Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Cumhuriyet gazetesinin görmediği haber

Çankaya seçimleri arifesinde Türkiye’yi müthiş bir kaosun ortasında bırakmak isteyen provokasyonlar zincirinin ilk halkasını Cumhuriyet gazetesine üst üste atılan bombalar oluşturdu. Son bombalardan iki gün sonra da Danıştay’a kanlı bir saldırı gerçekleşti.

Sanki “düğmeye bakılmış” gibi bu provokasyonlar ertesinde “laik cumhuriyet elden gidiyor” avazeleri altında bir tezgâh da harekete geçti. Ortalık toz duman oldu.

Bu saldırıların ve cinayetlerin faillerini bulmak ve hukuksal bir titizlikle cezalandırmak yerine muazzam bir psikolojik harp başladı.

Habercilik ve hukuk hiçe sayıldı. Gözü dönmüş bir fanatik militanlık ortalığı sardı.

Halbuki, ortada bazı gerçekler vardı.

Ben bu gerçeklerden birini, 28 Mayıs tarihli Hürriyet’in 29. sayfasında okudum. “Cumhuriyet gazetesi bombaları ordu malı” başlıklı habere göre Makine Kimya Endüstrisi, Emniyet’e gönderdiği 19 Mayıs tarihli cevabi yazıda, Cumhuriyet’e atılan üç bombanın Kara Kuvvetleri’ne ait olduğunu bildirmişti.

Aynı gün Cumhuriyet gazetesine baktım.

“Danıştay baskınına ilişkin hükümet kaynaklı iddialar, kanıtlarla desteklenmiyor” üst başlığının altında iri puntolarla “Senaryo çöktü” manşeti atılmıştı.

Gazeteye atılan bombaların ordu malı olduğuna dair ise tek satır bile yoktu.

Bir gün sonra Sabah gazetesi, “Ordu malı bombalar” haberini kovalayarak 25. sayfasının manşetine taşıdı. “Kara Kuvvetleri bomba soruşturması başlattı” başlıklı haberde, bombaların hangi tarihlerde Kara Kuvvetleri’ne verildiği belirtiliyordu. Birinci bomba 1978’de, ikinci ve üçüncü bomba 1985’te verilmişti.

Kara Kuvvetleri, bombaların karargâh dışına, hangi tarihte ve kimlerce çıkarıldığını araştırıyordu. Aynı günkü Cumhuriyet’te, kendine atılan bombaların menşei resmen belli olmuş olmasına rağmen soruşturma haberi de yoktu.

Soruşturmalar, Danıştay saldırısını yapan Alparslan Arslan’ın Cumhuriyet’e bomba attığını da sergiledi. Sanık bunu itiraf etti.

Cumhuriyet gazetesi, “kendilerini bombalayan Danıştay sanığının elinde askeri bombaların ne aradığını” sormadı. “Laik Cumhuriyet” sloganı altında, siyasal bir söylemi tercih etti. Cumhuriyet okuyucuları, gazeteye atılan bombalarla ilgili gerçeği öğrenemedi.

AK Parti son zamanlarda inanılmaz hatalar yapıyor. En büyük ve affedilmez hata ise Şemdinli olayını hukuksal bir titizlikle izlemek yerine, kendi siyasal iktidarı için bürokrasi ile pazarlık meselesi haline getirmesi oldu.

Zaten o noktadan sonra da iktidarını yitirdi, olayları kontrol edemez oldu.

Merkez Bankası ataması ise herkesi ürküttü, iktidarın “kendine benzemeyenlerle” birlikte çalışma kabiliyetinden yoksun bir bağnazlık içinde olduğunu gösterdi.

Ayrıca hayata “temel hak ve özgürlükler” açısından bakmak yerine, “türban” açısından bakmayı yeğledi. Tabanını diri tutmak ve mazlum rolü oynamak için “türban” üzerinden siyaset yapma kolaycılığını seçti.

Siyasi gücünü sağlayan AB sürecini yavaşlattı. Dünyalaşma trendlerini savsaklayınca, ekonomideki iyimserlik havası da kaybolmaya yüz tuttu. Orda da türbülans başladı.

Özetle, TÜSİAD’ın tüm eleştirilerini doğrulayan bir garip durum yaratıldı. Onca başarıya gölge düşürüldü.

Siyasal hatalarını çoğaltan AK Parti hükümetini haklı noktalardan hareket ederek eleştirmek yerine yalanlardan ve çarpıtmalardan medet ummanın alemi var mı? Danıştay’a saldıranın “Allahüekber” diye bağırıp, kendisinin “Tanrının askeri olduğunu” söylediği tarzında, saldırıya uğrayanların bile reddettiği yalanların ya da askeri bombalar gerçeğini saklamanın Türkiye’ye ne yararı var? İktidar için “kardeş katlini vacip kılan” bu topraklarda, seçime onca zaman varken öyle bir noktaya gelindi ki sanki “akıl tutuldu.”

Karanlık bir karmaşanın yaşandığı şu günlerde önümüzü aydınlatacak tek ışık “gerçeğin” kendisi.

Gerçeği buldukça “aydınlanacağız.”

Gerçekten uzaklaştıkça karanlık artacak.

“Aydınlanma” ile karanlık arasındaki mücadelede hepimizin safını da gerçekle ilişkimiz belirleyecek.

Sabah, 5.6.2006

Mehmet ALTAN

06.06.2006


 

Çete, algı sapması ve medyatik oyunlar

Türk medyası oldum olası çete haberlerine bayılır, bu haberlere balıklama atlardı.

Kendisine servis edilen her türlü bilgi kırıntısını okuyucusuna büyük işler beceriyormuş havasında aktarırdı. Bunu yaparken de hep temiz toplum uğruna karanlık mihraklar ve güç odakları ile cedelleşen büyük kahraman edalarına bürünürdü.

Hele hele baş aktörleri siyaset, polis ve mafya dünyasından olan, “ancak ve ancak büyük gazetecilik başarılarıyla” ortaya çıkarılabilen çeteler, afili sunum ve abartmalarla okuyucu için tadından yenmez hale getirilirdi. Tadından yenmediği için de günler değil haftalarca manşetlerden inmezdi.

Ama son dönemde ya şanlı medyamıza bir haller oldu ya da çetelere. Her ne hikmetse birbiri peşi sıra ortaya çıkarılan dört başı mamur çeteler bile “büyük” addedilen medyamızdan geçmiştekilere gösterilenin onda biri oranında bile bir ilgi ve alakaya mazhar olamıyor. Olamamak bir yana, medyamız böyle “küçük ve basit”, oldukça da “münferid” oluşumlara “çetecilik” gibi müthiş bir unvanı kullanmaya değer bulmuyor. Burun kıvırıyor.

Oysa biz ne medyamızı ne de çetelerimizi böyle bilmezdik! Böyle bilmediğimiz için de medyamızın değişen çete haberciliğinin bir analizini yapmak kaçınılmaz oluyor.

Merhum Atilla İlhan’ın ifadesiyle tam bir “sisler bulvarı”na dönen Ankara’da, kimin kime karşı verdiği tam belli olmasa da büyük bir mücadelenin verildiği ve derin bir hesaplaşmanın yaşandığı aşikâr.

Kimilerine göre çete oluşumları ve kontr-çete operasyonlarının bir ucu cumhurbaşkanlığı seçimine, diğer ucu ise Genelkurmay Başkanlığı görevine kimin geleceği denklemine dayanıyor. Kimileri bu olanları Türk Silahlı Kuvvetleri ile emniyet arasındaki bir güç kavgası, kimileri ise ordu içerisindeki değişik gruplaşmaların kendi iç hesaplaşmaları şeklinde yorumluyor.

Ben bu çete işlerinden çok anlamam. Dolayısıyla kimin kime karşı nasıl bir hesap içerisinde olduğunu ve bu hesaplaşmanın boyutlarının nereye varacağını bilemem. Ancak, ortalama her vatandaşın görebildiğini şüphesiz ben de görüyor ve bu hesaplaşmanın şiddet ve ölçeğinin artarak devam edeceğini tahmin ediyorum. Her neyse bu benim konum değil. Esas konu, bu konuda medyanın takındığı garip tutum.

Çete haberlerine meftun bir medya söz konusu olmasa, medyamızın son dönemdeki tutumunu garip karşılamayacaktım. Ama bahsimize mevzu olan gerçekten garip bir medya. Öyle bir medya ki bu, menfur Danıştay saldırısının “irtica”, “türban”, “laiklik” denklemine dayanacağı düşüncesiyle olsa gerek, olayın “münferid” olabileceğini bir lahza bile aklına getirmeden, sayfalarını bu olaya ve arkasındaki bağlantılara ayırmış, olayı hemen rencide edici bir şekilde toplumun bir kesimine yıkmıştı.

Ancak şu işe bakın ki, saldırganın/tetikçinin yakalanması heveslerini kursaklarında bıraktı. Zaten gariplik de bundan itibaren başladı. Çete-perver medyamız olayın bağlantıları farklı yerlere ulaşınca gelişmeleri birinci sayfalardan anında düşürdü. Sadece düşürmekle kalsa iyi. Tam tersine bir tavır takınarak, çete olaylarının takibatında istikrar gösteren bazı medya organlarını “komplo”ya alet olmakla itham eder hale geldi.

Bu vesileyle aslında vatandaşı aptal yerine koyan, olanın olduğu gibi değil de, birileri tarafından nasıl isteniyorsa öyle algılanmasını sağlamaya çalışan söz konusu medyaya da suçüstü yapıldı.

Şu vaziyete bir bakar mısınız? Bazı medya organlarının son günlerde takındığı tavra inanacak olursak, Türkiye’de ne çete oluşumlarının varlığına ne de istikrara yönelik illegal çalışmaların ve cephanelik benzeri hücrelerde yapılan hazırlıkların hiçbirinin gerçek olduğuna inanmayacağız.

Dolayısıyla ne bombalar gerçek, ne silahlar ne eylem hazırlığındaki asker ve sivil kişiler ne de bunların illegal olduğu(!)... Bu durumda tek bir gerçek varsa o da, bu medya organlarımızın artık medya olmaktan çıkıp, tamamen manipülâsyon araçları haline geldiğidir.

Sauna, Ergenekon, Şemdinli, Danıştay ve son olarak da Atabeyler çetelerini sulandırıp, bazılarını magazin malzemesine çevirerek algı sapmalarına yol açan medya organlarının bu çabasını sadece basit bir habercilik zaafı ile yorumlamak mümkün mü?

Tabii ki değil! Nasıl ki, havası son günlerde kurşun gibi ağır olan Ankara’da sisler içinde amansız bir hesaplaşma yaşanıyorsa, bu hesaplaşmanın halk tarafından amaçlandığı şekilde algılanması konusunda da medya kulvarında korkunç bir çaba harcanıyor. Suçüstü yapılanlar masum gösterilmeye çalışılıyor, görevini yapanlar ise töhmet altında bırakılıyor.

Oynanan oyun basit: Yapılan bütün provokatif saldırılar ve ortaya çıkarılan çeteler, tıpkı geçmişte olduğu gibi, öncelikle muhafazakâr kesimlere mal edilmeye çalışılıyor. Bu becerilemeyince ya çeteler hafife alınıyor ya da bu konudaki gelişmeler gazete sayfalarında ademe mahkûm ediliyor. Bu çirkin komplonun peşini bırakmayan dürüst gazeteciler ise “komplonun parçası olmak” gibi çirkin bir iftiranın hedefi olmaya maruz kalıyor.

Her olaydan sonra halkı manipüle ederek, yönlendirmeye gayret edenler hep bir “algı sapması”nı hedefliyor. Saldırıyı masum kesimlere mal etmede başarısız olunca kamuoyu algılaması saptırılmaya çalışılıyor. Başka türlü olsaydı, bugün gazetelerin birinci sayfaları çete ve çete ile ilgili gelişmelere dair haberlerden tamamen arındırılmış, pir-i pak halde çıkar mıydı?

Bugün, 5.6.2006

Bülent KENE

06.06.2006


 

Mesele keşke, ‘devlet malını zimmete geçirmek’ten ibaret olsa

Son zamanlarda, daha doğrusu son yedi ayda, içinde faal üniformalıların bulunduğu beş çete ortaya çıktı. Bu çetelerle ilgili tutuklananlar, hakkında dava açılanlar ve devam eden davalar var.

Henüz ne olduğu anlaşılamıyan çete bağlantıları ve çetelerin ardındaki güçler meselesi ise belirsizliğini koruyor. Bunu hükümetin kararlılığı ya da korkaklığı belirleyecek.

Bu çetelerin en temel özelliği ise şu:

Kendilerini vatansever olarak tanımlayan elemanlardan oluşması ve bunların genellikle eylemlerini vatanın esenliği için yaptıklarını söylemeleri.

Eylemleri ülkenin bütününe yönelik ama, pratikte AKP iktidarının alaşağı edilmesi ortak hedefine kenetlenmiş durumdalar.

Gerekçelerini artık çok iyi biliyoruz:

AB’ye girmek, Kıbrıs’ta uzlaşmadan yana bir tavır takınmak, Kürt meselesinin çözülmesini istemek, inanç özgürlüğüne ilişkin kısıtlamaların kaldırılmasından yana olmak, vb.

Son olarak yakalanan Atabeyler Çetesi’nin ise aslında Genelkurmay’a bağlı Özel Kuvvetler Komutanlığı içinde bir birim olduğunu, bu birimin polise yaptığı açıklamalardan öğrendik.

Bu birim, sivillerin yaşadığı bir mahalde, istihbarat örgütlerinin deyimi ile, ‘güvenli ev’ lerin birinde çok sayıda patlayıcı madde ve düzenekleri ile birlikte ele geçirildi.

(Daha sonra Genelkurmay da bu bilgileri doğruladı.)

Hadi Şemdinli Çetesi hariç (Çünkü bu çete de asker görevlilerden oluşuyor) , önceki çeteleri bırakalım bir kenara.

Bu çetenin, Özel Kuvvetler Komutanlığı denilen seçme bir birliğin mensuplarından olduğu açıklandığı halde Genelkurmay’ın günlerce suskun kalmasını nasıl yorumlamalı?

Ya üç gün sonra yapılan açıklamaya ne demeli?

“Basın yayın organlarında yer alan bu bilgiler Genelkurmay Başkanlığı’nca ihbar kabul edilerek ilgili adli makamlarla temasa geçilmiş ve olaya adı karışan askeri personel hakkında Askeri Ceza Kanunu’nun 131’inci maddesinde yer alan ‘askeri malzemeyi gizlemek ve zimmetine geçirmek’ suçundan Genelkurmay Askeri Savcılığı’nca yapılan hazırlık soruşturması üzerine Genelkurmay Askeri Mahkemesi’nce adı geçen üç askeri personel tutuklanarak Askeri Ceza ve Tutukevine konulmuştur.”

Memlekette uçan kuştan bile haberdar olan bir kurum, bir biriminin suikast girişimi aşamasında silahlarıyla birlikte ele geçirilmesini nasıl olur da basından öğrenir?

Buna karşılık Genelkurmay, ‘güvenli ev’i de evde bulunan ve hepsi Genelkurmay’a ait silahları da kabul ediyor. Yalnız yakalanan personelin bu silahlarla ne yaptığına, ne yapmayı düşündüğüne ilişkin bir şey söylemiyor.

Askeri çevrelerin kendilerine yakın bazı gazetecilere sızdırdıkları bilgilere bakılırsa, Atabey diye bir grup mevcut ama, bu Özel Kuvvetler Komutanlığı’nda bir eğitim grubunun adı. Bunun gibi, eski Türk motiflerinden seçilen milliyetçi vurgulu isimleri olan başka gruplar da var. Kayıboyu, Otağ, Alparslan vesaire.

Sanırsınız ki Turancı bir illegal örgütlenme ile karşı karşıyasınız.

Yine bu bilgilere göre, “Bu gruplar ‘güvenli ev’lerde eğitim çalışması yapıyor. Ele geçirilen şemalar, krokiler eğitim çalışmalarının bir parçası. Patlayıcılar da eğitim malzemesi olarak bulunduruluyor. Verilen malzemelerin hepsini kullanmamış eve götürmüş olmalılar. Polisin ele geçirdiği malzemeler bunlar.”

İster inanın ister inanmayın!..

Bunları öğrenince, Genelkurmay’a bağlı bu personelin sürekli olarak suikastler, bombalamalar için eğitim çalışması yaptığını zannedebilirsiniz.

“Bunlar legal faaliyet olsa resmi binalarda, askeri alanlarda yapılmaz mı? diye düşünebilirsiniz.

Genelkurmay’ın bildirisinde, bütün meselenin iade edilmesi gereken patlayıcı maddelerin bu evde saklamalarından kaynaklandığını söyleniyor.

Dolayısıyla olay, sadece basit bir ‘devlet malını zimmete geçirmek’ suçu olarak görüldü ve askerler bu gerekçeyle askeri mahkeme tarafından tutuklandı.

İkna olursunuz olmazsınız. Genelkurmay meseleye böyle bakıyor.

Buna karşılık sivil mahkeme, “Atabeyler Grubu” soruşturmasında Yüzbaşı Murat E., astsubaylar Yasin Y. ve Erkut T. ile işadamı Yunis A., “ülke birliğini bozmaya yönelik örgüt kurma ve patlayıcı madde bulundurma” suçlarından tutuklanmasına karar verdi.

Demek ki meselenin farklı, hem de çok farklı boyutları var.

Türkiye bir an önce bu ‘farklı boyutları’ ortaya çıkartmak, devleti çetelerden arındırmak zorunda.

Zaten krizlerden kurtulabilmek, huzura kavuşabilmek için başka bir yolu da yok.

Dileriz bu gerçeği Silahlı Kuvvetler de biliyordur.

Yeni Şafak, 5.6.2006

Koray DÜZGÖREN

06.06.2006


 

Hükümet, 12 Haziran fırsatını heba etmemeli!

Türkiye’de birtakım grupların Avrupa Birliği (AB) projesine ezelden beri karşı olduğunu, bu muhalefetin AB süreci ciddileştikçe keskinleşeceğini en iyi bilmesi gerekenlerin başında mevcut hükümet ve hükümetin lideri Başbakan Recep Tayyip Erdoğan geliyor.

28 Şubat sürecinin geriye bıraktığı enkazı devraldıktan sonra AB sürecine atfettiği ciddiyetle AB’yi şaşırtan; ama aynı zamanda “derin AB” ile “derin Türkiye”yi de endişelere gark eden hükümetin şu an; yani fiilî müzakereler başlarken, yani Türkiye’nin resmen 1959’dan, fiilen Tanzimat’tan bu yana süren arayışları önemli bir virajdan selametle geçmek üzereyken işi savsaklamaya başlamasının vahim neticeleri bir bir ortaya çıkıyor. Van Savcısı kovuluyor, Danıştay basılıyor, Ankara’da çeteler köşe kapmaca oynuyor!

(...)

Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye karşı dürüst davranmadığını, Kıbrıs’ta rezil olduğunu, en azından bazı üyelerin süreci baltalamak için Ermeni meselesini utanılası bir şekilde kullandıklarını herkes görüyor. Hükümetin bu tavırları görüp, Brüksel’den ikrah etmemesi epey bir sabır gerektiriyor. Peki o zaman hükümetin Türkiye’nin değişmesini istemeyenler gibi AB karşıtlığına soyunup, kendisini Türkiye’nin varlığına en büyük tehdit görenlerle aynı hatta mı saf tutması gerekiyor? Yoksa reform sürecini daha da hızlandırıp, yaygınlaştırarak, adam gibi uygulayarak Brüksel’i daha da utandırması mı? Brüksel utanmazsa ne mi olur? Hiçbir şey olmaz. Erdoğan’ın dediği gibi Ankara kriterleri ile yola devam etmiş oluruz. Böylesi bir vesile-i hasene ile kendi iç dinamiklerimizin serpilip gürbüzleştiğini de idrak etmiş olmaz mıyız?

Eğer Fransızlar ve Rumlar inat etmezlerse 12 Haziran’da fiilî müzakerelere başlanmış olacak. Birkaç gün sonra da AB Zirvesi yapılacak. Her iki toplantının taslak belgelerinde hükümete yoğun eleştiriler var. Zirve taslağında Türkiye’deki reform sürecine yönelik hiçbir memnuniyet ifadesi yok! Eğer taslak değiştirilip, hükümetin en azından son reform paketine nezaketen bir atıf yapılmazsa AK Parti iktidara geldiğinden bu yana ilk defa bir zirve sonuç taslağında hükümet övülmemiş olacak.

12 Haziran’da fiilî müzakerelerin başlaması ile hükümet AB iradesini tazelemeli, tozunu almalı. İktidar, ya 12 Haziran’da AB sürecine yani Türkiye’nin demokratikleşmesine irade beyanını yenileyecek ya da Van Savcısı’nın kovulduğu günden bu yana hızla erimeye başlayan büyük bir fırsatı daha kaçırarak tarihe geçecek!

Zaman, 5.6.2006

Selçuk GÜLTAŞLI

06.06.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004