Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Temmuz 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Müslümanlar yeni duruşlarıyla, Avrupa’nın yeniden gündeminde

İstanbul’da, İngiliz Dışişleri Bakanlığının da desteğiyle düzenlenen, ‘Avrupa’daki Müslümanlar.. Aşılacak engeller ve fırsatlar..’ konulu konferansın ortaya çıkardığı gerçek, İslâm’ın yeniden, Avrupa’nın gerçeği olduğu hususuydu..

Gerçi, Avrupa, İslâm’la ilk dönemlerinde tanışmış ve İslâm’ın henüz ikinci asrına girerken, miladî-710’larda, Müslümanlar İspanya’ya geçerek, orada 700 yıl sürecek olan Endülüs Müslüman medeniyetini ve o kültür ve medeniyet ekseninde Müslümanlarca oluşturulan birçok devletleri-sultanlıkları oluşturmuşlardı.. Ve, miladî 1356’dan itibaren de Osmanlı Müslümanları, Rûmeli’ne, Balkanlar’a ayak basmışlar ve taa Macar ovalarına kadar uzanan ve 500 yıla yaklaşan bir hâkimiyet kurmuşlardı.. Endülüs’deki Müslüman varlığı ise, 1492’deki safdışı edilişten sonra, geride, Elhamra gibi sihirleyici birkaç saray veya mescidden başka bir şey bırakamamıştır.

Balkanlar’da ise; Müslüman varlığı, özellikle son 150 yıldır süren nice korkunç katliâm ve jenosid’lere rağmen sürmekte ve bugün 7-8 milyon Müslüman yaşamaktadır..

Ama, bugün İslâm, Avrupa’nın yeni bir gerçeği olarak ve bu geçmiş tarihî tablodan çok farklı bir yeni sosyal gerçeklik olarak, özellikle Almanya, İngiltere, Fransa, İsviçre, Avusturya, Hollanda, Belçika, Danimarka, İsvec, Norveç gibi, Avrupa kıt’asının batısında yer alan coğrafyalarda, yüzbinler-milyonlar halinde ve oldukça diri bir ‘yeni toplum’ olarak sahnede yerini almaktadır.. Ki, bu ülkelerdeki Müslüman nüfus, 20 milyona ve Balkanlar’dakilerle birlikte (Türkiye’nin batı sınırlarının batısındaki Avrupa’da) Müslümanların sayısı, 30 milyona yaklaşmış bulunmaktadır. Yani, yaklaşık olarak, Avrupa’nın 20’de biri.. Eğer, Türkiye de AB’ye dâhil olursa, o zaman, Müslümanlar, Avrupa nüfusunun 6’da birini oluşturacak ve ortaya çok daha farklı bir tablo çıkacaktır.. Buna bir de Müslüman toplulukların aile yapısını koruması ve Avrupa’da ise, ailenin giderek çökmesi yüzünden, nüfus artışının gerilemesi ve doğumların ölümlerden daha az olması yüzünden, gelecek 50-100 yıl içinde, Avrupa’daki Müslüman nüfus nisbetinin çok daha yükseleceğini ve bunun da özellikle de kilise ve onun etki alanındaki politika odaklarını derinden düşündürmektedir. Avrupa’nın Türkiye’ye karşı birtakım ihtiyat tedbirleri almasının temelinde de, kendi sosyal yapısının zorlanacağına dair duyduğu bu endişe bulunmaktadır..

Ancaaak, Müslümanların da temel problemleri bulunmakta.. Çünkü, Müslümanlar geçmiş asırlarda, Müslümanların hâkimiyetlerine göre oluşmuş bulunan ‘fıqh’ın, dünyayı ‘Dar’ul İslâm’ ve ‘Dâr’ul Harb’ diye ikiye bölen ölçüsünce bakarlardı dünyaya.. Ve ‘ticaret, diplomasi, tedavi’ vs. gibi alanlarda, kısa süreli ve izinli ikametler dışında, ‘Dâr’ul Harb’de sürekli olarak ikamet etmemek, yaşamamak zorundaydılar. Bugün ise, Müslümanlar, ‘geleneksel fıqh’da ‘Dâr’ul Harb’ denilen coğrafyalarda doğuyor, büyüyor ve ölüyorlar ve mezarları bile oralarda kalıyor.. Ve bu durum, şer’î çerçeveye göre, izinsiz, kendiliğinden.. Ve, bir ‘fiilî fıqh’ oluşuyor.. Diğer bir deyimle, İslâm uleması ve fıqhı, son asırlardaki sosyo-politik gerileyişin de bir neticesi olarak, sosyal hadiselerin gerisinde kalmış ve yolu ‘de jure’/şer’î olarak açmak yerine, karşılarına çıkan ‘de facto’, ‘fiilî durum’a nasıl bir çözüm yolu bulabileceklerine dair arayışlara girmişlerdir.. Yani, araba, yamaçtan aşağı iniyor ve at, arabanın arkasında kalmış, arabayı durdurmak için direniş içinde.. (Hatırlayalım ki, İmam Şâfî, Medine’deki fetva ve ictihadlarının farklı bir coğrafya olan Mısır’a geldiğinde aynen geçerli olamayacağını görmüş ve yeni ictihadlara yönelmişti..)

Bugün mes’ele, işte böyle bir seyyâliyetin yeniden sağlanamayışından kaynaklanıyor.

Halbuki, İslâm, her iklim ve coğrafyaya uyabilen bir seyyâliyeti haiz.. Gittiği her yerde, birtakım mahallî renkleri de bünyesine katarak, farklı yansımalar verebiliyor.. Bunun içindir ki, Orta Asya steplerindeki İslâm yansıması ile, Güneydoğu Asya’daki İslâm yansıması veya Güney Afrika ve Nijerya’daki İslâm yansıması ile Arabistan’daki, İran’daki, Rusya’daki; Kore, Japonya ve Çin’deki İslâm yansımaları, Balkanlar’daki, kıt’a Avrupası’ndaki veya İngiltere’deki, Birleşik Amerika ve Kanada, Arjantin veya Surinam’daki veya Kuzey Afrika/Atlas ülkelerinde hattâ birbirlerini ‘yabancı’ sayacak, yadırgayacak kadar farklı olabilmektedir..

Ama, beslendikleri ziyâ’nın, nûr’un kaynağı aynıdır.. Bir jeneratörden gelen elektrik akımı farklı renklerde olmadığı halde, elektrik enerjisini ışığa dönüştüren ampullerin renkli olması sâyesinde; elektrik, rengarenk ışıklara dönüşmektedir..

İslâm’ın bu farklı yansımaları, gerçekte, onun cihanşumûllüğüne/ evrenselliğine uygun bir durumdur.. Eğer onun bu seyyaliyeti, hareketliliği olmasaydı, Mekke’de zuhûr eden din, kendisine, Endonezya’dan Atlas Okyanusu’na kadar uzanan ‘eski dünya’nın üçte birinde ve bugünkü globalleşme şartlarında, dünyanın her yanında kendisine derin bir aşk ve heyecanla bağlanan ‘mü’min’lerini bulabilir miydi?

Bu durum, bugün Avrupa için de geçerlidir..

Elbette ki, bu gelişmeler kolayca, acısız-sancısız olmuyor ve Müslümanlar kendi içlerinde de ‘nesillerarası çatışma ve kırılma’lar bile yaşayabiliyorlar.

Eskiden Anadolu’da, köy ile şehir veya nesiller arasında yaşanan sıkıntılar şimdi Avrupa’da yaşanıyor.. İlk nesil ve çoğu işçi olan Müslümanlar için ‘din, yaşadığı toplumla kaynaşmasını engelleyen ve kimliğin korunması için sığınılan bir farklılık unsuru’ydu.. Şimdi ise din, başkalarıyla birlikte nasıl yaşayabileceklerinin yolunu arama çabası için başvurulan bir aslî kaynak..

Ve Avrupa , 30 milyon Müslümanla nasıl yaşayabileceğinin çalışmalarını yapmak gereğini duyuyor.. Kaldı ki, bir de İslâm’ı seçen ve ‘Neo-Muslims’ denilen Avrupalılar var ki, bunlar da ayrı bir ‘Müslüman tipi’ yansıtmaktadır.

Her halukârda, etkileyen, Avrupa değil Müslümanlar ve Avrupa ise, etkilenen durumunda ve bunun getiri-götürülerinin hesabını yapmak telaşında..

Vakit, 6.7.2006

Selâhaddin ÇAKIRGİL

07.07.2006


 

YÖK ne yapıyor?

Üniversite reformu Ak Parti iktidarının gündemindeydi, 4 yıl doluyor, bu alanda bir şey yapılamadı, bu alandaki vebali paylaştırmak gerekirse YÖK tarafından yaptırılmadığı da söylenmeli.

Eğitim alanı sorunlar yumağı.

Üniversite reformunun bir tarafı ister istemez orta öğretimle alakalı olmalı.

Orta öğretim Milli Eğitime, yani hükümete bağlı.

Üniversiteye geçiş sınavı ortada, yani Milli Eğitim’le YÖK arasında...

Üniversitenin yetiştirdiği insanları hükümet - devlet istihdam ediyor, yani bir anlamda hükümet - devlet, eğitim kurumlarından aradığı kalitede insan yetiştirmesini bekliyor.

Böylesine geçişli bir ilişkiler dünyasında YÖK, adeta prensipte hükümet karşıtı bir tavır sergileyince işler içinden çıkılmaz hale geliyor.

Cumhurbaşkanlığı seçimine bir yıldan az bir zaman kaldı ya...

Cumhurbaşkanını bu Meclis belirleyecek ya...

Bu Meclis’te Ak Parti çoğunluğu var ya...

Ve Cumhurbaşkanı, YÖK’ün oluşumunda etkin bir seçici durumunda ya...

Zaman tükendi YÖK için...

İlerde iki yol gözüküyor:

-Yeni seçilecek Cumhurbaşkanı’na da direnmek!?

-Bizden bu kadar, direneceğimiz kadar direndik, bundan sonra bu siyasi kadroyu başkaları dizginlesin, demek...

Henüz oraya varmadan YÖK yeniden harekete geçti. YÖK’ü ve orta öğretimdeki sınav sistemini yeniden tanzim etmek üzere bir taslak hazırladı. Rektörlerin bile haberleri bulunmadan hazırlanan taslak, bir yandan Cumhurbaşkanı’na sunulurken bir yandan da kamuoyuna açıklandı.

-Ya hükümet ve Meclis? Bu işte bir garabet yok mu?

-Önce tartışılsın, tartışmalardan sonra taslağa son şekli verilsin, ondan sonra hükümete sunacağız.

-İyi ama, ya Cumhurbaşkanına neden peşinen verdiniz? O da mı, taslağı tartışacak olan sivil toplum kuruluşları ve medya klasmanında görülüyor?

Bu işte bir garabet var.

YÖK ne yapmak istiyor?

-Taslağını doğrudan hükümete götürmek yerine, önce dışarda, kendince bir konsensus oluşturmak ve ondan sonra taslağı “Mutabakat ürünü” olarak hükümete sunmak... Hükümetin ortaya koyacağı farklı görüşleri, mutabakata karşıt görüşler olarak takdim imkanı kazanmak... Bunun mesaji açık:

-Eğitim alanında patron benim, lokomotif benim. Siyasi iktidar benim arkamda vagon olmalı. Milli Eğitim alanı bile, YÖK’ün makro planları içinde tanzim edilmeli...

Evet, eğitimin entegre bir yapı olduğu, “Beşikten Mezara” bir vizyon bütünlüğü içinde tanzim edilmesi gerektiği açık. Ama bunun koordinasyonunu kim yapmalı?

Hiç şüphesiz milletin temsilcileri... Onun içinden çıkan yönetim kadroları...

Elbet bilim adamlarından oluşan bir planlayıcı kadro istihdam edilebilir, elbet bilim kurumları ülkenin eğitim yönelişleri üzerine raporlar hazırlayabilir, ama inisiyatif alma, patronluğa soyunma.... bir danışma kurulunun yapacağı iş değil.

Zaten YÖK, ne kadar esip savurursa savursun kafasına eseni yapamıyor.

Sonuçta her şeyin Meclis’ten geçmesi, siyasi iradenin projeyi sahiplenmesi gerekiyor. Onun için de, YÖK’ün bütün hazırlığı Hükümete - Meclis’e sunulacak orada komisyonlarda görüşülecek, değiştirilecek.... Ne yapabilir YÖK, Meclis’in bu müdahaleleri karşısında?

O zaman niye bu patronluk edaları?

Niye bunca gerilim?

Niye bunca muhalefet duruşu - söylemi?

Dört yıldır hiçbir adım atılamadı, hep bu YÖK’ün ana muhalefet duruşu yüzünden...

Bu ülkenin genç nüfusu öğütülüp duruyor.

Şu anda bile YÖK’ün sözcüleri ile hükümetin bakanı medya üzerinden konuşuyorlar.

Çünkü YÖK’ün taslağını hükümet henüz görmedi, ya da medyaya yansıyan kadarıyla gördü.

O da Cumhurbaşkanlığı geriliminin içinde...

Buna üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek derler.

ahmettasgetiren.com.tr, 6.7.2006

Ahmet TAŞGETİREN

07.07.2006


 

Mecburî din dersleri ve Aleviler

12 EYLÜL rejiminin okullara mecburi din dersi koyması, cumhuriyetin “homojenleştirme” politikasının uygulamalarından biriydi. Sünnileri ve Alevileri şeriatsız bir Müslümanlık anlayışında birleştirmek suretiyle hem laiklik kökleşecek, hem “mezhep meselesi” çözülecekti.

George Harris’in gösterdiği gibi, 12 Eylül öncesindeki sağ-sol çatışmaları mezhep farklarıyla örtüştüğü için çok kanlı olmuştu. O ortamda “homojenleştirme” fikri daha bir cazip geldi, Anayasa’ya mecburi dersler konuldu.

Peki sonuç ne?

Alevi kimliği

Doç. Dr. Kamil Fırat’ın araştırmalarına göre, okuryazar olmayan Alevilerin yüzde 98’i, okuryazar Alevilerin yüzde 77’si Aleviliği “gerçek İslam” olarak benimsiyor. Mecburi din derslerini okumuş lise mezunlarında, tersine dönüyor, yüzde 68’lik bir kesim Aleviliği İslamla ilişkilendirmiyor, sadece “kültür” sayıyor!

Modern eğitimin ve kentleşmenin Sünnilerde de görülen “sekülerleşme” etkisinin bunda rolü çok büyük ama mecburi din derslerinin ‘amaca’ hizmet etmediği, hatta tam tersine, Alevilerde baskı olarak algılanıp tepki yarattığı da bir gerçektir.

Alevilerin yüzde 15’inin kendisini “ateist” olarak tanımlamasının da sebebi, İzzettin Doğan’ın belirttiği gibi, “tepki” duygusudur.

Alevi-İslamın ruhani değerlerini, tasavvufu ve ibadetleri kentlerde yeni kuşaklara taşıyacak dinsel kurumların olmaması da Alevi gençlerde ‘Alevi İslam’dan uzaklaşma eğilimini güçlendiriyor.

Eski tekke ve dergâhların yerine kurulan cemevleri iyi bir örnektir. Cemevlerine devam eden Alevilerin yüzde 70’i Aleviliği İslamın bir kolu ve “gerçek İslam” olarak benimserken, cemevlerine ilgisiz Alevilerde oran tersine dönüyor! (Milliyet, 4 Temmuz 2005 ve devamı)

Demek ki, Alevi-İslam kurumlarını kapatmak ve mecburi din dersleri koymak Alevileri Sünnileştirmemiş, umulan homojenleşmenin tam tersine, heterojenliği derinleştirmiştir!

Gözden geçirmeliyiz

Hukuki adı ne olursa olsun, mecburi din dersleri Alevilere ‘itici’ geliyor. Cemevlerinin ‘konferans salonu’ olmadığı da muhakkak! Buralarda ibadet yapılıyor, dua ediliyor, yasin okunuyor! Buralarda tasavvuf ve hikmet geleneği yaşatılıyor!

Politize olan cemevlerinin sayısı azdır; tepkisellik azaldıkça ve tasavvuf geleneği işlendikçe onlar da ruhani mekân vasfını alacaktır zamanla.

Sevindirici bir gözlem: Birçok yerde cemevi ve cami cemaatleri, imamlar ve dedeler arasında çok sıcak ilişkiler gelişiyor; “mecburi” değil, doğal olarak. Ortak değerler çok güçlü çünkü.

Mecburi din dersleri dine mesafeli Sünni ailelerin çocuklarını da ‘dindar’ yapmıyor. İrticanın kaynaklarından birinin din dersleri olduğu iddiası zırvadır. İslamcı Abdurrahman Dilipak, bu dersler konusunda “Bu benim dinim değil” diye yazmıştır!

Öte yandan dindar aileler ve dini temayülü olan çocuklar için okullarda ‘din dersi’ verilmesi de doğal bir haktır.

Kimlikler ve inançlar bastırılamaz; “homojenleştirme”ler hep geri teper. Hepimiz yaşadığımız süreçleri, zihnimizdeki kalıpları gözden geçirmeliyiz.

İlk adımda, her inançtan çocuklarımızın birbirlerine sevecenlikle bakmasını öğretecek bir ‘din kültürü’ müfredatı, ikinci adımda, Anayasa değişikliğiyle seçimlik ‘din dersi’ formülü bana makul gözüküyor.

Milliyet, 6.7.2006

Taha AKYOL

07.07.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004