acele gel! Siyonist yerleşimciler evine girdiler” dedi. O an dünya başıma yıkıldı sandım. Acele olarak eve geldim. Komşum doğru söylüyordu. Yerleşimci bir aile evimi istilâ etmişti. Polise şikâyet ettim, ama fayda etmedi. İsrail kanunlarına göre, bir yer istilâ edildikten ancak 1 yıl sonra şikâyet konusu olabilir. Bu yüzden bir yıl bu insanlarla aynı evi paylaşma durumunda kaldım. Şikâyet etme hakkım olmasın diye, bir yıl geçmeden eskiler gitti yeni yerleşimciler geldiler. Gidenler yeni gelenlere bana karşı nasıl zulüm yapacaklarını öğretiyorlardı. Bu durum 8 yıl boyunca devam etti. Kendi ellerimle kurduğum ve döşediğim evimi, tuvaletimi, mutfağımı ve banyomu yabancılarla paylaşmak zorunda kaldım. Bu Siyonistler şeytanın dahi aklına gelmeyen hileleri biliyorlar. Bunları kullanarak beni tuzağa düşür mek istiyorlardı. Ama kim ki Allah’a tevekkül ederse, O yeter! Her defasında “Hasbunallah” diyor bu iğrenç tuzaklardan kurtuluyordum.

Filistin’de yaşayan en şiddete yatkın olanlar, Halil kentinde bulunan “Kiryât Erbaa” denilen yerleşim biriminde oturan Siyonistlerdir. Bir seferinde bunlardan bir grup evimi istilâ etmişti. İsrail kanunlarına göre evinde silâh bulunduran Arap, ya ömür boyu hapis cezası alır veya evi yıkılır. Bunu iyi bilen Siyonistler, evime silâh sokmuşlar benim odanın pencere kenarına gizlemişler. Amaçları silâhı elime almam ve silâh üzerinde parmak izi bırakmamdı tabii. Elhamdülillah ben bu oyuna gelmedim. Sabaha kadar “Kapım Bismillahtır; duvarım Taberâkallah. Çatım ise Yâsin. Valâhu hayrülhafizîn ve huve yetevellâ essâlihîn. Elâ bizikrillâhi tatmeinnü’l kulûb. Men tevekkele alallâhi ve huve hasbuh. Hasbunallahi veni’mel vekîl. Lâ havle vela kuvvete illa billâh. Sabrun cemîl vallahu müsteân. Sabrun cemîl vallahu müsteân...” diye zikrederek kapım açık oturdum. Sabah olunca emniyete haber verdim.

Bir keresinde de hemen gözümün önüne cep telefonu ve para dolu bir cüzdan bırakmışlardı. Yine aynı hile. Bana hırsızlık töhmeti giydirmek istiyorlardı, ama başaramadılar. Bir defasında da Yemenli bir Yahudi aile evimi istilâ etti. Ben onlar kadar pis bir aile görmedim şimdiye kadar. Ama bunların o pisliklerine de tahammül ettim.

Bana yapılan her türlü zulme katlandığımı ve evimi terk etmediğimi gören İsrail, bu sefer de para yoluyla kandırmaya kalktı. İsrail Turizm Bakanı evime kadar gelerek “Bak Ümmü Kâmil. Zengin olmak istemiyor musun? Sana evine mukâbil 15 milyon dolar veya açık çek verelim ne dersin?” dedi. Bu iğrenç teklife de aldanmadım. Ona “Zengin olmak istediğimi kim söyledi? Ben bu topraklardan ayrılmam ne yaparsanız yapın hangi hileyi denerseniz deneyin. Ben bu topraklardan ayrılmam” dedim. Bana sadece İsraillilerden değil, Filistin Özerk İdaresinden de benzer teklif geldi. Bunu da geri çevirdim. Bizim Filistin lehçesinde bir ata sözü vardır “Elli cerî, elli meşî, ma ahazşi eşi”. Yani bu dünyada koşan da, yürüyen de ahirete kendiyle beraber birşey götüremez; ihlâslı amellerinden başka.

Allah, 9 Kasım 2008 gecesi yaşadıklarımı bir kuluna dahi göstermesin. O gece 3 bin kişilik bir kuvvetle Cerrâh Mahallesini bastılar. Gece 03.30 civarında asker ve polisten oluşan 50 kişilik bir kuvvet evimi bastı. Yatalak olan kocam korkudan altına kaçırdı.

İki kadın polis beni kolumdan tuttuğu gibi dışarı attı. Kocamı da başka tarafa fırlattılar. Korkudan kocam kalp krizi geçirdi. İniltisini duyuyordum, ama yardım edemiyordum. Kasım gecesinin soğuğunda dışarıda kaldık. İsrail askerleri kocamı hastaneye götürmek için gelen ambülansa da izin vermediler. Onu ancak sabah 10 civarlarında hastaneye götürebildik.

Bana revâ görülenler medyada yer almaya başladı. Evimden kovulunca komşumun arazisi üzerine çadır kurdum; 2 yıldır çadırda yaşıyorum. Bu zaman zarfında çok kişi geldi ziyaretime. Belçikalı bir parlementer “Bu direnme kuvvetini nereden alıyorsun?” diye sordu “Allah’tan” dedim.

Bu kadar zulme dayanamayan yaşlı kocam üst üste kalp krizi geçirdi ve öldü. Onun ölümünden sonra “Fevziye artık senin için bu dâvâdan başka bağlanacağın bir şey yok. Kendini bu yüce dâvâya ada” dedim. Şimdi aldığım davetler üzerine ülke ülke gezip bu yüce dâvâyı ve Filistinlilerin çekmiş olduğu zulmü anlatıyorum.

Görmüş olduğunuz ilginç ve müessir bir rüya olduğunu söylemiştiniz. Bu rüyayı tekrar anlatır mısınız?

Ben geceleri yaptığım zikirlerin yanında Fatiha Sûresini de çok okurum. Bir gece çok bunalmıştım. “Allah'ım ben yanlış mı yapıyorum! Nedir bu başıma gelenler?” diye ağlamaya başladım. Sabah namazından sonra dilimde zikir ağlaya ağlaya uyumuşum. Kudüs’te Sittüna Meryem (Meryem Ana) mıntıkası diye bir yer var. Rüyada oradan Mescid-i Aksa’nın Rahmet Kapısına doğru bir kıl uzatmışlar. Ve o kıl üzerinden yüzlerini göremediğim insanlar geçiyorlar. Bu insanların sadece ayaklarını görüyorum. Sıra bana gelince, "Ben buradan nasıl geçerim?” dedim. “Bismillâh tevekkeltü alallâh. Lâ havle velâ kuvvete illa billâh de” diye bir ses işittim. Bunu deyince o ince kıl geniş bir cadde oldu. Bu caddenin üzerinde kolaylıkla yürüdüm. Sonuna geldiğimde, kendimi Kubbetüssahra’da buldum. Orada biri vardı yüzünü göremediğim. Nur saçıyordu! Bu kişiden yayılan nur yüzünden her taraf nurla dolmuştu. Neredeyim dedim “Fatiha oku” dediler. Okudum tekrar “Neredeyim” dedim. “Cennettesin” dediler.”Peki Cehennem nerede?” dedim. Kudüste bulunan “Cehennem Vadisi” adlı vadiyi gösterdiler. İlginç olanı bu vadide şu an Yahudi mezarlığı bulunuyor!

Fevziye Hanım, Türk halkına iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı?

Elbette var. Türk halkına, Türk kadınlarına mesajım, bu dâvâya sahip çıksınlar. Mescid-i Aksa tüm ümmetin dâvâsıdır. Kurtuluş buradan başlayacaktır. İsra Sûresini tefsiri ile beraber çok okusunlar. Çocuklarına bu dâvâyı aktarsınlar.

13.05.2010

E-Posta: [email protected]@hotmail.com



Ali OKTAY

Risâle-i Nur Gençlik Şöleninde buluşalım


A+ | A-

Bir süredir gazetemizdeki ilânlarda görüyorsunuz. İnşaallah bu hafta sonu Ankara’da müthiş bir program var. Gerçekten de tam bir şölen. Risâle-i Nur’un, gençlerin şöleni. Her zaman olduğu gibi, bu konuda da öncülüğü yine Yeni Asya yaptı. Gençlerin merkezinde yer aldığı bir Risâle-i Nur Kongresi düzenlemek gerçekten çok güzel bir fikir. Düşünen, emeği geçen herkesi tebrik ederiz. Program o kadar dolu ki; kısa film, karikatür, şiir yarışmaları, ihtida öyküleri, sinevizyon ve şiir okumaları... Tabiî bütün yarışmacılar ve katılımcılar genç kardeşlerimizden oluşuyor. Organizasyon komitesi, bu programda bizi de genç sayarak davet etti, yer verdi. Artık o yaşları biraz geride bırakmakla birlikte, genç kardeşlerimizle aynı havayı teneffüs edecek olmanın heyecanını, bu daveti aldığımız andan beri hissediyorum. Doğrusu bu programda sahneye çıkacak olmamın ayrı bir heyecanını ve mutluluğunu yaşıyorum. Bir süredir Biz Bize Topluluğu’nun yönetmeni ve benim de ilk hocam Bahri Güngördü Bey idaresinde, neyzen İsmail Hakkı Okur, ritm sanatçısı Cem Murat Dişçi, Üstâdımıza ve Risâle-i Nur’a en güzel besteleriyle teşekkürlerini arz etmeye çalışan Mehmet Emin Altıntop Ağabeyle provalar yapıyoruz. Nasip olursa en güzel Risâle-i Nur ve Üstâd bestelerini, şiirlerini canlı olarak icra edeceğiz. Anadolu Gösteri ve Kongre Merkezinde saat 14:00’da buluşalım inşallah.

Vakt-i süruru safâ. Mehterbaşı hey hey!..

MEHTERİ dinleyip de içi coşmayan, marşlara eşlik etmeyenimiz, gurur duymayanımız yoktur. Hele yabancıların mehteri büyük bir hayranlıkla izleyişi vardır ki, sormayın gitsin. Peki mehter konseri nasıl icra edilir? Biraz bu konuda, özet de olsa bilgi vermek istiyorum: Program yapılırken, daire şeklinde dizilen grubun ortasında Mehterbaşı Ağa durur. İçoğlan başçavuşu ‘Vakt-i sururu safa, mehterbaşı hey... hey...” diye bağırırken, nakkârezenler sofyan usulünde üç tempo tutar. Mehterbaşı Ağa, ‘merhaba ey mehteran’ der, sağ elini göğsüne koyarak takımı selâmlar. Onlar da selâma aynı şekilde karşılık vererek, “Merhaba mehterbaşı ağa’ der. Mehterbaşı Ağa’nın ‘hasdûr’ komutunu vermesinin ardından “haydi ya Allah” der ve fasıla geçilir. Fasıllardan sonra şu şekilde gülbank çekilir: “Allah Allah Celil ü Cebbar, Muinü’s-Settar Hâlıku’l-Leyl vennehar. Lâyezal Zü’lcelal, birdir Allah. Ânın birliğine Resulü Enbiya Peygamberimiz Cenâb-ı Ahmed-i Muhammed Mustafa. Âli evlad-ı Resulü müçteba imdâd-ı ruhaniyetine. Pirian mürşidin âşıkin kuragerin visalin hamele-i Kur’ân güzeştegan ehl-i iman ervâhına, avn-i inayetine hilafetü’l İslâm es-Sultan ibni sultan bilcümle İslâm’ın necat ve saadet ve selâmetine pirler erenler üçler yediler kırklar göçenler devranına Hu diyelim. Huuu!” Bundan sonra bütün mehter takımı şiddetle zilleri, davulları vurarak, dokuz kere “Hu” çeker. Ardından kös üç defa vurur. Barış zamanında okunan bu gülbankın dışında, savaşa gidilirken okunan gülbank daha farklıdır. Bundan sonra takımdan güzel sesli biri Fetih Sûresi’nden “Nasrun minallahi ve fethun karib vebeşşiri’l mü’minin” ayetlerini okur. Üç defa “Allah” diyecek kadar beklendikten sonra, hep bir ağızdan ‘Allah’ deyip susarlar. Gülbank devam eder, “eli kan, kılıcı kan, sinesi üryan, ciğeri püryan, meydanı şehadette Allah yoluna revan, gazayı şühedaya Cemali Hakk görünür ayan, gazabımız düşmana ziyan.” Takım hep bir ağızdan ‘yekdir Allah, yekdir Allah’ diye bağırdıktan sonra mehterbaşının ‘illallah’ demesiyle program sona erer.

Sultanahmet’te Mehter Konseri..

BAHARIN gelmesiyle birlikte Sultanahmet bir başka güzel. Topkapı Sarayı, Ayasofya, Dikilitaş, 3. Ahmet Çeşmesi, Yerebatan Sarnıcı, Sultanahmet Camii ve daha pek çok tarihî eserleriyle, Sultanahmet her yerden ziyaretçiyi kendine çekiyor adeta. İşte bu resimde eksik olan parçayı ise Fatih Belediyesi tamamladı. Her Cumartesi saat 18:00’de Sultanahmet Meydanında ücretsiz mehter konseri başlatıldı. Bu konseri ailece izlemenizi özellikle tavsiye etmek isterim.

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ...

Evliya Çelebi naklediyor:

“VİYANA’YA elçi olarak gönderilen Kara Mehmed Paşa’yı karşılamaya gelen Avusturya devlet görevlisi ve tercümanla şiddetli tartışmalar olur. Görevli, ‘Sultanım, Çesar Hazretleri azametiyle şöyle buyurdular ki’ deyince Paşa hiddetlenir ‘Vallahi mel’un ve bîdin, bir daha senin ağzından ‘azamet ile şöyle buyurdu böyle buyurdu’ sözlerini duymayayım, yoksa seni hançer kabzasıyla paralarım. Azamet Allah’a mahsustur.’ Görevli suspus olur. Bu defa tercüman ‘Sultanım, Çesarın size çok selâmı var. Kalemize girerken sancaklarını açmasınlar, mehterhanede çalmasın, benim mehterim Paşa’nın önü sıra çalsın’ deyince Kara Mehmed Paşa büsbütün köpürür. ‘Bak a kâfirler! Benim bu şekilde bir haftadır oturmamın aslı neticesi bu mu çıktı?’ Kızarak bütün beraberindekilerle birlikte mehterleri çalarak şehre girer.

13.05.2010

E-Posta: alioktay@alioktay. net



Cevher İLHAN

“Cambaza bak” ve İsrail OECD’de...


A+ | A-

Medyanın marifetiyle günlerdir kamuoyu “Baykal görüntüleri” ve “suikastı”na odaklanırken, Türkiye’nin gerçek gündemi gözden kaçırılıyor.

Başta işsizlik olmak üzere iç borçdış borç, sıcak parayla ayakta duran ekonominin durumu, Dünya Bankası’nda Türkiye’nin dünyanın en pahalı petrol ürünlerinin tüketildiği ülke oluşu, tartışma dışı kalıyor.

Bu süreçte tam da “Çanakkale geçilmez!” söylemleriyle Başbakan Erdoğan’ın katıldığı Çanakkale’de zaferinin 95. yıldönümü törenlerine katıldığı günün coşkusunda ve iktidar partisinin “Anayasa değişikliği mini paketi”ni açıkladığı günde, Meclis’te “GDO yasası” olarak bilinen “genetiği değiştirilmiş bozdurulmuş gıdaların ve ürünlerin üretimini ve ithalini düzenleyip yasallaştıran “biyogüvenlik yasası” çıkarılıyor. Peşinden de yine hararetli “paket” tartışmaları gürültüsünde iptal edilen “GDO yönetmeliği” bir iki fıkrasına yapılan makyajla yenileniyor…

Bu arada Türkiye’nin son sekiz yıldır sistemli bir biçimde çökertilen tarım ve hayvancılık politikası gündem dışına bırakılıyor. Dünyada gıda bakımından kendi kendine yeten birkaç ülkeden biri olan Türkiye’nin gıda ve et ithali kararı konuşuluyor.

Yanı başındaki Bulgaristan’dan altı kat pahalı etin ucuzlaması için alelacele yapılan ve kameralardan kaçırılan iki ihale, bizzat Tarım Bakanlığının “yeterli rekabet şartları oluşmadığı” gerekçesiyle iptalinin üzerinde durulmuyor…

TÜRKİYE, İSRAİL’İ ÖDÜLLENDİRDİ!

Sadece iç gündeme dair önemli olaylar perdelenmiyor. Dış politikaya dair başarısızlıklar da sunî gündemin gürültüsüne getiriliyor…

Bunlardan biri de Türkiye’nin İsrail’in Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’ne (OECD) üyeliği önerisine sadece “şerh” düşerek kabul etmesi.

Oysa öncelikle insan hakları alanında çalışan birçok sivil toplum kuruluşu delegasyonu, İsrail’in özellikle yıllardır amansız bir ekonomik ambargo altında tuttuğu Gazze’deki insan hak ve özgürlükleri ihlâllerini nazara verip, Müslüman bir ülke olan Türkiye’den bu zulmü ödüllendirmemesini istediler.

Üç yıl önce İsrail’in üyeliğini “onaylayan” Ankara’nın en azından Erdoğan’ın “One minute!” çıkışından sonra azan soykırım ve zulmüne haklı tepki göstermesini beklediler. İsrail’in uslanmaz ve hiçbir hak ve hukuk tanımaz işgal politikalarına karşı, tek Müslüman üye olan Türkiye’nin OECD üyeliğini reddetmesi çağrısında bulundular. İsrail’i ikaz etme ve gaddarâne zulmünden caydırma açısından “Türkiye’nin tavrı”nın “samimiyeti”ni göstermesi açısından bir fırsat olduğunu belirttiler…

Bu hususu ilk kez nazara veren gazetemiz yazarlardan Halil İbrahim Can, Türkiye’nin “İsrail’in OECD üyeliği”ndeki rolünün stratejik önemine dikkat çekti. Türkiye’nin açık açık tavrını göstermesi gerektiğini; ve “Filistin sorunu çözülene kadar ‘hayır’ demesi”nin gereğini yazdı. (Yeni Asya, 8.5.2010)

Ne var ki AKP hükûmeti bu çağrıların hiçbirini kaale almadı. İsrail’in OECD üyeliği başvurusunu “veto” etmek yerine, “kabul” edip, tıpkı “YAŞ kararları”nı kabulde olduğu gibi bir işe yaramayan “şerh”le yetindi…

Şu paradoksa bakın; Ortadoğu’daki barışı dinamitleyen, katliâmlarda bulunan İsrail, Türkiye tarafından OECD üyeliği”yle ödüllendiriliyor.

“KASET KARGAŞASI” KARAMBOLÜNDE…

Neticede, tıpkı Başbakan Erdoğan’ın Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Peres’e “one minute!” çıkışından sonra her fırsatta Gazze saldırısında çoğu çocuk, kadın ve yaşlı bin beşyüz Filistinliyi katledip, beş bin masum sivili yaralayan İsrail’in amansız ambargoyla bölgeyi kuşattığını hatırlatmasına karşılık, yine Erdoğan’ın açık ifâdesiyle AKP iktidarı döneminde “İsrail’le daha geniş çok yönlü işbirliği ve ilişkiler resmen ve hukuken aynen devam ediyor.”

İsrail’e tank ve silâh ihâleleri veren, helikopter ve uçak satın alan AKP hükümeti, “ona minute” öncesi ve sonrası hiçbir anlaşma ve işbirliğini iptal etmiyor; üstelik İsrail’le tam kapasite her türlü stratejik işbirliğini arttırıyor.

Türkiye’nin Telaviv Büyükelçisi’ne reva görülen “alçak koltuk krizi”nin ardından Ankara’ya gelen İsrail Millî Savunma Bakanı Barak’la bir dizi anlaşmayı imzalayan Millî Savunma Bakanı’nın İsrail’le anlaşmaların 60 vardığını ikrar ediyor!

İsrail’le ciddî hesaplaşma bir yana, ekonomik mutâbakat zabıtlarına, savunma sanayii ve askerî anlaşmalara, silâh alımı ihâlelerine yenilerini ekliyor.

İsrail’le yoğun ilişkilere ve işbirliğine tam hız devam edilirken, hiçbir yaptırımı ve anlamı olmayan “kuru kınama”larla kalınıyor. Zaman zaman “sert demeçler”le gazı alınan kamuoyu avutuluyor, oyalanıyor…

Bir yandan İsrail’e karşı bir “tavır” içinde olduğu havası pompalanıp “İsrail’e karşı” sahte propagandası yapılırken, diğer yandan işbirlikleri kotarılıyor. Türkiye’nin onayıyla İsrail ödüllendiriliyor…

İç politikadaki “kaset kargaşası” karambolünde , âdeta “cambaza bak!” taktiğiyle…

13.05.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

“Beyaz ihtilâl”in şahitleri


A+ | A-

Yarın 14 Mayıs 1950’nin yıldönümü. 14 Mayıs şimdilerde unutulmuş görünse de, siyasî tarihimiz açısından çok önemli bir dönüm noktasıdır. Hatırlanacağı üzere 14 Mayıs’ta milletimiz “Yeter! Söz milletindir!” diyerek yıllarca devam eden ‘tek parti devri’ne son vermiştir.

14 Mayıs 1950’de yaşanan, sadece bir iktidar değişimi değildir. Elbette iktidar da değişmiştir, ama daha da önemlisi bazı ‘tabu’lar yıkılmıştır. Merhum Adnan Menderes’in liderliğindeki Demokrat Parti, milletin talepleri istikametinde icraatlar ortaya koymuş ve ilerleyen yıllarda yıpranmak bir yana, daha fazla oy alarak iki defa daha tek başına iktidar olmuştur.

Oldum olası milletle ‘kavgalı’ olan ‘tek parti/CHP’ anlayışına mensup olanlar; seçimler yoluyla DP’yi iktidardan uzaklaştırma imkânı olmadığını anlayınca darbeye ve darbecilere sarılmışlar ve milletin helâl reyleriyle 3 defa iktidar olan DP’yi kanlı bir darbe ile alaşağı etmişlerdir.

Darbeciler DP’yi ve dolayısı ile milleti devirmekle kalmamış, uzun yıllar süren ve bir anlamda bugüne de tesir eden bir ‘yanlış düzen’i yeniden tesis etmişlerdir. 27 Mayıs’taki darbe, ‘tek parti’ devrinin tazelenerek devam ettirilmesi gayretinden başka bir şey değildir.

Şu da var ki, ‘tek parti devri’ her ne kadar darbeler marifetiyle canlanmak ve tazelenmek istese de 14 Mayıs’ta milletin helâl reyleriyle kırılan ‘bel’ini bir daha doğrultamamış ve bundan sonra da doğrultması mümkün değildir. Dünün ‘tek parti’sinin liderinin, bugün değişik bir sebeple mazur kaldığı hadise de, yıllar önce alınan ‘ah’ların bir neticesi olarak da yorumlanabilir.

Milletin inançlarına saygıyı temel prensip edinen demokratlar, 1950 ile 60 arası hem maddî hem de manevî kalkınmaya vesile olmuşlardır. 27 Mayıs 1960’taki darbe sonrasında ise oy vereninden başlayarak başbakanına kadar bütün demokratlara akla ve hayale gelmeyen zulümler yapılmıştır. Bu zulümlerin hakkıyla bilinmediği de bir gerçek. İbret ve ders almak için yaşanan haksızlıkların bilinmesinde fayda var.

Geçen gün bir vesile ile aynı mekânı paylaştığımız DP eski Genel Başkanı Süleyman Soylu, 27 Mayıs darbecilerinin demokratlara ve Menderes ailesine yaptığı zulümlerden örnekler anlattı. En çarpıcı olanı şuydu:

“1960 sonrası Menderes Ailesi’ne, 4 milyon liralık bir dâvâ açılır. Millet, Menderes’in malı mülkü gitmesin diye bankalarda ‘yardım hesabı’ açar. Ancak Hazine, bu hesaplara da el koyar. Daha sonra ‘af’ çıkar. Af çıktıktan sonra sadece Karabük’teki bir banka şubesindeki hesaba unutulduğu için ‘el konulmadığı’ anlaşılır. Şubedeki görevliler Menderes ailesini arar. Derler ki, “Burada bir hesabınız var. ‘Af’ çıktığına göre bu paraya ihtiyacınız kalmamış olabilir. Burada bir imam hatip okulu açıyoruz. Bu parayı bu okula aktarabilir miyiz?” Menderes ailesi, “Olur, ama hesabın dökümünü görmek istiyoruz” der. Banka, hesap dökümünü gönderir. Bakılır ki, hesaba yatan paranın yüzde doksanı ‘iki buçuk lira’lardan oluşuyor. Yani vatandaş elindeki “iki buçuk lira”lar ile demokrasi adına Menderes ailesine sahip çıkmış.”

Soylu diyor ki: “İşte ben bunun için ‘iki buçuk liralık demokrasi’ diyorum. Millete hizmet edenleri millet hiçbir zaman unutmaz.”

Keşke, şahitler hayattayken 1950 ile 60 arası ve 27 Mayıs darbe sonrası yaşananlar biraz daha ayrıntılı olarak ortaya konulabilse... Bu vesile ile merhum Adnan Menderes’i ve dâvâ arkadaşlarını bir defa daha rahmetle analım...

13.05.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Nükleer enerjiye kavuşacak mıyız?


A+ | A-

Rusya ile yapılan Türkiye’de nükleer enerji santrali inşası projesi, nükleer enerjinin yeniden gündeme gelmesine sebep oldu. 1958 yılı gibi erken bir tarihte Atom Enerjisi Komisyonu ile gündeme gelen ülkemizde nükleer enerji santrali kurulması fikri, aradan geçen elli yılı aşkın süreye, defalarca çıkılan ihaleye rağmen maalesef gerçekleştirilemedi. Bu amaçla yetiştirilen yaklaşık 1000 kadar nükleer enerji alanı uzmanı da yurtdışına gitti yada Türkiye’de başka sahalara kaydı. Bugün tamamen ithal kaynaklara bağlı ve pahalı olan doğalgaz çevrim santralleriyle, çevreyi kaçınılmaz olarak kirleten ithal kömüre dayalı elektrik santralleriyle ve maalesef yetersiz kalan hidroelektrik santralleriyle elektrik enerjisi ihtiyacımızı karşılıyoruz.

Ülkemizin enerji ihtiyacının her yıl bir öncesine göre yüzde 10 arttığı dikkate alınırsa, ihtiyacın yedi yılda iki katına çıktığı görülecektir. Bu durumda 2020 yılında Türkiye’nin enerji açığını kapatmak için en az 10.000 MW’lik nükleer enerji gücünün kurulması gerekmektedir.

Peki dünyada durum ne? İşte size Batı ülkelerinden bazı rakamlar:

Fransa’da 59 adet nükleer enerji santrali var ve ülkenin enerji ihtiyacının yüzde 80’i bu santrallerden karşılanıyor. Bu rakam ABD’de 103, ihtiyacı karşılama oranı ise yüzde 20. Belçika’da 7 adet santral var ve ihtiyacın yüzde 55’ini karşılıyor. Tüm dünyada toplam 441 nükleer enerji santrali var ve dünyanın enerji ihtiyacının yüzde 16’sı bu santrallerce karşılanıyor. Ancak bu santrallerin yalnızca bir tanesi İslâm ülkelerinde (Pakistan’da) geriye kalanının tamamı diğer ülkelerde.

1000 MW gücünde bir nükleer enerji santrali 1,6 milyon ton ham petrol karşılığı kadar enerji üretiyor.

Peki bunca yıldır uğraşmamıza rağmen neden bir santral bile kurmayı başaramadık? Bunun enerji pazarındaki kirli rekabetten, ortada ciddî bir mevzuatın ve ihale şartnamesinin bulunmamasına, çeşitli rüşvet iddialarına ve nükleer santral yapımcılarının işi kolay yoldan kapma ve ucuza kapatma hevesine kadar bir çok sebebe bağlamak mümkündür.

Şimdi hükümet Rusya ile doğrudan pazarlıkla bu işi gerçekleştirmek istiyor. Ancak bu noktada Türkiye’nin yetiştirdiği ilk atom mühendisi ve çok değerli bilim adamı rahmetli Prof. Dr. Ahmet Özemre’nin dikkat çektiği bazı temel hususlar mutlaka titizlikle değerlendirilmelidir. Bu hususlar şunlar:

“Teknolojinin iyi seçilmesi, sağlam ve sürekli bir siyasî iradenin oluşması, konunun bu işten anlamayan hayalperest bürokratların tercihlerine ve özel firmaların bencil kâr hesaplarına bırakılmaması.”?

Özemre’ye göre; teknoloji seçimi yalnızca işleticinin ekonomik tercihlerine bırakılmamalı, millî sanayin imkânları ve gittikçe artacak katkılarını, millî iletim ağının kapasitesi ve stabilitesini, millî hammadde kaynaklarının değerlendirilmesi imkânını, kısa zamanda Güney Kore örneğinde olduğu gibi kendi nükleer enerji santrallerimizi yüksek bir gerçekleştirme oranıyla bizzat kendimizin inşa etmemizi sağlayacak ölçüde teknoloji transferine imkân sağlaması şarttır. Teknik olarak da “en yeni teknoloji” gibi güvenilirliği kuşkulu bir teknoloji yerine, tipinin benzerinin en az beş yıldır güvenli bir işletme tecrübesine sahip bir santral tipinin seçilmesi gerekir.

Nükleer enerji santralinde en önemli unsurlardan birisi güvenliktir. Hem işletme hem de atıkların depolanması açısından batıda belirlenmiş güvenlik standartlarından—maliyet gerekçesiyle—asla taviz verilmemelidir. Yerinin depremler ve diğer doğal afetler açısından güvenli olması da önemlidir. Bunda Akkuyu Nükleer Enerji Santrali İhalesi şartnamesi örnek şartlar içeren başarılı bir şartnamedir. Bundan da yararlanılmalıdır.

Elbette ülkemizin bir an önce nükleer enerjiden yararlanmaya başlaması çok önemlidir. Ancak yanlış bir başlangıç yapmaktansa, dünyanın bu alandaki tecrübelerinden yararlanıp, en doğru seçimi yapmak, ikinci santrali mutlaka ülkemizin kendisinin yapabileceği teknoloji transferini de sağlamak gerekir. Tecrübeli bilim adamlarının sesine de kulak verilmelidir. Unutulmamalıdır ki; nükleer enerji santrali, Rusya ile ilişkileri geliştirmede bir koz olarak kullanılamayacak kadar pahalı ve değerli bir yatırımdır.

Özemre, A.Y., Yeni Nükleer Enerji Kanunu Türkiye’yi Nereye Götürür? Erişim adresi: http://www.ozemre.com/index.php?option=com-content&task=view&id=280&Itemid=57

13.05.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Komplolar ve ibret


A+ | A-

Osmanlının son döneminden itibaren başlayıp cumhuriyet ve demokrasi devirlerinde de devam eden olaylar silsilesi içinde komplolar maalesef önemli bir yer tutuyor.

Komitacı, cuntacı, ihtilâlci çetelerle birlikte anılan komploların bir numaralı hedefi, istenmeyen iktidarları devirip onların yerine başkalarını oturtmak ve kendi muhaliflerini tasfiye etmek.

Geçen yüzyıldaki ilk darbe olan 2. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinde, irtica ayaklanması olarak takdim edilen 31 Mart olayı ve “isyan”ı bastırma gerekçesiyle gelen Hareket Ordusunun, ardından Sultanı devirmeye yönelmesi, organize komploların ilk çarpıcı örneklerindendi.

Faili meçhul siyasî cinayetler, kriz üretip gerginliği tırmandıran kısır polemikler, toplumun hassas olduğu konularda yapılan tahrik ve provokasyonlar, mübalâğa ve demagoji yüklü yalan propagandalar komploların ayrılmaz parçaları.

Padişahın istibdadını bitirme iddiasıyla iktidarı ele geçirip, daha şiddetli bir komite istibdadı kuran “İttihatçıların bozuk kısmı,” bu komplolarda uzman profesyonellerden oluşuyordu.

Aynı çizgi, cumhuriyet adı altında tesis edilen tek parti rejiminde de devam ettirildi. O dönemin ilk yıllarında cereyan eden Şeyh Said isyanı, Menemen olayı ve İzmir suikastı, akabinde yaşananlarla birlikte, bunun yeni örnekleri oldu.

1950’li yıllarda DP hükümeti işbaşındayken meydana gelen Ahmet Emin Yalman’ın kurşunlanması, 6-7 Eylül olayları ve Tan gazetesi baskını gibi hadiseler de, seçilmiş iktidarın kontrolü dışında faaliyet gösteren bazı derin odakların organize ettiği komplolar olarak tarihe geçti.

Keza 27 Mayıs öncesi kızıştırılan öğrenci olayları, yalan ve iftiraya dayalı propagandalar da.

Aynı şekilde, 12 Mart muhtırası ile 12 Eylül darbesine takaddüm eden günlerde anarşi ve terörün iyice azdırılması; geçtiğimiz günlerdeki idam yıldönümlerinde göklere çıkarılan Deniz Gezmiş ve arkadaşları gibi gençlerin perde gerisindeki odaklar taraından insafsızca kullanılıp harcanması ve darbe ortamının hazırlanması da.

28 Şubat’taki irtica eksenli Aczimendi, Müslüm Gündüz, Fadime Şahin, Ali Kalkancı, v.s... komploları da aynı zincirin farklı halkaları oldu. Ve kullanılma tarihi dolup işi bitenlerin bir kısmı, utanç verici finallerle sahne dışına alındı.

Bu bağlamda, cumhuriyet tarihi boyunca birilerince en büyük iç tehdit olarak görülen “irtica”nın toplumsal tabanı sayılan cemaatleri, içlerine fitne sokup dahilî ihtilâflarla bölüp parçalama, temayüz edenlerini iftiralarla çürütüp birbirine düşürme, hattâ İsmailağa cemaati içindeki cinayetlerde görüldüğü üzere kanlı provokasyonlarla tasfiye etme senaryoları da aynı komplo organizasyonlarının değişik versiyonlarıydı.

Öyle anlaşılıyor ki, Ergenekon adı verilen örgüt, ahtapot gibi her tarafa uzanan bu derin çetenin kollarından sadece biri. İşi fitne çıkarmak, provokasyon tezgâhlamak ve komplo üretmek.

Bunu yaparken, hedefe koyduğu kişi, cemaat ve toplulukların her türlü zaaf, boşluk ve kusurunu kullanıyor. Üstadın Hutuvat-ı Sitte’de “El Hannas” için kullandığı ifadelerle, kiminin intikam hırsını, kiminin makam-mevki-şöhret düşkünlüğünü, kiminin tamahını, kiminin ahmaklığını, kiminin dinsizliğini, kiminin de taassubunu işletiyor (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 449).

Komplo için kullanılan zaaflar bunlarla da sınırlı değil. Ve yine Üstad, lâhikalar başta olmak üzere eserlerinin birçok yerinde bunlara dikkat çekip, son derece önemli ikazlarda bulunuyor.

İşte gerek tek parti devrinde, gerekse demokrasi sürecinde çoğu zaman ya bu tür komploların doğrudan üretim merkezi gibi çalışan ya da komplo merkezleriyle içli dışlı bir ilişki içinde olan CHP, şimdi de, partiyi bu çizgiden çıkarmaya çalıştığı işaretleri veren genel başkanını bir komploya kurban vermenin şokunu yaşıyor.

Ve olay bu yönüyle, “Etme bulma dünyası” deyişindeki ibret dersinin yeni bir örneği oluyor...

13.05.2010

E-Posta: [email protected]



Raşit YÜCEL

Toroslar da hayat


A+ | A-

Baharı yerinde görmek başkadır.

Antalya ilimize dört günlük bir iş ziyaretim oldu.

Konya’dan Antalya ilimize ilk defa Toroslardan geçtik.

Ve muhteşem manzaralar ile hemhâl olduk.

Bir tarafta yeni yeni yeşeren bitki ve ağaçlar,

Bir tarafta henüz erimemiş kar taneleri…

Bazı şeylerin anlatımı zordur efendim.

Ve ülkemiz gerçekte cennetten bir köşe sanki.

İnsan manzaraları ile,

Tabiî manzaraları ile.

“Gezen mi çok bilir? Çok okuyan mı?” demişler.

Gezmeden o mahalleri anlatanlar için doğru bir ifade.

Ama, ilimsiz ve bilgisiz gezmenin bunda haklılık payı yoktur.

Bir tarafta Konya’nın uçsuz ve bucaksız arazileri,

Diğer tarafta Antalya’nın o güzelim manzarası….

Ve Manavgat şelâlesi…

Antalya’da gazeteci-yazar, değerli dostumuz Nejat Eren bey ile temasımızda aziz insan, edebiyatçı İslam Yaşar’ın, “Kutlu Doğum” vesilesi ile Alanya’ya geleceği müjdesini verdi. Beni de Manavgat’tan alarak Alanya’ya ulaştık.

Antalya’nın bütün dostları ile buluşma imkânı buldum.

Hasretlik giderdik.

İslam Yaşar beyle yıllarca bir çok gezilerde beraber olduk.

Ve uzun yıllar muhaveremiz devam eder.

Gönül insanıdır.

Program başlamadan önce hâl–hatır ve kısmen de olsa hasretlik giderdik.

Takdimci, İslam Yaşar beyi kürsüye çağırdığı an, “ezan-ı Muhammedi”nin başlaması bir tevafuk eseri idi. Bir saati aşan zamanın nasıl geçtiğini anlayamadık.

Zira onun (asm) adının anıldığı ve bahsedildiği her şey güzelleşir.

Doyumsuz bir zaman diliminden sonra Manavgatlı dostlarımız, Harun beyin kaptanlığında, aziz dostlarımız Burhan ve Abdullah beylerin refakatinde Manavgat’a ulaştık.

Dönüş güzergâhımız yine Toroslardan oldu.

Her beldede göğe uzanan minareler,

Yörük beldelerinin temiz havası ve çağlayan suları ile…

Efendim memleketimiz bir başka güzel.

Bizim sanırım en çok ihmal ettiğimiz şeylerden biri, ülkemizi ve dünyayı sadece televizyon ekranlarından, basından ya da kitaplardan takip etmemizdir.

En az kendimize zaman ayırırız.

Kendi yaşadığımız hayatın çok mânâsız meşguliyetleri bizi meşgul eder.

Bir tarafta Akdeniz’in güzellikleri,

Diğer tarafta, Karadeniz, Doğu’nun eşsiz manzaraları, Ege’nin güzellikleri...

Ve ülkemizin doyulmaz insan ve tabii manzaraları.

“Seyahat ediniz, sıhhat bulunuz“ hadisi en çabuk aklımıza gelenidir.

Üstelik bu zamanda bu adetimiz eski yıllara göre o kadar kolay ki…

Efendim, bunu çok gezen biri olarak söylüyorum.

Çünkü benim 57 yaşında olduğuma bir çok insan zor inanır.

13.05.2010

E-Posta: [email protected]



Ali Rıza AYDIN

Hazineye ulaşmanın formülü!


A+ | A-

Her eşyanın belirlenen bir kalite seviyesi, bir üretim standardı var. Planlanan özellikler oluştu mu, bakılır, kontrol edilir. Standarda uymuyorsa, firma, ikaz edilir; belki de, itâp görür üstteki kurumlardan.

Maddeten kusurlara elbet çare bulunur.

Söz konusu insan ise, buna ne yapmalı ki?

Günlük hayat standardı, sanılandan ileri.

Evlerde, hanelerde yok yok. Beyaz eşya, siyah eşya; laciverti, moru var. Mevsimlerde değişecek her ebatta halı var. Olmadı, ne güne duruyor ki, çarşıdaki mağaza?

Uzat kartı, “cırt cırt”, işlem tamam; istediğin, emre hazır bekliyor!

Üç eksik beş fazla, herkesin her şeyi var.

Bunlar, maddî ihtiyaçların bilinen kalemleri. Vasıtalar, olan yerde birden çok; telefonlar, ah o telefonlar! Çocukların ellerinde oyuncak.

Evde kazan kaynıyor, gençler ise “danıs”larda oynuyor.

“Babam sağ olsun!” mantığı bu.

Demek, toplumun standardı genelde, üst seviyede. Fakat gözler doymuyor! Elde bulunmayan şeyler ihtiyaç hanesinde.

Her nimet, her zaman samimi şükür ister.

Evvelce, eskicilik sektördü. Toplanırdı eski libas, bitpazarına giderdi. İlik, sökük dikilerek tezgâhlara inerdi. Çeşit çeşit, rengârenk, arz-ı endam ederdi.

Böyle bir pazardan, bir pantolon giymiştim; onu, ne kadar çok sevmiştim.

Bu iş, bitti.

Bugün, bırakın müstamel elbise almayı, giymeyi; eldekinin eskimeye şansı yok! Fiyatlar ne kadar ucuz da olsa, o eşyaya ne kadar kolay da ulaşılsa, israf etmek önemli bir hıyanet.

Bu fakir, mükellef bir oturma grubunu çöpe atılmış gördü.

Pes, doğrusu!

İhtiyaçtan öteye, keyif öne çıkıyor.

Terazinin dilini, neden denk tutamayız?

Toplumun standardı günbegün yükseliyor, bireyin ahvâli ise, bununla çelişiyor.

Hayat standardı yükseldi, ama yaşayanların standardı, hatta “adam”lık grafiği yerlerde sürünüyor!

Bu illetten kurtulmanın formülü gâyet açık:

İktisat ve kanaat.

Eşine kanaat, işine kanaat, eşyana kanaat; maîşetine kanaat.

Peygamber Efendimiz (asm): “Kanaatı elden bırakmayın. Çünkü kanaat tükenmez bir hazinedir” buyuruyor.

Kanaatın mefhûm-ı muhâlifi ise, israftır.

Bediüzzaman, Risâle-i Nur’da: “Evet, hangi müsrifle (israf edici kişiyle) görüşsen, şekvalar işiteceksin. Ne kadar zengin olsa da, yine dili şekvâ edecektir. En fakir, fakat kanaatkâr bir adamla görüşsen, şükür işiteceksin” diyor.

Varsa, “var”a, binlerce şükretmeli.

“Yok”sa, Rabbimizin çok zengin, çok cömert, çok ikram edici ve ne çok merhamet sahibi olduğunu düşünmeli; dergâhına sabır ile varmalı.

Kapısını şükür ile çalmalı.

Tâ ki, çoğaltsın nimetleri…

13.05.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Avrupa, İslâmiyete hamile


A+ | A-

Bediüzzaman’ın 1907’lerdeki “Avrupa bir İslâm devletine, Osmanlı Devleti de bir Avrupa devletine hâmiledir. Bir gün gelip doğuracaklardır” tesbitinin ikinci kısmı Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla gerçekleşti.

Şimdilerde Avrupa’da kiliseler, cemaatleri kalmadığından, ‘mesken veya eğlence yeri olmasın’ diye Müslümanlara ibadethane olarak kullanılması için veriliyor. Avrupa’da 3 bin kilisenin cami veya mescide dönüştüğü ifade ediliyor.

“Kiliseleri neden Müslümanların kullanımına sunmayalım?” diyen batılılarca, bunun, sayısı hızla artan Müslümanların ihtiyacını karşılamaya yönelik olduğuna dikkat çekiliyor.

Yurtdışındaki vatandaşlarımızın dinî konulardaki ihtiyacını karşılamak üzere Diyanet’e bağlı 1377 görevli hizmet veriyor. Diğer cemaat ve grupların görevlileri bu sayıya dahil değil.

Bununla birlikte, Avrupa ülkelerindeki seyahatlerimizde Bediüzzaman’ın şu önemli teşhis ve tesbitlerini de aynelyakîn, ayan-beyan müşahade ettik:

* Hristiyanlık ya intifâ veya ıstıfa edecek, yani sönüp gidecek, İslâmiyete teslim-i silâh edecektir.

Kiliselere pek itibar eden yok. Ateistler veya agnosistler (din ile ilgilenmezciler) çoğunlukta. Artık kiliseler, gönüllü kültür kuruluşu olarak çalışıyor. Hasta, göçmen, bakıma muhtaçların yararına işler yapıyor.

* Dinsizlik ve ahlâksızlık karşısında, Hristiyanların dindar rûhâni ve misyonerleriyle ittifak etmek.

İşte bu hakikat de apaçık görülüyor. Gençler, uyuşturucu gibi madde bağımlılığına karşı birlikte çalışıyor ve tedbirler üretiyorlar. Müslümanları kiliselere davet edip konuşmalar yaptırıyorlar. Risâle-i Nur, hem okullara, hem kiliselere giriyor.

Zaten pek çok kilise, eğlence ve iş yeri olmaktansa, hiç olmazsa “Mabed olarak kalsın, ibadethane olsun!” diye Müslümanlara veriliyor.

Öte yandan ibadet edenlere inanılmaz saygı gösteriliyor. Zira, bu değerler tamamen bittiğinden inanılmaz çarpıcı geliyor onlara.

Müslüman Türkiye’de başörtüsü yasağı tüm resmî kurumlarda ve üniversitelerde en katı bir şekilde uygulanırken, batılılar, başörtüsünün korkulacak bir şey olmadığını ifade edebiliyor. Joelle Milquet, başörtülü Mahinur Özdemir’i sağ kolu yaptı. Sitelere, resmî dairelerden özel şirketlere kadar herkese kılık-kıyafet serbestisi tanıyor. Yabancı düşmanlığına karşı olduklarını ifade için de, “Müslümanların, başörtülü bir bayanın normal olduğunu göstermem lâzım. Bunlar toplumun parçası” diyorlar.

Avrupa’da sayıları hızla artan camilerin minareleri yükseliyor, bazılarında ezanlar dışarıdan hoparlörle okunmaya başlandı. Okullarda namaz kılmak isteyenlere her türlü kolaylık gösteriliyor, mescid açılıyor.

Müslümanlara ve İslâmiyete hakaret edenler yargılanıp ceza alıyor.

Spor salonları, yüzme havuzları ve otobüslerde haremlik-selâmlık uygulamaları çoktan başlamış.

Avrupa’da Şeriat mahkemeleri faaliyete geçti. Ülkedeki dini azınlıkların kendi aralarındaki uyuşmazlıklarda kendi dinlerinin uygun göreceği çözümler için farklı mahkemelerin kurulabileceği söyledi.

Bugün Avrupa, Müslümanlar da dahil herkese sosyal yüzünü gösteriyor. İşsizlere geçinecek kadar maaş veriyor. Her türlü haklardan yararlandırıyor. İslâm devletinin özelliklerinden birisi adalettir. Bugün, Türkiye bile, adalet konusunda AB’ye, yani AİHM’e (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine) müracaat ediyor.

Bütün bu gelişmeler, AB’nin hak ve hürriyetler projesi olduğunu göstermiyor mu?

Bediüzzaman Hazretleri bir eserinde, “Âhirzamanda Hz. İsa’nın (as) din-i hakikisi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek” der. 1984 yılında Avrupa’nın 114 kilisesi toplanıyor ve peygamberlik için öne sürdükleri altı kriterin aynen Hz. Muhammed’de de (asm) bulunduğunu görüyorlar. Sonunda 114 kilise, müştereken Hz. Muhammed’in (asm) peygamber olduğunu açıklıyor.

David A. Barrett tarafından 2001 yılında yayınlanan “World Christian Encyclopedia” (Dünya Hristiyan Ansiklopedisi) adlı bir ansiklopedide, 2025 yılında Müslümanların toplam sayısının 1.784.875.653’e (yani dünya nüfusunun yüzde 22.8’ine) yükseleceği tahmin ediliyor. 2050 yılında ise bu rakam 2 milyarın üstüne çıkarak 2.229.281.610’a (yani dünya nüfusunun yüzde 25’ine) yükseleceği tahmin ediliyor. Kimbilir belki de Kur’ânî ifadeyle söyleyecek olursak, insanlık İslâmiyet’e “fevc fevc” akın edecektir.

13.05.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Yeni Asya Gazetesi - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat-Promosyon - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım