Çoban Sülü’ydü, su müdürüydü, barajlar kralıydı, bir bilendi ve en önemlisi babaydı.
Bir babanın evlâdına yaptığı gibi hizmet etti milletine. Bunlar onun vasıflarıydı. Hepsinin ayrı hikâyesi vardı. İslamköy’den devletin zirvesine kadar uzanan hayat hikâyesi hizmetle doluydu. İçtiğimiz suda, kullandığımız elektrikte, yürüdüğümüz yolda, okuduğumuz okulda ve daha pek çok şeyde onun imzası vardı. Amel defterini kapatmayacak cinstendi yaptığı bu hizmetler.. “Milletin efendisi ona hizmet edendir” hadisine masadaktı. “Dağı değil, çağı delmişti” köylüsünün dediği gibi!
Bunları bir lâhzada yazmak kolay da, yaşamak nasıldı acaba diye geçti içimden. Elbette kolay değildi. Zira her on yılda bir aldığı darbelerle zorluklar içinde bir memleket inşa etti. 6 kere gitti, 7 kere geldi. Şapkasını aldı gitti dediler. Oysa o verilen mücadelenin meşrûluğuna önem verdi daima. Ne yapabilirdi diye soruyorum kendime. Karşısında asker var. Millet korkutulmuş, sindirilmiş. Ve tek başına! Yapılacak en doğru şey müsbet hareketti; şapkasını alıp gitmek ve mücadelesine meşrû zeminde devam etmekti. Bir beyanında okumuştum; diyor ki: “80’de ihtilâl yapıldı. Seçimle gelmiş bir başbakan alaşağı edilmişti. Bir gün öncesi mitingde meydanları baba baba diye inleten halk, bir gün sonra durun bakalım bizim başbakanımızı nereye götürüyorsunuz demedi.”
Demokrasi mücadelesinde yalnızdı Demirel. Ama hiçbir zaman küsmedi, kin beslemedi ve dedi ki; “ben herkesi seviyorum, beni sevmeyenleri de seviyorum.” “Küskünlükleri diyaloğa çevirmek” prensiplerindendi. Bölmeyi, ötekileştirmeyi asla sevmedi. “Türkiye’nin birliği, bütünlüğü her şeyden önemlidir” derdi. Herkesi kucakladı. Din, dil, ırk, siyasî görüş gibi hiçbir ayrımcılığın içinde olmadı. İşte demokratlık buydu. Demokrasi; hak ve hukuk eşitliği demekti. “Benim partimdensen tamam.. değilsen ııh” gibi akla ziyan cümleler kurmadı hiçbir zaman. “Eğer bir siyasî yanlış varsa bunun hesabı mahkemede ya da darbeyle sorulmazdı” ona göre. “Bunun hesabını millet sandıkta sorar demişti.”
Zor zamanlarda Bediüzzaman için; “büyük bir âlimdir” demişti. Ve devamında meydan okurcasına “kim âlim değildir derse alnını karışlarım!”
Kutlular Ağabey’in ve arkadaşlarının ‘90’da gözaltına alındığı süreçte yine destek ve yardımını esirgememişti. Sanılanın aksine Nurcularla arasında değişen bir şey yoktu. Ta 70’li yıllarda “Nur Risaleleri yasaklanamaz” diye haykıran bir başbakandı. Değişen neydi peki? Değişen; bir takım insanların dünya görüşleri, makam-mevki arayışları, beklentileriydi. Onun değişmeyeni ise demokrasi, hak, hukuk, meşrûiyetti.
“Biz Müslümanız, insanlar dünyaya imtihan için gelmişlerdir. Ölüm bir takdir-i İlâhidir. Bunun için Müslümanlar ölümden korkmaz. Biz hayatın ebedíliğine inanırız. Dünya fanidir. Asıl hayat ebedî hayattır” sözleriyle dünya görüşünü beyan etmişti. Ve yine; “Millete borcumuzu ödedik, vicdanımız rahattır” dediği gibi “Allah’a hesap vereceğiz” deyip hesabını vermeye gitti.
İlk Kur’ân dersini aldığı hocası Hafız Ali’nin yanına gitti. İslâm kahramanı Menderes’in yanına, ikinci İslâm kahramanı olarak gitti. “Bir elmanın iki yarısı gibiydik, bir yarısı gitti” dediği değerli eşi Nazmiye Hanım’ın yanına bütünü tamamlamaya gitti. Ve yüzde 99 ahbabın yanına..
Geride ise onu sevenleri, yetim kalmış milleti kaldı ve tamamlanmayı bekleyen yarım kalmış “demokrasi hamlesi”.. Bıraktığı dâvâyı tamamlayacağız inşaallah. Ve Demirel’in dediği gibi “Türkiye sorunlarını aşacak ve bu gemi limana varacak” inşaallah.
“Bu millet göğsünü gere gere ben Müslümanım” diyebilmeli sözüyle de “dindar demokratlığını” ispat eden, demokrasi, kalkınma, adalet, hak, hukuk, birlik esaslarını düstur edinen, değerli büyüğümüz, ülkemizin mimarı, misyonumuzun büyük temsilcisi, 9. Cumhurbaşkanımız Sn. Süleyman Demirel’e Allah’tan gani gani rahmet diler; başta ailesi, değerli kardeşi Şevket Demirel, yakınları ve Demokrat camiaya sabırlar dilerim.. Milletimizin başı sağolsun!
Mekânın Cennet olsun babaaa!