Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 22 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Danıştay MGSB’yi incelemek istiyor

Danıştay, hükümetin gizli Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ni, Anayasa’ya aykırılık yönünden incelemek üzere Başbakanlık’tan resmi yazıyla istedi. Danıştay 10’uncu Dairesi’nin 25 Nisan 2006 tarihinde oybirliğiyle aldığı karar sonucu Başbakanlığa yazılan yazıyla, MGS Belgesi’nin kabul ve onayına ilişkin Bakanlar Kurulu kararı, belgenin kendisi ve Başbakanlığın savunması birlikte talep edildi. Danıştay 10’uncu Dairesi bu kararı, İnsan Hakları Derneği (İHD) ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) 24 Mart 2006 tarihinde yaptığı, hükümetin Mili Güvenlik Siyaset Belgesi’ni uygulama kararında yürütmenin durdurulması talebi üzerine yaptı. Böylelikle Cumhuriyet tarihinde ilk kez, yargı, yüksek gizlilik dereceli bir hükümet belgesini, Anayasa ve Türkiye’nin imzaladığı uluslararası anlaşmalara uygunluğunu incelemek üzere hükümetten talep etmiş oluyor.

Radikal’in elde ettiği bilgilere göre, gelişmelerin seyri şu şekilde oldu.

Yeni Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB), 24 Ekim 2005 tarihinde MGK tarafından görüşüldü ve Bakanlar Kurulu’na tavsiye edildi. Bakanlar Kurulu 20 Mart 2006 tarihli toplantısında MGSB’yi kabul etti. MGSB’nin metni, yüksek gizlilik derecesi nedeniyle Resmi Gazete’de yayımlanmaksızın yürürlüğe girdi.

İHD ve TİHV adına avukat Öztürk Türkdoğan, 24 Mart tarihinde Danıştay Başkanlığı’na başvurarak, Bakanlar Kurulu’nun MGSB’yi kabul ve onaylayan kararının yürütmesinin durdurulması ve iptalini istedi.

Avukat Türkdoğan, MGSB yürürlüğünün durdurulması ve iptali istemini Anayasa’nın 2, 6, (Bakanlar Kurulu yetkilerini belirleyen) 112, (MGK yetkilerini belirleyen) 118’inci maddelerine aykırılık; 2945 sayılı MGK Genel Sekreterliği Yasası’na aykırılık ve Türkiye’nin imzaladığı BM sözleşmeleri ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırılık iddialarına dayandırdı.

Danıştay Tetkik Hâkimi Ergün Özcan’ın talebi incelemesi ardından “Yürütmenin durdurulması isteminin davalı idarenin savunması alındıktan sonra incelenmesi gerektiği düşünülmektedir” hükmüne vardı.

Danıştay Savcısı Nevzat Özgür’ün savı ise şöyle oldu: “2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 27’nci maddesi uyarınca yürütmenin durdurulması isteminin karara bağlanabilmesi için, davalı idarenin savunmasının alınması gerekeceği düşünülmektedir.”

Bunun üzerine hüküm veren Danıştay 10’uncu Dairesi şu hükme vardı: “Davanın durumu ve uyuşmazlığın hukuki niteliğine göre yürütmenin durdurulması isteminin, davalı idarenin savunması alındıktan veya yasal savunma verme süresi geçtikten sonra incelenmesine, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 16. maddesinin 5. fıkrası uyarınca dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı ile Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin de içinde bulunduğu, davaya ilişkin dosyanın aslı veya onaylı örneğinin savunmayla birlikte Danıştay’a gönderilmesi gerektiğinin davalı idareye bildirilmesine, 25.4.2006 tarihinde oybirliğiyle karar verilmiştir.”

Kararda, Başkan Ali Güven ve üyeler Ahmet Başpınar, Cem Erbük, Nüket Yoklamacıoğlu ve İbrahim Berberoğlu’nun imzaları var.

Böylece, talebin doğrudan reddedilmesi yerine, Başbakanlığın savunmasının istenmesi durumu, benzeri davalarda ilk kez ortaya çıkmış oldu. Milli Güvenlik Siyaseti’nin parlamentoya danışılmadan yalnızca MGK’daki görüşmelerle belirlenmesi, bazı tartışmalara yol açmış ve TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın 23 Nisan konuşmasında da eleştirilmişti.

10. Daire kararı, Başbakanlığa 18 Mayıs 2006 tarihinde (bir tesadüf eseri Danıştay İkinci Dairesi’ne yapılan silahlı saldırıda Mustafa Yücel Özbilgin’in öldürülmesinin ertesi günü) tebliğ edildi. Yasaya göre, Başbakanlığın bir aylık yanıt süresi 18 Haziran’da doldu. Ancak Başbakanlık, süre dolmadan önce Danıştay’a başvurarak, bir aylık ek süre istedi. Bu süre de 18 Temmuz’da dolacak. Başbakanlığın, Danıştay’a MGSB’yi ve onu onaylayan kararı verip vermeyeceği, ya da nasıl bir savunma yapacağı henüz belli değil. (...)

Davanın seyri, Türkiye’de demokratik hakların kullanılması açısından yeni bir örneği ortaya çıkarabilir.

Radikal, 21.6.2006

Murat Yetkin

22.06.2006


 

Bu ne çetesi!

Tamam; gerekçeli karar henüz yok, bunun temyizi var, temyizde bozulma, yeniden yargılanma, cezanın indirimi, hatta beraat ihtimali de var.

Ama şu anda, savcısı görevden alındığı halde, yeni savcıyla “bağımsız yargı”nın verdiği “mahkumiyet” var.

“Mahkumiyet” şöyle:

1. Adam öldürmekten 25 yıl;

2. Öldürmeye teşebbüsten 12 yıl;

3. Yaralamadan 6 ay;

4. Çete kurmaktan 1 yıl 11 ay 10 gün.

*

Şimdi çıkıp birileri bir şeyler söylemeli.

“Yargı kararını tartışmama” gibi bir nezaket, özen, hassasiyet göstermeyi elbet saygıyla karşılamalı ama, daha yakalama, gözaltı, tutuklama ve iddianame safhasında “Yargıya müdahale” edenler, Emniyet İstihbarat Başkanı ile Savcı’nın kazınmasını talep edenlerle onu hemen meslekten edenler mutlaka bir şey söylemeli.

İsterseniz öylesine bir “protokol sırası” taslağı sunayım:

1.Cumhurbaşkanı;

2. Başbakan;

3. Genelkurmay Başkanı;

4. Yüksek Yargı organları başkanları;

5. Adalet Bakanı;

6. Bakanlar;

7. Kara Kuvvetleri Komutanı;

8. Jandarma Genel Komutanı;

9. Hakkari İl Jandarma Komutanı;

10. Jandarma İstihbarat;

11. Emniyet İstihbarat;

12. Milli İstihbarat...

*

Elbette bu ülkede terör var, terörle mücadele gereği de var.

Onca pusu, mayın, saldırı, bomba, şehit, hainlik, gözü dönmüşlük var.

Ama bu ülkede, Anayasa, yasalar, demokratik hukuk devleti iddiası, kayıtsız şartsız olduğu söylenen millet egemenliğinin temsilcisi Büyük Millet Meclisi, seçimlerle ortaya çıkmış hükümet, yargı bağımsızlığı güvencesi, adalet karşısında eşitlik taahhüdü de var.

Bu ülkede, “terörle mücadele” gerekçesiyle bizatihi “terör” yaratma, “terörist gibi” davranma, cinayet işleme, çete kurma serbestisi, iddianamenin deyişiyle “terör örgütlerinin yapmış olduğu eylemlerin bir benzerinin kamu görevlileri tarafından yapılması” özgürlüğü, bilindiği kadarıyla, yok.

Örtülü işler, tamam, tüm ülkelerde var; ama, örtüleri kaldırmak için uğraşabilen, örtü altındaki antidemokratik, gayri insani, hukuk dışı oluşum ve eylemleri ortaya çıkarabilmek için uğraşan gazetecilik, parlamento ve hukuk da var.

*

Şimdi bir şeyler söylemeliler:

30 yaşındaki Mehmet Zahir Korkmaz’ın, iki astsubayın bulunduğu araçtan çıkan bombalar ve bombacı tarafından öldürüldüğünü kabul etti mahkeme.

“Adam öldürme” suçu, bu.

Ama ya “çete”?

İşte bunu açıklayabilmeli, hükümet, Genelkurmay, hukuk organları ve insanları ile Meclis ve gazetecilik.

Bu ne çetesi?

Kim kurdu? Ne için kurdu? Başında kimler var? Başka kimler üye? Benzerleri var mı? Nerelerde örgütlüler? Ne tür faaliyetleri biliniyor? Ucu nereye kadar gidiyor?

Bu sorunun cevabını kim verecek?

İki astsubayın da mensubu oldukları “Jandarma İstihbarat” mı?

Meclis Komisyonu’na “Hırsız içerideyse...” dediği için baskı sonucu başkanı görevden alınmış “Emniyet İstihbarat” mı?

Biri vermeli:

İki astsubay “çete” suçundan da mahkum oldu; ama bu ne çetesi!

*

Bakın, 39 yıl mahkumiyet getiren iddianamenin sonunda ne yazıyordu:

“...Halkanın ilk zincirinde olanlar, yani Astsubaylar Ali Kaya ve Özcan İldeniz ile eski PKK’lı Veysel Ateş’in yanı sıra, yapılanmanın perde arkasındakilerin de deşifre edilmesi ve bu yönlü niyetlerin akamete uğratılması Devletin bekası ve siyasi istikrar için elzemdir.”

İddianamenin en başında “T.C. Van Cumhuriyet Başsavcılığı”, en sonunda ise “Ferhat Sarıkaya, Van Cumhuriyet Savcısı” ibareleri vardı.

Tamam, en sondaki gitti; ama en baştaki, “Türkiye Cumhuriyeti, Cumhuriyet Başsavcılığı” baki. Ne diyordu:

“Perde arkasındakilerin deşifre edilmesi Devletin bekası için elzemdir.”

Şimdi birileri çıkıp aydınlatmalı:

Elzem midir, değil midir?

Bu çete ne çetesidir, kimin çetesidir?

Sabah, 21.6.2006

Umur Talu

22.06.2006


 

Sınıfta kaldık

Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi baktığı Şemdinli dâvâsıyla ilgili beklenmeyen ağırlıkta bir karar verdi: Sorumlu görülen iki astsubay 40’ar yıla yakın hapis yatacak... Kararın dayandığı hukukî mantık, çete mensuplarının adam öldürmeye teşebbüs etmeleri... Van’daki mahkeme, bu kararıyla, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) tarafından meslekten ihraç edilme cezasına çarptırılan Cumhuriyet Başsavcısının iddianamesinde ileri sürdüğü iddiaları geçerli saymış oldu.

Şimdi ne olacak?

Bu soru “Hukukî açıdan bundan sonra ne olacak?” anlamına sorulmuyor. O anlama gelmiyor, çünkü o sürecin ne olduğunu herkes biliyor: Yargılananlar kararı temyiz edecekler ve dâvâ Yargıtay’ın ilgi alanına girecek... Sorumuz daha kendimize, icra ettiğimiz mesleğe yönelik... Sormak istediğim şu: : Mahkemenin kararıyla ortaya çıkan tablo medya açısından ne anlam taşıyor?

Şemdinli hemen her yönüyle Türkiye için önemli bir dönüm noktası. Türkiye’de kaç aydır siyasî zemin sarsılıyor? Siyasete dışarıdan müdahale alışkanlığı ne vakit yeniden depreşti? Siyasî istikrara darbe vuran gelişmeler ne zamandan beri yaşanıyor? Bu soruların hepsinin tek bir cevabı var: Şemdinli’de yaşanan olayın ‘devlet içinde yuvalanmış çeteler’ ile irtibatlı olabileceğinin anlaşılmasından sonra... O vakte kadar başka demokratik ülkelerde varolana benzer bir mâhiyet kazanmaya başlamış olan siyasî hayatımız yeniden altüst oluşa geçti.

O süreçte, HSYK gibi bazı devlet organları yanlış kararlar verse, bazı devlet birimleri gereksiz alınganlık gösterip bunu dışa vursa ve Meclis’in araştırmayla görevli komisyonu yan çizse bile, olup bitenlerden fazla etkilenmeyen bir kuvvet hep varoldu: Yargı... Van 3. Ağır Ceza Mahkemesinin kararı, ne kadar ve hangi yönüyle tartışılırsa tartışılsın, hep özlemi çekilen yansız ve bağımsız yargı beklentisine de cevap teşkil ediyor.

Bu süreçte sınıfta çakan bir ‘sözde kuvvet’ de var: Medya... Zaman zaman ‘1. kuvvet’ olduğu iddialarına sahip medya, gerçek anlamda devletten bağımsız bir ‘4. kuvvet’ gibi davranmadı bu süreç içerisinde. Elbette istisnalar da var, ancak belli başlı yayın organları, ileri gelen yazarları ve yorumcularıyla medya, Şemdinli sürecine alışılmadık bir aldırmazlıkla yaklaştı. Bazı yayın organları, bir asker kişinin “Kendisini tanırım, iyi çocuktur” referansını, olaya uzak durmak için yeterli saydı.

Başka konulardan farklı olarak, bazı devlet görevlilerine ağır cezalar verilmesine sebep olan ‘olay’ ile ilgili, yeterinden fazla işlenecek malzeme var elde. Susurluk gerçeğini yaşamış bir ülke burası; o vakitler ortalığa dökülmüş olan bilgiler hepimizin elinin altında. Başta TBMM’nin ‘Susurluk Raporu’, ardından da Başbakanlık adına hazırlanmış ‘Kutlu Savaş Raporu’... Susurluk vesilesiyle gündeme gelen ‘Gladio’ bağlantısı konuyu uluslararası bir çerçeve içinde görmeyi gerektiriyor; bu sebeple benzer yapılanmaların yaşandığı başka ülkelerin yetkili organlarının raporları da yol gösterici... Hiçbir ilişki kurulmasa, tekil bir olay olarak ele alınmak istense bile, 100 sayfalık ‘Şemdinli İddianamesi’ malzemeyle dolu.

Ancak, işte gördük, ‘4. kuvvet’ diye bilinen ve çalışma tarzıyla çok daha özgür olması beklenecek medyamız, ‘3. kuvvet’ olan yargının yanında sınıfta kaldı. Savcının kaleme aldığı iddianameyi bile değerlendiremedi medya, muhtemelen mahkeme kararına yansıyacak bilgileri de görmezden gelecek...

Şemdinli’de bir kitabevine konulan bombayla başladı her şey. ‘Kitabevi’, işlevsel olarak, medya iler irtibatlı bir mekân. Bir kitabevine atılan bomba, bir yönüyle, basın mesleğine de atılmış sayılabilir. Halkın haber alma hakkı gibi önemli bir dürtü yetmiyor olsa bile, bir kitabevine bomba konulmuş olması, hepimizi ayaklandırmalıydı. Sessiz-sâkin izlemeyi seçtik Türk medyası olarak...

Bundan sonra da öyle kalacak mıyız?

Yeni Şafak, 21.6.2006

Fehmi Koru

22.06.2006


 

Soros’un akıttığı milyon dolarlar

Kadife devrimlerin para babası George Soros, kurucusu olarak Açık Toplum Enstitüsü adını verdiği ve ‘yüksek ideallerine’ hizmet veren şebekesinin temsilcileriyle İstanbul’da yaptığı bir dizi gizli toplantının ardından, dün nihayet basın mensuplarının karşısına çıkıyor.

Doları kadar konuşan Soros, gerçekleştirdiği (sözüm ona demokrasi ama tabii ki beğenmediği yönetimleri devirme) faaliyetleri için 400 milyon dolar harcadığını açıklıyor. Soros, Türkiye’de harcadığı para miktarı ile ilgili olarak da çok önemli bir itirafta bulunuyor.

Son beş yılda Türkiye’de bir kısım kuruluş ve kişilere 8 milyon dolar akıtmış!

8 milyon dolar...

Yılda 1.6 milyon dolar demek.

Bu dolarlar hangi yolla, hangi amaçla, hangi kuruluş ve hangi kişilere gelmiş mutlaka açıklanmalı.

Açık Toplum mensupları, irtibatlıları, silahşörleri veya adına ne deniyorsa, Soros’un masasından yemlenenler, sessiz kalmamalısınız.

Madem ‘Açık Toplum’u savunuyorsunuz, bunun gereği ve şartı olarak, bu paranın kimlere ve ne amaçla verildiğini açıklamanız gerekmiyor mu?

Şeffaflık değil mi görünürdeki yüksek idealiniz, önden buyrun lütfen...

Tercüman, 21.6.2006

Aydın Candabakoğlu

22.06.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004