Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Meclisimiz, tarih sizden hesap sorar!

Oyun açık. Hedef net. Mehmetçiği Amerikan-İngiliz petrol ve silah tekellerinin maşası yapmak istiyorlar.

Meclisimizin vekilleri!

Gün, bugündür!

Oylarınızı; “Ortadoğu’daki petrol okyanusunun tek sahibi olmak” için; dünyayı “demokrat Hıristiyanlar ve İslâmi faşist Müslümanlar” diye iki kampa ayırıp Irak’a kanlı-irinli işgali başlatan ve taşeron İsrail’i de Lübnan’a saldırtan ABD Başkanı Bush’un oyununa gelirseniz.... Ve insanlığın önünde itibarı on paraya inmiş Bush’un gözüne girmek için Lübnan’a Türk askeri göndermeyi onaylayan Başbakan Tayyip Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün isteğini yaparsanız...

Tarih not düşecektir.

Sizden hesap soracaktır.

Bizim Birinci Türkiye Millet Meclisimiz; “Ortadoğu’da yeni haritalar çizmek isteyen Amerikan-İngiliz-Fransız sömürgecilerine karşı” yüksek vatanseverlik ahlakı sergileyerek direnmişti. Tarih, bugünkü Meclisimizden, yani sizlerden de “aynı yüksek ahlakı” bekliyor.

***

Meclisimizin vekilleri!

Gün bugündür.

Gün karar günüdür.

Gün, Türk askerini Lübnan’da ipi sömürgecilikten vazgeçmeyen ve mazlum ulusların petrol kaynaklarını kendi şirketlerine tapulamaya dayalı 150 yıllık irinli saldırganlıktan geri durmayan ABD-İngiltere ile Fransa’nın, onların çoban köpeği İtalya ve taşeronları İsrail’in elindeki Barış Gücü’ne vermeme günüdür.

Ne askeridir.

Ne siyasidir.

Ne ekonomiktir.

Ne kültüreldir.

Lübnan’a askerimizi vermiyoruz kararı, sadece ve sadece “yüksek ahlakla” ilgilidir. Türkiye Büyük Millet Meclis’i “Askerini Lübnan’a Barış Gücü’ne vidalansın” diye göndermeyerek; “Dünyaya tek başına egemen olmak isteyen ABD’nin ahlaksız planına” omuz vermemiş olacaktır.

***

Meclisimizin vekilleri!

Elinizin altında Meclis kütüphanesi var. Oraya gidin. ABD Başkanı Dwight Eisenhower ve İngiliz Başbakanı Sir Winston Churchill’in emriyle harekete geçen CİA ile İngiliz İstihbarat Teşkilatı’nın 1953 yılında “Ortadoğu’da ilk gizli darbeyi” kime karşı yaptırdıklarını bulun.

Musaddık’ı öldürdüler.

Kimdi bu adam?

Ve niçin öldürdüler?

Bugün Ortadoğu’ya demokrasi getireceğiz diye dünyayı aldatan ABD ve İngiltere; 53 yıl önce Ortadoğu’da ilk darbeyi “demokrasiye geçmiş İran’ın Başbakanı Muhammed Musaddık’a” karşı yaptırdılar. Muhammed Musaddık, Ortadoğu’ya gelmiş geçmiş en büyük demokrattı ve halkının çıkarlarını düşünüp “İran petrolünü İngiliz şirketinin elinden kurtardı” diye kanlı bir darbeyle indirdiler.

Demokrattı Musaddık...

Onu öldürdüler.

Liberaldi Musaddık...

Onu katlettiler.

Vatanseverdi Musaddık...

Onu astılar.

Ve Ortadoğu’da “terörün kökleri işte bu Amerikan ve İngiliz Darbesi’nden sonra” filizlenmeye başladı. Bugün Lübnan’da Hizbullah, kendi toprağından çıkan petrolü Amerikan, İngiliz, Fransız, İtalyan, Alman şirketlerine yedirmek istemeyenlerin “Kuvayı milliyesi” haline geldi.

Meclisimizin vekilleri!

Sizden karar çıkartacaklar.

Ve Mehmetçiği, Ortadoğu halklarının gözünde kuvayı milliye haline gelmiş Hizbullah ile çatıştıracaklar.

Tarih sizden hesap sorar.

Vatan, 3.9.2006

Necati DOĞRU

04.09.2006


 

Başkomutan mı değil mi?

Cumhurbaşkanımız Lübnan’a asker gönderilmesine karşı olduğunu açık seçik belirtti, kendisine gene aynı açıklıkta fakat kibarca ‘siz bu işe karışmayın’ denildi. Meclis başkanı tarafından.

Bu işe karışan kişi, ordularımızın başkomutanıdır. Bu bir anayasa emridir.

Peki, bir ordunun nereye girip nereden çıkacağına başkomutanı karışmazsa kim karışır?

Meclis karışıyor. O zaman anayasada niçin ‘ordularımızın başkomuta yetkisi yüce meclistedir’ yazmıyor? Sivillerden oluştuğu için mi?

Eee, başkomutan ‘stratejik’ kararlara karışmaz da ‘taktik’ kararlara mı karışır? O cephe komutanının işi değil midir?

Haaa, gelin şunun adını koyalım: Cumhurbaşkanının aynı zamanda da başkomutanlığı ‘keyfiyeti’, Atatürk devrinden kalma bir özelliktir.

(...)

Gerçi savaş ilanı yetkisi gene meclisteydi ama o meclisin Atatürk’ün emir ve direktiflerine aykırı bir kanun çıkarması, bir karar alması düşünülebilir miydi acaba?

Lütfen kimse gocunmasın, çünkü memlekette demokrasi falan yoktu, olduğunu da kimse iddia etmiyordu zaten.

Bu konum, İnönü’ye de uydu. İkinci Dünya Savaşı’na katılsaydık, başkomuta başka kimsede olamayacaktı, buna da kimse şaşmayacaktı.

Savaşan taraflardan birinin başkomutanı alt tarafı bir onbaşı (Hitler), ötekininki de hayatında hiç askerlik yapmamış eski bir banka soyguncusuydu (Stalin) üstelik! Bu ikinci hergele kendi kendini durduk yerde mareşal yapmıştı ve buna ağzını açanı da ölüm bekliyordu...

Eh hadi Evren’e de aykırı kaçmadı diyelim... Askerlik yeteneğini bilemeyiz ama rütbesi orgeneral değil miydi? Dilerseniz bu Gürsel için de, Sunay için de, Korutürk için de geçerli olsun.

Peki bir iktisatçıya (Bayar), bir elektrik mühendisine (Özal), bir inşaat mühendisine (Demirel), bir hukukçuya (Sezer) uydu mu?

Cumhurbaşkanının başkomutanlığı, göstermelik bir ‘nezaket’ maddesi midir, yoksa cumhurbaşkanlarının ‘nasıl olsa asker kökenli olacağı, genellikle de genelkurmaybaşkanlığından geleceği’ öngörülerek doğal karşılanmış ve üzerinde de fazla düşünülmemiş bir Türk gayretkeşliği midir?

Bakın ne oluyor: Orduların başkomutanı Kuzey Irak’a girin diyor (1990), devrin genelkurmay başkanı, başkomutanının emrini yerine getirmemek için görevden istifa ediyor ve emekliliğini istiyor...

Bu makama yapılmış bir ‘jest’ ise, ne gerek var, o maddeyi niçin tutuyorsunuz?

Yok eğer ciddi bir olguysa, başkomutanın emirlerine niçin karşı geliyorsunuz?

(...)

Yoksa, ‘sivil iktidar fazla ileri giderse biz de şimdi uykuda tuttuğumuz o fonksiyonu devreye sokar, zinde güçleri göreve çağırttırırız, en azından pasif de olsa desteğini alırız’ diye düşünenler de mi var?

Bu ne biçim ülkedir be?

Akşam, 3.9.2006

Engin ARDIÇ

04.09.2006


 

Hainlik ve ihanet üzerine

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal çok konuşan bir siyasetçidir. Hemen her konuda fikir beyan ettiği için söyledikleri arasında özgün şeylere çok sık rastlayamazsınız, daha çok genelgeçer ifadelerle karşılaşırsınız. Ancak Baykal, dün Radikal’in Ankara temsilcisi Murat Yetkin’in sorularına verdiği yanıtlarda bu kuralın dışına çıkmış ve çok önemli bir şey söylemiş: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘ihanet’ kelimesini çok kullanmamasını tavsiye etmiş.

Erdoğan, demokrasilerde pek ender kullanılan bu kelimeyi gerçekten çok fazla kullanıyor. Son olarak Lübnan’daki Barış Gücü’ne karşı çıkmayı ihanet olarak niteledi. Daha önceki konuşmalarında da erken seçim lafını ağzına alanları ya da cumhurbaşkanlığı seçimlerini gündeme getirenleri ihanetle suçlamıştı. Başka örnekler de bulunabilir.

‘İhanet’, biliyorsunuz, yapılabilecek en ağır suçlamadır. Evlilikte ihanetin cezası en azından boşanmadır. Vatana ihanetin cezası, ölüm cezası kaldırılıncaya kadar, idamdı. İhanet eden kişiye ‘hain’ denir ve ‘hain’lere kırk katırla kırk satır arasında seçenekler verilir!

Bu kelimenin demokrasilerde pek kullanılmadığını söyledim. Oysa totaliter ve otoriter rejimlerde sık sık karşımıza çıkar. Ülkeyi yöneten despotlardan farklı düşünen, bunu şu ya da bu şekilde ifade eden (hatta etmeyen) herkes haindir. Bu tür rejimlerde ‘hainlerin rahat nefes almasına izin’ verilmez. Yurttaşlara ‘ya yönetenlerden ya da hainlerden yana olmak’ gibi seçenekler verilir!

Oysa, demokrasilerde ana birim, her konuda farklı düşünen, düşünebilen, düşünmesi teşvik edilen yurttaşlardır. Örneğin Lübnan’daki Barış Gücü’ne katılmaya karşı çıkan yurttaşlar, bunu ifade etmekle yalnızca yurttaşlık görevlerini (ve haklarını) yerine getirmiş olurlar. Tıpkı, Barış Gücü’ne katılmaktan yana olan ve bunu ifade eden yurttaşlar gibi.

Erken seçim, cumhurbaşkanlığı seçimi ya da Kıbrıs gibi konularda da durum böyledir. Demokrasilerde tek bir doğru yoktur ki, ona karşı çıkmak ihanet olarak nitelendirilebilsin. Tam tersine, her düzlemde farklı düşünceleri ifade ede ede en doğruyu bulma çabası vardır.

‘İhanet’ ve ‘hain’ kelimelerini böyle kullanan yalnızca Erdoğan değil. Başka konularda, başka kesimlerin de bu kelimeleri öfkeli bir lezzetle kullandıklarını duyuyoruz:

“Vay hainler, Türkiye’yi yabancılara peşkeş çekiyorlar!”

“Kimler, nasıl yapıyorlar bu hainliği?”

“Kimler olacak, AB yanlıları. Amaçları egemenliğimizi yok ederek ülkeyi parçalamak!”

“Şey, pardon ama, AB’ye tam üyeliğin Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikadaki stratejik hedeflerinden biri olduğu Kırmızı Kitap’ta bile yazmıyor mu? Siz buna karşı çıkmakla ülkemize ihanet etmiş olmuyor musunuz?

Sakın asıl hain siz olmayasınız!”

Bu hayali (ama gerçeklere dayanan) konuşma ‘hain’ ve ‘ihanet’ kelimelerinin ne gibi tuzaklar taşıdığını açıkça gösteriyor. Yaftalar bir anda sahip değiştirebiliyor. Oysa burada ne hain var ne de ihanet, yalnızca Avrupa Birliği konusunda farklı şeyler düşünen yurttaşlar var...

İhanet ve hain gibi kelimeleri sık kullanmak, o kişinin düşünsel arka planında otoriter, hatta totaliter yapıların egemen olduğunu gösterir.

O yüzden benden size öneri: Birisi birilerini ihanetle suçladığında, suçlanandan önce suçlayana bakın. O kelimeler büyük bir olasılıkla onun hakkında daha fazla bilgi içermektedir.

Radikal, 3.9.2006

Haluk ŞAHİN

04.09.2006


 

TOBB: Yarı resmî bir “sivil toplum kuruluşu”

TOBB çatısı altında yer alan ‘Odalar’ın tarifi resmi metinde şöyledir: ‘Tüzel kişiliğe sahip kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları.’

Demek ki TOBB’u ülkenin en çok üyeye sahip ‘sivil toplum kuruluşu’ (STK) olarak takdim etmeden önce, bu ‘kamu kurumu niteliğini’ unutmamak gerekiyor.

Ali Bilge’nin bir yıl kadar önce Açık Radyo’da Ömer Madra’nın sorularını cevaplarken güzel açıkladığı gibi, Türkiye’de ‘olur olmaz’ örgütlerin kendilerini birer STK olarak ilan etmeleri İstanbul’da toplanan ‘Habitat Konferansı’ndan sonra ortaya çıkmıştır. Bilge, bu ortaya çıkışla ilgili şöyle diyor: ‘Derken, bir de baktık ki, sermaye ve iş adamı örgütleri, TOBB, TÜSİAD, TİSK, vs. ‘sivil toplum örgütüyüz’ demeye başladılar. ‘

Ali Bilge, Ömer Madra ile gerçekleştirdiği ‘TOBB ve TÜSİAD Sivil Toplum Örgütü Sayılabilir mi?’ konulu bu söyleşi de TOBB hakkında o kadar önemli tespitler yapıyor ki, isterseniz hadi gelen, yazının bundan sonrasını onun açıklamalarından cımbızladığım bir ‘seçki’ ile tamamlayalım:

‘TOBB çok zengin bir kuruluş, çünkü vergi gibi kesenekleri var, yani her şirket muntazam aidat ödüyor ve kârından pay veriyor. Kanunen de üye olmak zorunlu, (...) 1950’de çıkan yasa ile TOBB’un işlevleri arasına iki önemli şey giriyor, biri ithal mallarının fiyat tetkiki ve tescili, diğeri de özel sektöre tahsis edilen döviz kotalarının odalar aracılığıyla verilmesi. (...) Sanayici ve tüccarlara döviz kotalarının dağıtılmasında devletin bir ajanı gibi oda ve borsalar çalışıyorlar. Bu önemli iki işlev, 50-70 döneminde ithalatçılarla sanayiciler arasında çatışmaya sebebiyet veriyor. (...) Sanayici bundan rahatsız oluyor, büyük sanayici hakim olamayınca kendi örgütünü kuruyor. 70’lerin başında TÜSİAD’ın kurulmasına tanık oluyoruz. (...) 12 Mart darbesi sonrasında, yetkisi dahilinde bulunan iki önemli işlev TOBB’un elinden alınıyor. Dolayısıyla 12 Mart sonrasında TÜSİAD’ın iş dünyasında TOBB’un önüne geçtiğine tanık oluyoruz. (...) Ancak bu iki örgütün ortak noktası şu: hem 12 Mart’ta hem de 12 Eylül’de, bu örgütler tamamen darbenin yanında yer alıyorlar, (...) 1982 anayasasını bugün bu örgütler eleştiriyorlar. Bu çok güzel bir gelişme, ancak geçmişlerindeki darbeciliği unutmamak lazım. (...) 28 Şubat postmodern darbede sivil toplum örgütlerinin çok etkin bir konumda olduğuna, Batı Çalışma Grubu ve medya ile irtibatlı olarak operasyonun içinde yer aldıklarına tanık oluyoruz. Bu örgütler darbeyi severler, postmodernini de, olmayanını da seven örgütlerdir, ama önemli bir evrim süreci de yaşadılar, bunu da saptamak gerekiyor. (...) Ama kesin olarak şunu söyleyebiliriz; TOBB tarihi boyunca hep sağ iktidarları desteklemiştir. (...) 83-86 arasında daha çok geri planda olan TOBB’la, ANAP’ın iktisat politikalarını destekleyen TÜSİAD arasındaki kırılma barizdir. (...) Necmettin Erbakan da TOBB genel sekreterliğinden siyasete geçmiştir. (...) TOBB sağ siyasete siyasetçi üretir. (...) Evet, TOBB’da vergi benzeri bir kesinti alınıyor, üstelik bu zorunlu. Dolayısıyla pek sivil toplum örgütü gibi değil. (...) TOBB’un parası Ankara’da en fazla konuşulan konulardan biridir. Bankalarda 500 milyon dolar parası olduğu söyleniyor, belki daha fazla.’

(...)

Ali Bilge’nin açıklamaları hoşunuza gitti ise, okumaya Açık Radyo’nun İnternet sitesinden devam edebilirsiniz...

Yeni Şafak, 3.9.2006

Kürşat BUMİN

04.09.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004