05 Kasım 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Kazım GÜLEÇYÜZ

Millî güvenlik dersi kalkmalı


A+ | A-

Geçtiğimiz Nisan ayında Taraf gazetesinde çıkan ve Millî Güvenlik dersi veren subayların öğrencilerle velilerini fişlediklerini duyuran haber sonrasında, Yeni Asya olarak farklı boyutlarıyla konunun üzerine gittik.

Önce “Kaldırın bu dersi” çağrısı yaptık. Ardından “Militarist eğitime hayır” dedik. Ertesi gün, bu dersin “darbe dönemi kalıntısı” olduğunu hatırlattık. Bir sonraki gün de “Askerin ders vermesi sakıncalı” tesbitini dikkatlere sunduk.

Aradan yaklaşık beş buçuk ay geçti.

Ve Ankara’da toplanan 18. Millî Eğitim Şûrâsında konu gündeme geldi. Dersin ya tamamen kaldırılması veya diğer uygun dersler içinde eritilerek verilmesi ve ayrıca üniformalı subaylar yerine sivil öğretmenlere devredilmesi gerektiği yönünde konuşmalar yapıldı, teklifler sunuldu.

Sonuçta Genelkurmay temsilcisinin itirazları ile o paralelde yapılan bir-iki konuşmaya itibar edilmeyip, ders müfredatının gözden geçirilerek yenilenmesi ve dersin branş öğretmenleri tarafından verilmesi teklifi benimsenip kabul edildi.

Bu karar Yeni Asya’nın teklifinin çok gerisinde. Ancak o istikamete doğru atılmış bir adım.

Gerçi şu aşamada tavsiye olmaktan öteye de gidemiyor. Uygulamaya yansıması için, Bakanlığın ve Talim Terbiye Kurulunun harekete geçerek, ilgili mevzuatı değiştirmeleri icab ediyor.

Özellikle de 1980’den beri yürürlükte olan 18 maddelik Millî Güvenlik Bilgisi Öğretim Yönetmeliğinin karar yönünde düzeltilmesi gerekiyor.

(Ki, yönetmelikle ilgili geniş değerlendirme ve tahlillerimizi, 29.4.10 tarihli “Askerî cumhuriyet” ve ertesi gün çıkan “Halkı kontrol tezgâhı” başlıklı yazılarımızda yapmaya çalışmıştık.)

Şimdi yapılması gerekenlerden biri, bu yönetmelikle dersin her aşamasında Genelkurmay’a verilen aktif müdahillik rolünün kaldırılması veya en azından asgarî düzeye indirilmesi ve sivil öğretmenler kanalıyla dersin sivilleştirilmesi.

Ve bu dersin, başörtüsü yasağını imam hatip okullarına taşımak için yoğun şekilde kullanılması örneğinde de olduğu gibi, sivil hayata asker müdahalesinin aracı olmaktan çıkarılması.

Ayrıca, çok daha önemli bir konu olarak, ders müfredatı gözden geçirilip yenilenirken, millî güvenlik adı altında baştan sona resmî ideolojiyi dayatan antidemokratik ve hukuk dışı dogmaların—nasıl olacaksa—tamamen temizlenmesi.

Bu çerçevede, Millî Güvenlik Siyaset Belgesinde yapıldığı ifade edilen ve MGK’da da uygun bulunduğu açıklanan değişikliklerin, dersteki içerik yenilenmesine yansıması beklenmeli.

Gerçi söz konusu değişikliklerin, şimdiye kadarki derin politika ve uygulamaları ne ölçüde değiştireceği hâlâ soru işareti. Bu meyanda, söz gelişi “irtica” kelimesini metinden çıkarıp yerine yine muğlâk ve ard niyetli yorumlara açık bir ifade olan “din istismarı” ibaresini koymak, yaşanan sıkıntıların izalesine nasıl bir katkı sağlar?

Cevabı, uygulama sürecinde göreceğiz.

Ama hepsi bir tarafa; içeriğinden ve öğretmenlerin niteliğinden bağımsız olarak, liselerde Millî Güvenlik adı altında bir ders okutmayı sürdürmek için makul ve mantıklı gerekçeler bulmanın giderek zorlaştığı bir süreci yaşıyoruz.

Onun için, bu dersi kaldırmak yerine içeriğini—nasıl olacağını ve işe yarayıp yaramayacağını henüz bilmediğimiz—değişikliklerle rötuşlayıp yola devam etmek, idare-i maslahatçı, palyatif, geçici bir “çözüm” olmaktan öteye gitmez.

Orada da köklü bir çözüme ihtiyaç var.

Baştan sona problemli muhtevası ile neşter beklemeye devam eden, ama izleyebildiğimiz kadarıyla Eğitim Şûrâsında kimsenin gündeme getirmediği İnkılâp Tarihi dersinde olduğu gibi.

***

CHP’deki gelişmeler, parti açısından kritik bir yol ayrımına işaret ediyor. Kızışan mücadeleyi Sav’ın temsil ettiği katı Kemalist çizgi mi, yoksa Kılıçdaroğlu’nun seslendirdiği mutedil tavır mı kazanacak? Yakında belli olur. Hayırlısı, diyelim.

05.11.2010

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Komünizm öldü mü?


A+ | A-

Nazım Hikmet, şiiriyle “makinalaşmayı” ifade ederken materyalizmi kutsadığının farkındadır. Orhan Veli ise hayatı güzel yaşamada “örümceği” örnek alır. Materyalist Batı felsefesinin Türkiyeli çocuklarının hemen hepsi, tasavvufa gönlünü kaptırmış bir doğulunun Abdülkadir-i Geylanî’ye veya Şah-ı Nakşibend’e gösterdiği alâkanın belki on misli fazlasıyla üstadlarına bağlıdırlar.

1980 sonrasında “komünizmin öldüğüne” dair bir şayia yayılmıştı. Gladio’nun da yardımıyla materyalizm, komünizm ve bolşevizm hayâlî olarak Sovyetler Birliğine hapsedilmişti. Maksat, günümüzdeki modern komünizm veya bolşevizmi hazırlayacak Avrupa ve Amerika’daki merkezleri nazardan kaçırmaktı. Sovyetlerin yıkılışıyla birlikte, global dinsizlik cereyanı; eski sembol, slogan ve putlarını kamuoyu önünde yakıp yıkarak kendisini dünya efkâr-ı ammesi önünde temize çıkarmaya çalıştı. Bir nebzecik muvaffak da oldu. Zira 11 Eylül ihtilâlini gerçekleştiren neocon ve neoliberallerin “dünkü komünistler” olduğunu, temelde aynı idealleri paylaştıklarını veya aynı neticeye yürüdüklerini hem dünya, hem de Türkiye kamuoyları maalesef bilmiyorlar. Dağılan “Doğu bloku” ile birlikte komünistlerin 20. yüzyılın bilhassa son üç çeyreğinde kullandıkları herşey alet, tarz ve slogan olarak imha edildi. Bu meşhur imha ile birlikte halklara “komünizmin artık öldüğü” propagandası yapıldı.

Komünizmin 1970’li yıllarda dünyanın yarısında fazlasında organize ve hakim olduğunu hatırlarsınız. Sosyal hayatın en küçük hücresine varıncaya kadar organizeli cemaat halinde çalışan bu dinsizlik cereyanının, günümüze tarz, renk ve slogan değiştirerek geldiğini, dünya kapitalini ele geçiren eski komünistler gizlemeye çalışıyorlar. Dünyanın çok yakından tanıdığı Musevî asıllı Polonyalı Paul Wolfowitz’in Troçkici bir genç ve yine turuncu devrimin patronu George Soros’un ise sıkı bir Freudist olarak gençliklerini yaşadıkları, bugünkü meşhur konumlarında hâlâ katıksız “dinsiz” oldukları efkâr-ı ammeden kaçırılmaya çalışılıyor. Gençliklerinde işçi ve köylü sınıflarını devrime motive eden bu insanların, durup dururken “dünya servetini kontrol noktalarına” gelmelerini sorgulamayan idrakler elbette küsufa tutulmuş idraklerdir.

Dünyada ticaret, servet, para ve koordine idareleriyle birçok Batılı devletin yönetimlerinin bu eski militanların tesiri altına girmeleri; komünizmin veya materyalizmin ölmediğini, belki global olarak hayatımızın birçok karesini işgal ederek tekrar insanlığa musallat olduğunu ispat ediyor.

1968’de “Kahrolsun kapitalizm!” diyerek sol yumrukları havada meydanlarda en önde yürüyenlerin, dünyada ve Türkiye’de sosyal enstitülerin, üniversitelerin ve işadamları kulüplerinin başlarında bulunması, “insanî değerlerimizi” yakarak kurutan “sam yelinin” geliş istikametini bize gösteriyor. Asya, Avrupa ve Afrika kıt’alarının en zeki ve yoksul çocuklarının Avrupa ve bilhassa Amerika’daki enstitülerde neye ve kime çalıştıklarını, şu imkânlarımızla öğrenmemiz kolay olmayacaktır.

Komünistlerin bu yeni global devrimlerinde zekâvetleriyle kullanılan “yoksul çocuklar” meselesi önemlidir. Yoksulluk elbette ki bir nakûse olamaz. Fakat servete, makama, lüks hayat ve kariyere çok aç insanların, mahiyetini ifadeye çalıştığımız global dinsiz cereyanlara nasıl çalıştırıldıklarını ve neler yaptıkları çok önemlidir.

Sosyal hayatın gayet zayıf bir damarından gelen bilhassa fakir çocukların yüksek ilimleri tahsil etmemesini tavsiye eden İmam-ı Gazalî Hazretleri, eski komünist ve yeni kapitalistlerin emrinde şuursuz birer alet olarak insanlığın zararına zamanında mühim işlerde koşuşturulan kadrolara da işaret etmektedir. Bu çerçevede global ekonomik krizleri, insanlığın yüz karası kirli savaş ve sömürüleri, kitlesel psikolojik dönüşümleri, istikrarsızlaşan dünyamızın tutulduğu dehşetli fırtınaları incelemek gerekiyor. Bizim kanaatimizce bütün bu felâketlerin kaynağında mutlaka klâsik veya modern komünistler vardır.

IMF’den Dünya Bankasına, Amerikan düşünce kuruluşlarından Açık Toplum Enstitüsüne, bilhassa sosyal ilimlerle ilgili bazı üniversitelerimizin dış destekli projelerinden hariciye, maliye ve maarif bakanlıklarının kozmik odalarına kadar yapılacak bir inceleme, 1920’lerde olduğu gibi Kemalizm ile komünizmin kucak kucağa Hıristiyanlık ve Müslümanlık aleyhinde derin çalışmalar yapmakta olduğunu bize gösterecektir.

Komünizmin yaşayıp yaşamadığını öğrenmek için onun özellik ve hedeflerini bilmek yeterlidir.

Komünizmin amacı sınıflar arası boşluğu olabildiğince açmaktı.

Komünizmin maksadı nikâhı kaldırarak aileyi sonlandırmak ve insanî ahlâkı bitirmekti.

Komünizmin hedefi halk yığınlarını karın tokluğuna mahkûm etmekti.

Komünizmin üslûbu, halkı düşünemeyecek ve fikir üretemeyecek hale getirerek ellerindeki haklarını gasp etmekti.

Komünizmin uzayıp gidecek ideallerini bir tarafa bırakarak, kendi kendimize birkaç soru soralım isterseniz...

Motorlu taşıtı olanlar, kullandıkları benzinin AB’den 40 cent daha pahalı olduğunu biliyor ve ülkemizdeki asgarî ücret ile AB’deki asgarî ücretleri karşılaştırıyorlar mı?

Üzerine titrediği biricik yavrusunun okuldaki terbiyesine, ne öğreneceğine ve öğretilen dünya görüşüne müdahalenin suç olduğunu veliler biliyor mu?

Bizi tutsak alan herhangi bir bankanın bir eski Marksiste ait olduğunu veya dev bir alışveriş merkezinde, cebindeki banka kartlarıyla dolaşırken, esnafı bitiren bu seküler mabedin eskiden bolşeviklere yoldaş olan birisi tarafından açıldığını tüketiciler biliyorlar mı?

Bir de, okul müfredatlarında, medyada, roman ve sinemada ve hatta reklâmlarda buram buram dinsizlik koktuğuna göre, demek ki komünizm daha canlı olarak yaşıyor. Durum böyle ise, biz hâlâ komünizmin Moskova’da Lenin ve Stalin’le birlikte olduğuna inanalım mı?

05.11.2010

E-Posta: [email protected]



Mikail YAPRAK

Münih toplantıları


A+ | A-

Tam yirmi yıldır Avrupa’da eğitim ve öğretim platformlarında fen ve din ilimlerini yoğurarak ulvî, ilmî ve fikrî değerleri soluklamak ve nefes tüketmek ne güzel..

Toprak, su, hava ve ateşle yoğrulan madde planındaki bu imtihan yuvarlağında ruhumuza kemâlât, kalbimize iman, aklımıza istikamet ve duygularımıza vasatî ölçü bahşeden Kur’anî derslere bizi muhatap kabul eden Rabbimize sonsuz şükürler olsun. Bu derslerin ve dersanelerin uzağında, herşeyden habersiz gününü gün edenlerin de hak ve hakikata yönelmesi en büyük dileğimiz olmakla kalmayıp, en önemli gayretimiz de bu istikamette olmalıdır.

***

Ekim ayının son haftasında Münih’te, “Kur’ân’ın Çağa Mesajı” başlığı çerçevesinde yapılan toplantıda Kâzım Güleçyüz’ün, dünyanın geçirmekte olduğu manevî buhrana dikkat çekmesi de; aynı idealimizin ve aynı gayretlerimizin yeni boyutlar kazanmasına olan ihtiyaç ve zaruretin ifadesiydi. Ki aynı toplantıda konuşan Müslüman Alman konuşmacı Ahmed Aries de, hakkı arama temayülünde olan insanlara İslâm adına doğru mesajlar verme meyanında Nur Talebelerine düşen vazifenin ve sorumluluğun büyük olduğuna dikkat çekerek, “Topluma ve medyaya açılın” çağrısında bulundu.

***

Farklı toplumlara, farklı kültürlere ve farklı inançlara ev sahipliği yapan Avrupa’da; ortak projelere, ortak çalışmalara ve ortak reçetelere olan ihtiyaç gün geçtikçe daha da belirginleşiyor. Diyaloğun ötesinde bir ittifak ve kaynaşma zarureti ortada dururken, sadece belli program ve toplantılarda buluşmayı bile gereği gibi ifa edememenin ezikliğini iliklerimize kadar hisseder duruma geldik.

Dileriz ki bu acı keyfiyet ve temiz vicdanlarda husule gelen bu ıztırap, bir duâ ve yakarış hükmünü alır da, Rabbimiz aklımızı başımıza aldırır, iş işten geçmeden gerçek ittifak ve el birliği sağlanır. Zira Avrupa’da manevî buhranın had safhaya geldiği, bilhassa gençlerin, kendilerini bekleyen vahim neticelerden habersiz yuvarlandıkları, anketlerin diliyle meydandadır.

Bu meyanda Üstad Hazretlerinin kahraman ve fedakâr talebesi Zübeyr Gündüzalp’i hemen hatırlamalıyız. Gençliğini ve bütün ömrünü iman ve Kur’ân yoluna feda eden o zat, imanın ve dinin müdafaasını mahkemede yaparken şöyle diyordu:

“Eğer teessür ve ıztırap karşısında kalpten bir parça kopsa idi; bir genç dinsiz olmuş haberi karşısında, o kalbin atom zerratı adedince paramparça olması lâzım gelirdi.”

***

Biribirini avucundan yakalayıp sıkıca tutan iki sağ el. Birisi bir Müslümana, birisi de bir Hıristiyana ait. Yine yana yana, omuz omuza iki ibadetgâh, bir kilise ve bir cami.

Yıllar önce Köprü dergisinin; Müslüman-Hıristiyan diyaloğunu işleyen sayısının kapağında görmüştüm bu fotoğrafı...

Aynı fotoğrafı biz Münih toplantılarında canlandırmak ve taçlandırmak istiyoruz. Bizim gayemiz, hedefimiz ve duâmız bu da; bu duâya “amin” diyenlerin çoğalmasını istiyoruz. Halbuki, bırakınız “amin” demeyi, bu birlikteliğe şiddetle karşı çıkanlar bile var.. Haydi onlar bahsimizden hariç olsun. Biz kendimize dönüp bakalım, kendi kendimizi sigaya çekelim.

Biz bu meselenin zaruretine ne kadar inanmışız ve hayata geçirme noktasındaki gayret ve çabamız hangi düzeydedir? Âyetin semasından gelen, “Ey ehl-i kitap! Bizim İlâhımız da, sizin İlâhınız da birdir” sâdasını ehl-i kitaba işittirme sadedinde ne yapıyoruz? Medeniyet harikalarını bu uğurda seferber ediyor muyuz? Ki o âyetin tamamı mealen şöyledir:

“Kitap ehliyle ancak en güzel bir yoldan mücadele edin; güzellikle, yumuşaklıkla, delil ve ispat yoluyla onlara hakkı anlatın. Ancak onlardan zulme sapanlar müstesnadır. Onlara deyin ki: ‘Bize indirilene de, size indirilene de biz iman ettik. Bizim İlâhımız da, sizin İlâhınız da birdir. Biz ancak O'na boyun eğeriz.” (Ankebut, 46)

Meşveret ve şûrâ zeminlerinde, ortak kararlarımızla, Münih toplantılarına kazandırdığımız bu yeni formatın arkasında durmalıyız. Hem Alman, hem de Türk tarafından katılımın en lâyık ve en makul düzeye yükseltilmesi hususunda âzamî gayret gösterilmelidir. Ve herşeyden önce ve herşeye rağmen, toplantılarımıza kazandırılan bu yeni çerçeve ve formattan asla vazgeçilmemeli. Nitekim, Avusturya’da, Nur Talebelerinin Caritas derneğiyle birlikte gerçekleştirdikleri diyalog toplantıları güzel bir seviye kazandı.

Böyle programlarda müsbet müzik de çok önemli. Programa renk, gönüllere neş’e katıyor. Dr. Bahri Güngördü ve ekibi gibi musîki ustaları da böyle programların vazgeçilmezlerinden olmalıdır.

05.11.2010

E-Posta: [email protected]



Cevat ÇAKIR

Son maznunlardan Şaban Döğen’i rahmetle anarken


A+ | A-

Şaban Döğen Ağabeyi tanıyanlar, onun yüzünden tebessümün hiç eksik olmadığını hatırlarlar. Şaban Ağabeyi tanıdığımız ilk günden, vefatına kadar onu hep hizmetin içinde ve önünde gördük.

1980’de İstanbul’a öğrenci olarak geldikten sonra kendisini tanıdım. Aynı bölgede olmamız ve gazetedeki çalışmaları dolasıyla daha da sık görüşür olduk. Haznedar’daki hizmet merkezinin yapılışında da ön saflardaydı. Hatta, hizmet merkezinin küçük bahçesine ekilmek üzere, çiçek seracılığı da yapan bir akrabamızdan fidanlar satın almıştık. Şaban Ağabeyle zaman zaman gazete ve dergi abonesi için dolaştığımız da olmuştur. Bu çalışmalar esnasında, bir çok kez hiç tahmin etmediğimiz kişiler gazete ya da dergilerimize abone olmuşlardır.

Bir dönem İstanbul Çağlayan’da köyümüzün gençleriyle beraber her hafta devam eden Nur sohbetleri başlatmıştık. Şaban Ağabey, her çağırdığımızda bu sohbete mutlaka gelmişti. Bir çok kişinin Risâle-i Nur’u tanımasına bu sohbetlerle sebep olmuştu. Allah razı olsun.

Şaban Ağabeyin kızı ve torunu elim bir trafik kazasında vefat edince, kızının öğretmeniyle beraber başsağlığına gitmiştik. O ziyaret esnasında da Şaban Ağabeyi çok farklı gördük. Ev sanki bir cenaze evi değildi. Yine o tebessümü yüzünden hiç eksik olmamıştı.

Şaban Ağabeyle bir iki defa da yolculuğumuz olmuştu. Kendi kullandığı aracıyla bir toplantı için Ankara’ya gittik. “365 Günde İslâm” isimli kitabının baskısı yapılmak üzereydi. Kitabın formalarını bizlere dağıtarak kanaatlerimizi öğrenmek istemişti. Bu kitabından dolayı da çok neş’eliydi. Bir dönem de Eğit-Bir’in bir seminer çalışması dolayısıyla Bursa’da aynı odayı paylaştık. Son olarak da yine kendi aracıyla Selahaddin Yaşar ve Faruk Çakır’la beraber Kırklareli’nde vereceği “aile” konulu bir konferansı için gitmiştik.

Şaban Ağabeyin bir yönü de son ‘maznun’lardan olmasıdır. Gerçi bunu Selahaddin Yaşar Ağabeye “Bediüzzaman Beşlemesi” için çok kısaca anlatmıştır. Ben cezaevi arkadaşlarından aldığım bilgileri sizinle paylaşacağım. 1982 yılında askerî öğrenciler dahil 102 kişi tutuklanıyor. Onlardan birisi de Şaban Döğen Ağabey olmuş. “Suç”u da “Nurculuk fikrini askerî öğrencilere benimsetmek ve onların kafalarına yerleştirmek için çaba göstermek ve böylece laikliğe aykırı propaganda yapmak ve telkinde bulunmak“ olarak açıklanmış. On sekiz gün birinci şubede hücrede kalan Şaban Ağabey ve arkadaşları on iki gün de Selimiye Kışlası’nda kalarak sonunda tahliye edilmişler.

Ne mutlu ona ki çok güzel bir ‘berat’a sahip olmuş. Allah rahmet eylesin.

05.11.2010

E-Posta: [email protected]



Rifat OKYAY

En büyük ibadete doğru


A+ | A-

Hac ibadetini yapmak üzere Suudi Arabistan’a, Mekke-i Mükerreme’ye, Haremi Şerif’e, Kâbe-i Muazzama’ya giden, o mübarek ve mukaddes yerlere kavuşan mü’minler, bizlere ehl-i tevhidin mübarek ve mukaddes olan Kurban Bayramını haber veriyorlar.

Cemaatle kıldığımız namazlar, Cuma namazlarımız ve Kurban Bayramında Arafat’ta tekbirlerle kılınan namazlar, o kudsî ve mübarek yerlerin ve yapılan ibadetlerin adeta zirve noktasında ifadeleridir.

Beşerin hafsalasının alamayacağı geniş, derin ve muazzam kudsî mânâların ifade edildiği Rabbimizin rububiyetini, O’nun terbiye ediciliğini ve ibadet edilecek başka bir mabudun olmadığının maani kudsiyesini bize anlatan cemaatle kılınan namazlar, bayram namazları, Cuma namazları, mutaf alanında Kâbe-i Muazzama’nın etrafında kılınan namazlar ve Arafat’ta, dünyadaki bütün mü’minlerin iştirakiyle tekbirlerle kılınan namazlar ve yapılan ibadetler elbette ki kâinatın içindeki bütün mahlûkatın tavaf istikametinde ve azametindeki yapılan ibadetlere iştirakleriyle yaptıkları kulluğu ve kulluğun en büyük ibadetini ifa ve ifade ediyorlar, ilân ve arz ediyorlar.

İnsanoğlunun sahip olduğu acz, fakr, noksanlık ve zaifliğin en uç noktalarda, en hissedilir şekliyle kendisini, insanı anlattığı yerde, zamanda ve mânâlarda onun yükselişini, kıymetlenişini, kemale ererek kuvvetlenişini en iyi şekil ve konumda haccda Arafat’ta ve hacc günlerinde Mekke’de Harem-i Şerif’te yapılan ibadetleri esnasında görüyoruz.

Yokluk âleminden varlık âlemine Rahman-ı Rahim’in izzet ve ikramıyla getirilmiş, çıkarılmış ve yükseltilmiş olan, her halk edilmiş varlığın, Rabbine el açarak, dil dökerek, gönül sererek yaptığı kulluğun, ibadetin ve ubudiyetin en âli mertebe ve kıymetleri mü’minlere ihsan ve ikram edilmiş hacc günlerindedir.

Allah’ın (cc), anasından doğduğu gibi günahsız ve masum olacaklarını söylediği mü’minlerin yaptıkları ibadetten sonraki halleri elbette ki onları, haklı olarak bayram yapmaya, bu hallerini diğer bütün Müslümanlarla paylaşmaya ve ilân etmeye hacc ibadetinin menasiki içinde yönlendirecektir. Ne büyük bir saadettir ki, onlara vaad eden ve vaadini her zaman yerine getiren Rabbi Rahimlerine karşı, kemal-i edeb ve ciddiyetle mü’min için en büyük ibadetlerden olan haccı yerine getirmişlerdir.

Telbiye ve tekbirlerle kâinata ilân edilen bu en büyük ve en ihatalı ibadeti yapabilmek, menasikini yerine getirebilmek için, yola çıkmak, bu gayret ve çalışmaları yerine getirmek, büyük bir ihsana mazhar olmak olduğu gibi, aynı zamanda da bir ayrıcalıktır.

Bu ayrıcalığa, seçilmişliğe mazhar olunduğu gibi, lâyık ve elyak olmaya da çalışmak gerekmektedir. Hem ibadette muvaffak olmak, hem de yapılan bu ibadeti hayatımızda devamlı kılmak, onu manen ve maddeten yaşatmak boynumuzun borcu olsa gerek.

Cenâb-ı Hak, hacca giden ve böyle muazzam bir ibadeti yapma gayreti içine giren bütün mü’minlere kolaylıklar ihsan eylesin ve diğer gidemeyen mü’minlere de hacca gitmek ve haccı yaşamak nimetine kavuştursun İnşaallah. Amin... Amin... Amin...

05.11.2010

E-Posta: [email protected]



Nejat EREN

Cemaatle kucaklaşıyor, şevk alıyoruz


A+ | A-

Amerika’dan döner dönmez ayağımızın tozuyla İstanbul Ümraniye’den başladığımız “Türkiye Hizmet TUR’unda” ummadığımız ve beklemediğimiz bir teveccüh, coşku ve heyecan seliyle karşılaştık. Her tarafta çok ciddî bir dinamizm, hareketlilik, aşk ve şevk gördük. Ülkenin her köşesindeki samimî dostlarımızla sıcak bir kucaklaşmayla Allah’a şükrediyor ve ruhî, kalbî, hissî zevk alıyoruz.

“Amerika’daki Risâle-i Nur hizmetinin tarihçesi, bugünü ve yarını hakkında neler yapabileceğimiz” konusunda çeşitli il ve ilçelerdeki dostlarımızla birlikte yaptığımız plan ve program hiç aksamadan devam ediyor Elhamdülillah. Zamanımızın kısıtlı olması elbette bize fazla fırsat veremedi. Fakat, Elhamdülillah hizmetin kerâmeti, cemaatimizin sadakati ve teveccühü karşısında cidden şaşırdık. Şimdiye kadar bize müracaat edip bizi illerine dâvet eden il ve ilçelere de çok teşekkür ediyoruz. Zaman el vermediği için bu mahallere maalesef müsbet cevap veremedik. Süleyman Ağabey bu ayın sonlarına doğru ABD’ye dönecek, ama bayramdan sonra sağlığım müsaade ederse, ondaki bilgileri ve kendi tecrübelerimi siz değerli dostlarımızla mahallerinizde—dâvet olduğu takdirde—paylaşmak isterim.

Bu hizmet turumuzun içerisinde on yedi il, üç de ilçe olmak üzere yirmi nokta vardı. Böylece Arefe Gününe kadar da her günümüz doldu Elhamdülillah. İlk durağımız İstanbul-Ümraniye’deki yeni hizmet merkeziydi. Ümraniye ve Kadıköy yakasının fedakâr hizmet hadimleri, geç saatlere kadar dikkatlerini hiç dağıtmadan Süleyman Kurter Ağabeyle birlikte anlattığımız “Amerika’daki Risâle-i Nur Hizmetlerinin Tarihçesi ve Geleceği” başlıklı sohbetimizi dinlediler ve sonunda çeşitli sorular sordular. Bizim için güzel bir başlangıç ve sohbet olmuştu Elhamdülillâh.

Daha sonra Antalya’mıza geçtik. Değerli hemşehrilerimiz çok güzel ve mükemmel bir hazırlık yapmışlardı. Antalya’nın bütün ilçelerinin yanında; Isparta, Burdur il ve ilçeleri de dâhil yoğun bir katılım vardı. Ve zaman zaman gözyaşlarına hâkim olunamayan bir duygu seli yaşandı!

Bir gün sonra Ege’nin incisi İzmir’e uçuş... Sabahtan başlayıp gece geç saatlere kadar devam eden iyi organize edilmiş bir program. İzmir’deki bütün cemaat aktif maşaallah. Salonun dışına kadar taşan ve aşk ve şevki ön plana çıkartan bir tablo... Mukaddes bir dâvâya gönül vermenin, aynı istikamette yürümenin, hizmeti kucaklamanın, neticeleri hep beraber paylaşmanın büyük saadeti birlikte yaşanıyor.

Bir gün sonrasında gittiğimiz Manisa Öğretmenevi Salonunu dolduran Manisa ilinin hemen hemen bütün ilçelerinden buraya akın eden; genç ihtiyar, çocuk, bayan bütün değerli dâvâ arkadaşlarımıza teşekkür ediyoruz. İzmir’den ve özellikle Balıkesir’den buraya koşup gelen kadim dostlarımızın bu dâvâya ve cemaate sahip çıkışlarını alkışlıyor, bu gayret ve fedakârlıklarının Cenâb-ı Hakk’ın yanında da makbule geçmesi için duâ ediyoruz. Muğlalı değerli dostumuzun ısrarı ve mânâlı bir rüyanın sevkiyle planda olmayan Muğla’ya da bir uğramak nasip oldu.

Bir gün sonraki durağımız İzmir’in önemli ilçelerinden Ödemiş. Tireli dostların çoğunlukta olduğu, Bayındır, Kiraz, İzmir merkezden çeşitli gruplardan çok yoğun bir katılım vardı. Ödemiş tarihi günlerinden birini yaşadı.

Salı günkü hedef başşehir Ankara’ydı. Burada da Maltepe sohbet salonunu hınca hınç dolduran samimî dostların dikkati, teyakkuzu ve yoğun ilgileri katılımcıların hepsine büyük bir aşk ve şevk vermişti. Çeşitli sorularla gece çok geç saatlere kadar bu tatlı sohbet ve anılar devam etti. Çarşamba sabahında “Flash TV”de Süleyman Kurter Ağabey canlı bir yayına misafir oldu. Programda ABD’deki İslâmî gruplar, yaptıkları hizmetler ve yaşadıkları sıkıntıları kapsayan geniş bir fikir turu yapıldı.

Aynı günün akşamı Sincan Belediye Kültür Salonunda yine sadık dostlarla olan beraberlik... Yepyeni kaynaşmalar... Ümit tazelemeler... Aşk ve şevk alış verişi...

Yeni ufkumuz Bursa, İstanbul, Adapazarı, İzmit, Düzce, Zonguldak Ereğlisi, Mersin, Adana, Kahramanmaraş, Antakya… diye devam edecek İnşâallah. Oralardaki güzel hatıraları da birlikte paylaşmak üzere İnşâallah.

Netice olarak; şu ana kadarki turumuz, hizmetimiz adına ileriye çok daha ümitle bakmamıza sebep oldu. Bütün bulunduğumuz bu beldelerde programları hazırlayıp, bizi dâvet eden ve emeği geçen herkese selâm, saygı, hürmetlerimi sunuyor, duâlar ediyor, duâlarınızın devamını diliyorum.

05.11.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Kurban pazarları canlanırken


A+ | A-

Mustafa Öztunç: “Kurbanlık alırken şimdilerde yeni bir alış veriş türü var: Hayvan kesildikten sonra işkembesi, bağırsağı, ayağı, derisi, kellesi hariç olacak şekilde, safi eti ve kemiği (karkas eti) tartılarak fiyatı belirlenmek üzere kurbanlık alım ve satımı yapılıyor. Böyle bir alış veriş usulüyle kurban almak caiz midir? Yapılan akit sahih midir?”

Bir iyilik, kucaklaşma ve kaynaşma bayramının daha gölgesi üzerimize düşmeye başladı. Kurban Bayramı gibi İslâm dinine mahsus bir merhameti paylaşma bayramı bir kez daha yakında sıcak aile yuvalarımıza misafir olacak. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, kurban bayramında koca küre-i arz, büyüklüğü nisbetinde, Allahü ekber, Allahu ekber kelime-i kudsiyesini semavâttaki seyyarat arkadaşlarına işittirecek. Binler hacıların Arafat’ta ve bayramda beraber ve birden Allahu ekber sadaları, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bin dört yüz küsur sene evvel âl ve sahabeleriyle söylediği ve emrettiği Allahu ekber kelâmının bir nev'î aks-i sadâsı hükmünde asrımızda, arzımızda ve gönlümüzde çınlayacak.1 Bu günlerde gönüller bunun için heyecanlı. Pazarlar bunun için canlı.

Kurbanlık hayvan alırken dikkat edeceğimiz en önemli husus: Hayvanı belirlemek ve hayvanı kendimize vacip kılmaktır. Bu, hayvanı görmek, tercih etmek, üzerinde karar vermek ve kesin bir şekilde satın almakla olur. Telefonla, ya da yüz yüze de olsa hayvanı görüp belirlemeksizin, satıcıya “Hayvanlarından birisini bana ayır. Fiyatını sonra görüşürüz” demekle kurbanlık hayvan satın alınmış ve kendimize vacip kılınmış olmaz. Çünkü esasen böyle bir akit sahih olmaz.

Hayvan pazarı veya satıcılar gezilir, hayvanlar görülür, fiyatları sorulur, danışabileceğimiz kimseler varsa danışılır, hayvanın kurbanlık şartlarını haiz olup olmadığı, kusur taşıyıp taşımadığı, yaşı, başı, boyu, endamı incelenir. Üzerinde karar kılınacaksa, fiyatı ile ilgili pazarlık teklif edilecekse edilir. Verilen teklife göre satıcının kabulü dikkate alınarak, belirlenen bir hayvan üzerinde karar verilir, el sıkışılır.

Para peşin verilecekse verilir. Hayvan veresiye alınacaksa, parasının ne zaman ödeneceği konusunda satıcı ile kesin mutabakata varılır. Bu durumda pazarlığın kesin olduğunu belirlemek için kapora verilmesi şer’î bir davranış olur. Para kurbanda veya daha ileri bir günde verilecekse,—satıcı kabul ettikten sonra bu mümkündür—ona göre anlaşma yapılır. Bu anlaşmanın sözde kalmayıp kâğıt üzerine geçirilmesi ve yazılması veya senede bağlanması Kur’ân’ın emridir. Bu dikkate alınır.

Pazarlığı kesinleşen ve satın alınan hayvanın teslim alınması esastır. Satıcı kabul ettiği takdirde hayvan kurbana kadar satıcıda da bırakılabilir. Fakat satıcı buna zorlanmamalı, bu bir ön şart olarak koşulmamalı, ön şart koşulacaksa, satıcının kurbana kadar bakım ücreti almasının hakkı olduğu bilinmeli, eğer satıcı kendiliğinden-–ya da örfte olduğu gibi fiyatın içinde olarak—bu hizmeti verirse, bunu tamamen rızasıyla yaptığı, ama hayvan üzerindeki sorumluluğun satıcıda olmadığı bilinmelidir. Çünkü hayvan artık, kurban için vacip bir hayvan hükmünde, satın alan kişiye veya kişilere ait olmuştur. Uhrevî bir mahiyet taşıyan bu aidiyet, sırat köprüsünü, cenneti ve ebediyeti içine alan bir değer ihtiva ettiğinden kutsaldır.

Hayvanın fiyatı götürü olarak veya canlı kilo usûlüyle ya da güvenilir başka bir usûl varsa onunla ve nihayet pazarlık usûlüyle başta belirlenebileceği gibi, kesildikten sonra neresinin tartılacağı ve kilo başı fiyatının ne olacağı-–yine pazarlık ve nihayet karşılıklı anlaşma yoluyla—belli edilmek şartıyla kesim sonrası tartı usûlüyle de belirlenebilir. Bunda bir sakınca yoktur. Çünkü ortada aldatma veya aldanma yoktur. Çünkü ortada, sonradan ihtilâfa sebep olacak bir belirsizlik yoktur. Kurbanlık hayvan, kesim sonrası et ve kemiği tartılarak parası verilmek sûretiyle alınmışsa eğer, kilo fiyatının başta belirlenmesi gerekir ve bu yeterlidir.

Söz gelişi, kesim yapıldıktan sonra hayvanın safi eti ve kemiği 250 kilo geldi. Diyelim ki, kilo başı 19 liradan anlaşmışlardı. Bu durumda 250 ile 19’un çarpımı sonucu diyelim 4750 lira tuttu. Netice itibariyle hayvanın fiyatı belli olmuş oldu. En başta bu 4750 liranın belli olmamış olması alış veriş akdinin sıhhatine zarar vermez. Böyle bir akit sahihtir. Çünkü baştaki belirsizlik ihtilâfa sebep olacak ve içinde aldatma taşıyan bir belirsizlik değildir. Başta kilo fiyatının ve hangi parçalarının tartılacağının belli olması kâfidir. Alışverişin caiz olması için bu yeterlidir.

Huzurlu alış verişler ve huzurlu bir bayram duâlarımla…

DUÂ

Ey Rabb-i Rahim’im! Bizi kitabına itaatkâr kıl! Bizi isyankâr kılma! Bizi işlerimizde adaletli kıl! Bizi zalim kılma! Bizi yürek sahiplerine merhametli kıl! Bizi katı yürekli kılma! Bizi kendine kul eyle! Biz başkalara kul eyleme! Amelimizi rızana yol eyle! Kahrına, gazabına yol eyleme! Bizi birr’e, hayra, sevaba nail eyle! Bizi şerre, kötülüğe, ucba mâil eyleme!

Âmin!

Dipnot:1- Şuâlar, s. 210.

05.11.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Bu ne sigara perhizi, bu ne alkol turşusu!


A+ | A-

Geçtiğimiz Cuma Akşamı Kültür ve Tarih Derneği’nde “Ruh/duygu keşfi ve olağanüstü haller” mevzulu bir seminer verdikten sonra, Anadolu Ekspresi treniyle “Evlilik ve Ailede Mutluluğun Yolları” mevzulu sohbet için Eskişehir’e yöneldik. Her halde uzun zamandan beri trene binmediğimden; gayet temiz, rahat ve konforlu geldi bana. Ama, epey bir zamandan beri bu böyle. Ulaştırma bakanını tebrik ediyoruz.

Her vagona da “Sigara içilmez” diye uyarı levhaları koymuşlar. Bu daha da güzel.

Ne var ki, kalkıştan on-on beş dakika sonra makinist veya şefin yaptığı anons, midelerimizi bulandırdı. Şöyle diyordu:

“Restorantımızda her türlü çorba, kızartma, alkollü ve alkolsüz yemek servisi devam etmektedir!”

“Ne, yanlış mı duydum!” dedim önümdekine…

Bön bön baktı yüzüme…

Aradan üç dakika geçti veya geçmedi, vagonları dolaşan garson, “Restorantımızda alkollü yemek servisi devam etmektedir!” diye hemen her koltuk sırasında tekrarladı…

“Bu ne biçim bir uygulama!” diye lâ havle çekerken, beş on dakika sonra aynı garson aynı anonsu tekrarlamaz mı?

Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu! Sigara yasak, alkol serbest! Sigara dumanını temizle, alkol ile kirlet!

“Ne demek alkol ile kirlet?” diyebilirsiniz! Ama, düşününüz, yanımdaki beyefendi alkol alıyor. Kalkıp gitti, alkolünü aldı. Evet, hürriyet var, isteyen istediğini içer, buna karışmaya hakkımız yok! Ama, geldi yanıma oturdu! Saatlerce onun ağız kokusunu çekeceğim!

Ya ileri geri konuşursa, ne olacak?

“Yoksa alkol alanlara özel vagon mu ayarladılar?” diye düşündüm bir ara; sonra, eğer öyle olsaydı, her vagona gelip ilânât yapmazlardı!

Daha önce de birkaç defa yazmıştım: Alkol alanların ve benzeri çevrelerin bütün arzularını yerine getiren iktidar, dindarların oylarını da toplamasına rağmen neden dindarların hak ve hürriyetlerle ilgili problemlerini çözmüyor?

Veya neden dindarları rahatsız etmeyecek uygulamalar yapmıyor?

Hindistan’da, İngiltere’de, Amerika’daki yetkililer tacizleri önlemek için bayanlara mahsus vagonlar, taksi dolmuşları ayarladılar.

Türkiye’de bu uygulama yapılsa acaba hangi çevreler, nasıl bir feryat koparır?

Ve bu feryattan iktidar nasıl ürker?

Haydi alkolü serbest bıraktın, bari yolcuları da “rahatsız olup-olmama” hususunda serbest bırak!

Mecbur muyum ben alkolikle yolculuk yapmaya!?

Ayırıver bir iki vagonu alkol alanlara, içiyorlarsa orada içsinler!

05.11.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Halk Partisinin bitmeyen sancısı


A+ | A-

Halk Partisinin (CHP) nasıl devlet içinde ve millet nezdinde iki yüzü varsa, kendi içinde de en az iki yüzü ve iki tarz–ı hareketi vardır: Biri açık, biri örtülü; yahut, biri sathi, diğeri derin CHP.

Tâ başından beri, bu partinin başına gelen lider ve kadronun, birbiriyle daima çekişmeli ve kavgalı olmasının bir sebebi, işte bu iki yüzlü oluşundan kaynaklanıyor.

Bir türlü açık, net, şeffaf olamıyor, bu parti. Liderliğe oynayanlar da, bir türlü uyum içinde kalamıyorlar, bu partide.

M. Kemal ile İnönü, İnönü ile Ecevit, Ecevit ile Baykal birbiriyle kırgın, dargın ayrıldılar, bu fâni dünyadan.

CHP, şimdi de Kılıçdaroğlu ile Sav'ın ve onların taraftarlarının amansız çekişmesine sahne olmuş durumda. (Skandal/komplo kurbanı Baykal da, olup bitenleri üzüntüyle takip ettiğini söylüyor.)

Taraflar arasındaki çekişme, bütün şiddeti ve keskinliğiyle ayyuka çıktı.

Aralarında kalıcı ve sağlıklı bir uyumun sağlanması mümkün görünmüyor.

Bir taraf "Açık ve şeffaf olmayı, halka daha yakın olmayı becerelim" istiyor.

Diğer taraf ise, "Kemalist kaşlar"ını çatarak, partide kökü "derin"lere inen anlayışın yeniden hakim kılınması yönünde çetin bir direniş sergiliyor.

Son merhalede hangi tarafın galibiyet sağlayacağını şimdiden kestirmek zor.

Zira, demokrasinin teamülleri ile Halk Partisinin teamülleri arasında oldum olası bir doku uyuşmazlığı var.

Zaten, bir türlü bitmek bilmeyen parti için sancının ve ikide bir nükseden hiper tansiyonun en önemli sebebi de budur.

Düşünün ki, bu partinin ismi Halk Partisi olduğu halde, halka bir türlü yakın olamadı, halkla barışamadı; tâ başından beri halkın değerleri zıtlaşan bir tutum sergiledi.

Keza, parti isminin başına "Cumhuriyet" tâbiri konulduğu halde, bu parti yine tâ başından itibaren "cumhur"u dışladı, diktaya yöneldi, hatta darbecilerle haşır–neşir olmayı yeğledi. (Öyle ki, bir ara "CHP+Ordu=İktidar" damgasını bile hak etti.)

Bu partinin "Demokratik Cumhuriyet" ile barışması ve uyumlu hale gelmesi ise, şimdiye kadar hayal olmaktan öteye gitmedi. Tam "hürriyet" ise, bu partinin karakteristik özellikleriyle hiç uyuşmayan bir tâbir olarak algılandı.

Oysa, artık dünyadaki ana trend "hürriyet, cumhuriyet ve demokrasi"dir.

Halk Partisi ise, bütün bu değerlere karşı direnmeye devam ediyor.

En büyük direnişi ve hatta zıtlaşması ise, dinî ve mânevî değerlere karşı oldu hep. Oysa, bunun da akıllarda, vicdanlarda bir karşılığı yoktur.

Ne tuhaftır ki, şu sıralarda parti içinde şiddetlenen sancının perdeli ve derin bir sebebi de, dinî değerlere olan yakınlık, yahut uzaklık noktasındaki paradokstur.

Önder Sav'ın, Hac konusunda ve Peygamberimizle (asm) ilgili yakın geçmişte sarf ettiği o talihsiz sözler, zihinlerde tazeliğini koruyor.

Onun o sözleri, esasında "derin CHP"nin sırıtan yüzüydü.

Şimdiki başkan Kılıçdaroğlu ise, kudsî değerlere, ister istemez daha saygılı bir tutumun sergilenmesinden yana. Bu da, partinin değişimi zorlayan bir başka yüzü.

Esasında, bu aziz millet, bu derin partinin politikalarından çok çekti. Kabul edilmeli ki, günah galerisi ağzına kadar dolu olan bu partinin de daha çekeceği var. Ne de olsa, etme bulma dünyasında yaşıyoruz.

Kaçak sigara ticareti

Erzincan'da trafik ekiplerinin yol kontrolü esnasında dur ihtarına uymadığı için lastiği patlatılarak durdurulan bir kamyonda, tam 40 bin paket kaçak sigara bulunmuş.

Kim bilir, Türkiye yollarında bu kamyondan daha kaç adet var.

Bu sebepledir ki, resmî makamların "Sigara tüketimi azalıyor" şeklindeki açıklamaları inandırıcı gelmiyor.

Zira, kaçak sigara ticareti, hemen her tarafta almış başını gidiyor.

Bunu biz her gün görüyoruz da, devletin ilgili birimleri nasıl göremiyor; hayret etmemek elde değil.

Tarihin yorumu 5 Kasım 1972

İsmet Paşa pes etti

Elli yıllık CHP'li İsmet Paşa, genel başkanlık koltuğunu Bülent Ecevit'e kaptırmayı kendine yediremeyerek partiden istifa etti. (5 Kasım 1972)

İsmet İnönü, sadece partiden değil, aynı zamanda milletvekilliğinden de istifa ettiğini duyurarak, siyasî hayata vedâ etmiş oldu. (Bu tarihten bir yıl sonra da, dünya hayatına vedâ etti.)

1957 seçimlerinde CHP'den mebus seçilen Ecevit, bu tarihten sonra parti içinde hızla yükselmeye başladı.

1966 yılı kongresinde CHP Genel Sekreterliğine seçilen Ecevit, 1972'de ise parti liderliği için aday olduğunu açıkladı.

Yapılan kongrede İsmet İnönü'ye rakip olan Ecevit, delegelerin oylarıyla partinin genel başkanlığına seçildi.

Bu duruma içerlenen İnönü, siyasî hayattan el–etek çekmeye başladı.

1973 ve 77 seçimlerinde siyaset arenasında fırtına estiren Ecevit, 1979 ara seçimlerinde milletten sert bir tokat yiyerek Başbakanlık koltuğunu terk etmek durumunda kaldı.

05.11.2010

E-Posta: [email protected]



Halil USLU

Hizmette sınır olmaz


A+ | A-

Ülkelerin, şehirlerin, ilçelerin ve köylerin sınırları olur ve hatta tarihin şehadetiyle—hâlen de devam eden—sınır kavgaları ve savaşları olur; fakat hizmette, bilhassa uhrevî, bekaya bakan ve gıpta ile bakılması gereken hizmetlerde asla sınır olamaz. Çünkü Hz. Mevlânâ’nın, Maide Sûresi 32. âyetin ışığında buyurduğu gibi “Bir insanı kurtarmak bütün insanlığı kurtarmaktır”. Evet bunun tersini düşünmek, insan vasfına aykırıdır. Nitekim Peygamberler tarihine baktığımızda, gelen belâ ve musîbetlerde, bazı inanan kavimlerdeki yan gelip yatmak ve vurdumduymazlık vardır.

İmanî hizmetler Hz. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Miri malıdır”, yani umumun malıdır. Atlara kayıt vurulabilir, ama eşref-i mahlûkat olan insanlara ve özellikle “İ’lâ-i Kelimetullah ve sünnet-i Resûlullah” için çabalayan, koşan ve bunu gaye-i hayat yapan mü’minlere kayıt vurulamaz. “Kimin ayakları Allah yolunda tozlanırsa, Allah onu cehennem ateşine haram kılar.” 1 Bazen mü’minler sözünün ve hareketinin nereye varacağını bilmez. Onun için her yatsı namazında okuduğumuz ve gittikçe mânâsını derk ettiğimiz “Âmene’r-Resûlü”de “…Ey Rabbimiz, unuttuk, yahut yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme” 2 buyurulur. Evet, Rabbimiz bizi bizden daha iyi bilir. Bu itibarla çıkış yolu tevbedir, nedâmettir ve gözyaşıdır. Fitneden ve gıybetten zevk alanlar, konunun dışındadır. Çünkü, arıdan bal beklenir; gönül ehillerinden duâlar, teşvikler beklenir…

Hz. Bediüzzaman’a tarih-i beşerde görülmemiş zulümler, işkenceler yapılmıştır, tarifinden âciziz. Merhum Halıcı Sabri amcamız anlatırdı: “Bre evlâtlarım, Afyon Mahkemesi’nde 1948’de iman dâvâsında idamla yargılanıyorduk. Fırsat bulup Hz. Bediüzzaman’a ulaştım, bir geniş salon tipinde odaya koymuşlar, salonun altını da sulamışlar, camlar kırık, eksi 36 derece, Hz. Üstad büzülmüş ve bir köşede çömelmiş duruyordu, orada onun donmasını bekliyorlardı. Avn-i İlâhî koruyordu, baktım ibriğinden buhar çıkıyordu. O beni teselli etti, ben ağlıyordum. O bana İnşirah Sûresi’ndeki müjde âyetlerini okudu..”

Bunun devamını Bediüzzaman’ın merhum talebelerinden Bayram Yüksel Ağabeyden dinlemiştim: ”Hz. Üstad bir gün bizleri yargılayan bütün savcıların adını getirin, ben onlara hakkımı helâl edeceğim“ dedi. Burada da Hz. Üstad’ın Hz. Peygamber Efendimizin (asm) bu cihetle de en büyük varisi olduğu görülmektedir. Çünkü Efendimiz (asm), karşısında kendisine zulmeden ve daha Müslüman olmayan kişilerin de hazır bulunduğu Mekke’deki hutbesinde buyuruyor: “İşte malım, işte canım, hakkı olan varsa gelsin alsın.” Orada Müslüman olmayanlar da Müslüman oluyor. Tekbirler, hıçkırıklar ve şehadet kelimeleri ardı ardına geliyor. Hep düşünürüm, Müslümanlar ve İslâm dünyası bunun neresinde? Elbette bunlar çok yüksek şefkat ve bekayı görerek söylenen sözlerdir. Ulaşılması çok zor, ahh ulaşabilsek…

Bugün cihadın kolaylığı, Nurlu eserleri insanları ayırt etmeden insanlara ulaştırmaktır. Tek ümidimiz de budur. Onun için Hz. Bediüzzaman Risâle-i Nur’da “Karşımda müthiş bir yangın var; alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. Ben o yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum” diyor. Türkiye’de ve dünyada bunun neresinde olmalıyız? “Bugün Allah için ne yaptın?” sırrının neresinde olmalıyız? Hizmette bitiş de yoktur, sınır da. Son nefese kadar devam İnşâallah.

Çıplak ayakla Arabistan’ın ateş çöllerinde irşad için koşan Efendimiz’e (asm) nasıl ve neyle ulaşacağız? 80 küsur yaşında kuru bir ekmekle geçinip insanlığı kucaklayan ve kurtarmaya çalışan Hz. Bediüzzaman’a nasıl ulaşacağız? 85 yaşında takriben 4 bin kilometreyi bin bir müşkülatla aşan, İstanbul surlarına dayanan Halid bin Zeyd, yani Hz. Eyyub el-Ensari’ye neyle ulaşacağız. Ey Allah’ım, o yolda koşanlardan ve o yolda fenadan bekaya geçenlerden eyle. O yüksek, o muhteşem hizmet kervanından bizi ayırma, bizi bağışla ve bizi koru…

Dipnotlar:

1- Camiü’s-Sağir, 6: 76, Hadis no: 8486.

2- Bakara Sûresi: 286.

05.11.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Hassas dönemde Kosova ziyareti


A+ | A-

Başbakan Erdoğan’ın Kosova ziyareti çok hassas bir zamana rastladı. Bir yanda koalisyon ortakları arasındaki anlaşmazlık yüzünden erken genel seçimlerin ilân edilmesi ve Anayasa Mahkemesinin hem cumhurbaşkanlığı hem de parti genel başkanlığının birlikte yürütülemeyeceği kararı üzerine, cumhurbaşkanlığından istifa eden Fatmir Seydiu’nun durumu siyasal kargaşaya sebep oldu. Erken seçimler 12 Aralıkta yapılacak.

Öbür yandan Uluslar arası Adalet Divanı’nın Kosova’nın 2008 yılında ilân ettiği bağımsızlığının uluslar arası hukuka uygun olduğu yönündeki kararı sonrası, Sırbistan ve Kosova’nın kuzeyindeki Sırplarla yaşanan gerilim, bölgeyi patlamaya hazır bombaya dönüştürdü. Kuzeyde, Sırbistan’a sınır bölgelerde yaşayan Sırplar geçen seçimlere katılmayı da reddetmişti.

BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’u da kaygılandıran ve arabuluculuk çağrıları yapmaya yönelten gerilimde Başbakan Erdoğan şimdi arabuluculuk yapmayı öneriyor.

1913 yılına kadar yaklaşık altıyüz yıl Osmanlı egemenliğinde kalan bölgede, Türk ve Arnavut varlığı çok önemli bir yer tutuyor. Türkiye, hem 1999 yılındaki NATO müdahalesinde hem de sonrasında Kosova’nın ayakta durmasında önemli roller üstlendi. Özerk yönetimin her türlü ihtiyacında yanında oldu.

17 Şubat 2008 tarihinde bağımsızlığını ilân eden Kosova Cumhuriyeti’ni ertesi gün tanıdı Türkiye. Bugüne kadar 22 AB üyesi ve ABD başta olmak üzere 71 ülke tarafından tanındı. Maalesef Müslüman ülkelerden çoğunun henüz tanımadığı ülke, Avrupa’nın ortasında sorunlara gebe bir coğrafyada bulunuyor. Sırbistan bağımsızlığın engellenmesi için her yola başvuruyor. Ancak Uluslar arası Adalet Divanı’nın son kararı Sırpları büyük hayal kırıklığına uğrattı. Büyük Arnavutluk projesine yönelik bir adım olmasından korkan Makedonyalılar da bu karardan hoşnut değil.

İşte böyle bir ortamda gerçekleşti Başbakan Erdoğan’ın ziyareti.

Türkiye, Kosova’daki Türk varlığının işareti olan tarihî eserleri TİKA aracılığıyla onarıyor. Prizren’deki Terzi Mehmet Camii de bunlardan birisi. Ancak TİKA, yalnızca tarihî eserleri onarmakla kalmayıp, aynı zamanda ülkenin kalkınmasına yönelik projeleri de destekliyor.

Son bir iki yıldır Belgrat yönetimiyle kurulan iyi ilişkiler, şimdi Türkiye’nin Kosovalılarla Sırplar arasında arabuluculuk yapmasını da kolaylaştıracak gibi görünüyor. Ancak bundan çok fazla umutlu olmak doğru olmasa gerek. Zira Sırbistan, Kosova’nın bağımsızlığını tanıma niyetinde olmadığı gibi, hukukî varlığını da kabul etmiyor. Kendi topraklarının ayrılıkçıların elindeki bir parçası olarak görüyor.

AB’ye üyelik süreci Kosova’yı 22 üyesinin tanımasıyla desteklediğini ortaya koyan, Avrupalıların Sırbistan’ı Kosova ile iyi ilişkiler kurması konusunda baskı altına alacak bir unsur.

Böyle bir durumda Türkiye bir yandan Balkanlardaki tarafsızlık ve herkesle iyi ilişkiler politikasını sürdürürken, öbür yandan Kosova’yı Sırbistan’a karşı da desteklemek gibi bir ikilemin içinde, arabuluculuk çabalarını sürdürecek.

Umarız sonuçta Sırbistan, Kosova’nın bağımsızlığının geri döndürülemez bir süreç olduğunu görür ve bölgede barış ve istikrarın kurulmasını engellemekten vazgeçer. Hükümetin de bu uzlaşmanın gerçekleşmesi çabalarını aralıksız sürdürmesi, bir bakıma tarihî bir sorumluluktur.

05.11.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Sav krizi yine hac mevsimine denk geldi!


A+ | A-

Cumhuriyet Halk Partisi’nde şimdiye kadar şahit olunmayan büyüklükte bir kriz ve kavga yaşanıyor. Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu ile, uzun yıllar partinin Genel Sekreterliğini yapan Önder Sav arasında yumruklu kavgalarda söylenmeyecek sözler sarfedildi.

CHP, başka partilere benzemez. Eskiden beri hemen her kongresi ‘kavga’lı olur. Ama bu defaki ‘kavga’ çok daha derin neticeler doğuracak gibi görünüyor.

Elbette partideki kavga yeni başlamadı. Belki de aylardan beri devam eden iç çekişme, önceki gün nihayet saklanamaz hale geldi. Partide aynı anda iki ayrı toplantı, iki ayrı ‘liderlik’ ilânı yaşandı. Hadiseleri ‘uzaktan’ izleyenler olarak CHP’nin içine düştüğü durum bizi doğrudan ilgilendirmez. Fakat bu kavganın sıradan bir koltuk ve konge kavgası olmadığı da akılda tutulmalıdır.

Kavganın patlak verdiği günün akşamı konuyu değerlendirenler doğru teşhislerde bulundular. Bunlardan biri de CHP İstanbul İl Başkanı Berhan Şimşek oldu. NTV’nin yayınına katılan Şimşek, bu kavganın CHP’yi yere serdiğinden yakındı. Şimşek, elbette bu kelimeyi kullanmadı; ama ağlamaklı sesiyle söyledikleri bu anlama geldi.

Doğrudur, bu iç kavga CHP’ye geri kazanması çok zor olan yüksek nisbette bir oy kaybettirmiştir. Peki CHP’nin bu duruma düşmesi tesadüf olabilir mi? Kanaatimizce bu durum tesadüf değil, yıllardan beri biriken ‘ah’ların neticesidir. CHP uzun yıllar Türkiye’yi yöneten ‘tek parti’dir, ama öte yandan da millet ekseriyetinden “ah alan parti”dir. CHP, Türkiye’yi idare ettiği ‘tek parti’ günlerinden bu yana bu millete yaptığı yanlışların, haksızlıkların, adaletsizliklerin ve baskıların ‘ah’ından kurtulamamıştır.

CHP’deki büyük kavga ve çekişmenin ‘mevsimi’ de dikkat çekicidir. 2 yıl önce de hac mevsiminde, CHP ve Sav tartışmaları yaşanmıştı. İlgili haberi hatırlamak ve hatırlatmakta fayda var: “CHP Genel Sekreteri Önder Sav, katıldığı bir programda, hac ibadeti ve Peygamberimiz hakkında saygısız ifadeler kullandı. Ankara Elmadağ ilçesinin CHP’li belediye başkanını ziyaret eden Sav, bu sırada partili bir vatandaşla ilginç bir diyaloğa girişti. 80 yaşındaki Mustafa Ünal’ın, hacca gitmek istediğini söylemesi üzerine Sav, ‘Boş ver, Araplara para kaptırma’ dedi. Ancak Ünal, yaşının 80’e geldiğini, bir ayağının çukurda olduğunu ifade ederek niyetindeki ciddiyete dikkat çekti. Sav ise ‘Bakarsın Muhammed seni bırakmaz, sen yine şey yapma’ sözleriyle karşılık verdi. Ne diyeceğini şaşıran Ünal, çareyi Önder Sav’ın yanından uzaklaşmakta buldu.” (Zaman, 17 Mayıs 2008)

Sav’ın o günkü sözleri büyük tepki çekmiş ve bir hafta boyunca medya önüne çıkamamıştı. Bugün yaşanan kavga ve tartışmanın ‘hac mevsimi’ne denk gelmesi tevafuk olarak görülemez mi?

CHP bu kavga ile öyle bir yara aldı ki, taraflardan biri partiden tamamen uzaklaşmış olsa bile bu yaranın kapanması kolay değil.

Taraflar ‘suç’u birbirlerine atmak yerine; “Biz bu hallere nasıl düştük?” sorusunu sorarak milletle ve milletin değerleriyle barışmayı gündemlerine alsa iyi ederler...

05.11.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Basının dili bozulunca…


A+ | A-

Siyasetteki üslûp bozukluğu ya da üslûp çirkinliği denilen konuşma şekli basına da yansıyor. Milletin tasvip etmediği bu üslûp tarzı kutuplaşmalara, insanların birbirinden ayrışmasına, birbirini “hasım” görmesine sebep oluyor.

Bir taraftan son yıllarda basına uygulanan ambargo, diğer taraftan “yandaş”, “candaş” medya benzetmeleri de bu kutuplaşmayı körükleyen gelişmelerden.

36 yıldır Hürriyet başyazarlığı yapan Oktay Ekşi’nin hükümetin ileri gelenleriyle alâkalı çirkin sözlerinin ardından görevinden istifa etmesi bu tartışmanın alevlenmesine sebep oldu.

Aslında yıllardır yazarların birbirleri hakkındaki sözlerinin zaman zaman çok ağır ithamlara, hakaretlere, hatta küfürleşmelere kadar gittiği biliniyor. Hatta bu minval üzerine yazı yazan gazeteciler türedi.

Yeni Asya’yı takip edenler bilirler, ne kadar büyük tepki göstersek de, gösterdiğimiz tepkiler hep seviyeli olmuştur. Müsbet hareketi kendimize düstur edindiğimizden eleştirilerimiz dozajında olmuştur. Bu tavır örnek olmalıdır.

Ancak bir takım medya mensuplarının hatta genel olarak basının dili son yıllarda hayli bozuldu. Yazarlar birbirlerini acımasızca eleştiriyorlar.

Son yıllarda televizyonlardaki iki “karşıt görüş”ün birbirleri ile kavga eder gibi tartışmaları da bu minval üzerine değerlendirilmelidir. Sırf reyting uğruna, zaman zaman stüdyoyu terk etmelere varıncaya kadar birbirlerini ağır eleştirmeleri, millete inandırıcı gelmiyor.

Oysa, bir insanın konuşmasında ve yazmasındaki üslûp son derece önemlidir. O üslûp onu yazan ya da konuşan kişinin, kişiliğini yansıtır.

* **

Bu konuda geçmiş aylarda yapılmış bir araştırmayı aktarmak isterim.

Türk basınının 10 yıllık taramasının yapıldığı “Ulusal Basında Nefret Suçları-10 Yıl, 10 Örnek” çalışmasının ardından hazırlanan değerlendirme raporunda, nefreti körükleyen haberler derlendi. Altı ay süren 10 yıllık taramada seçilen 30 bin haber değerlendirilirken ceza kanunlarında “nefret suçları” ile ilgili yaptırım boşluğu olduğu vurgulandı. Medyanın “nefret söylemi” içeren haberlerinin meydana getirdiği sorunlara işaret edildi.

12 Kişilik Danışma Kurulu, bu listeden “etnik köken”, “cinsel yönelim”, “ulusal kimlik”, “toplumsal statü”, “dinî inanç” ve “cinsiyet” kategorilerinde “nefret söylemi”ni örnekleyen 10 haberi seçerek, bu haberlerin millet üzerindeki etkilerini araştırıp, rapor halinde yayınlamıştı.

Burada gazetelerin haberlerini tek tek sıralamanın zararlarına ortak olmak anlamına geleceği için yazmayacağız. Haberlere baktığımızda gerçekten nefreti körükleyen haberler olduğu açıkça görülebiliyor. Gerek yazar gerekse de gazetelerin millete örnek olmaları gerekirken, “milleti ayrıştırıcı” politikalar gütmesi ve “nefreti körüklemeleri” düşünülemez.

Elbette gazetelerin ya da televizyonların yayın politikaları birbirleriyle aynı olamaz. Ancak, medya; toplumun yapısını, dinî inancını, kültürünü, geleneklerini, örflerini, adetlerini göz önüne alarak yayın yapılması gerekirken, maalesef bunlara dikkat edilmediğini görüyoruz.

* * *

Son örnekten sonra ümit ediyoruz ki, artık gazeteler bunları dikkat eder, yazarlarını ikaz eder. Kışkırtıcı, ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı, nefreti körükleyen haberler artık son bulur…

Netice itibariyle, ülkenin yaklaşık son 10 yıllık sosyal ve siyasî serüvenine baktığımızda yurdun her köşesine yayılmış bir kutuplaşma ve nefret görünüyor. Söz konusu kutuplaşmanın medyadaki yansıması da bu şekilde oluyor haliyle. Aslında, bunu medya mı körüklüyor yoksa toplumda zaten vaki olan gerginlik medyaya mı yansıyor belki tartışılabilir. Ancak ikinci ihtimalin daha gerçekçi olduğunu söylemek lâzım…

Zira Türk toplumu siyasî kaos ve çekişmelerden çabuk etkilenen ve bunu toplum katmanında yansıtan bir yapıya sahip.

Dolayısıyla siyasetin gerdiği ortamda, halk da geriliyor, bürokrasi de geriliyor, medya da geriliyor… Sonuç olarak bu gerginlik ve ayrışmaların sona ermesini ve medyanın da çirkin üslûbu terk edip, yapıcı ve birleştirici bir tutum takınmasını temenni ediyoruz.

05.11.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  YENİ ASYA NEŞRİYAT

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.