Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 28 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Ankara’daki hassas denklem bozuluyor mu?

Hilmi Özkök, 2002 Ağustosu’nda Genelkurmay Başkanlığı’nı üstlendikten iki küsur ay sonra, oyunu kullanıp ABD ziyaretine gitti. AK Parti’nin seçimden tek başına hükümet olarak çıktığı haberini de orada aldı. Deniz Baykal’ın deyişiyle ‘Millet CHP’ye tek başına muhalefet görevini’ vermiş, Türkiye’de yeni bir dönem başlamıştı.

Bu yeni dönem, adı konulmayan yeni bir dengenin kurulmasına yol açtı. Bu dengenin, ya da denklemin üç unsuru vardı. Bunlar, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Başbakan Tayyip Erdoğan ile Türk Silahlı Kuvetleri oldu.

Unsurların birbirine karşı konumlanması, 2002 sonunda hızlanan Avrupa Birliği süreci ve ABD’nin Irak işgali öncesi diplomatik trafik ile hızlandı.

Erdoğan, daha seçim kampanyasında AB sürecini ön plana çıkarmıştı. AB reformlarını en çok üç nedenden istiyordu:

AB reformlarından umulan siyasi ve ekonomik serbestleşme ortamının, hem kozmopolit İstanbul sermayesi, hem muhafazakâr Anadolu sermayesi, hem de ifade özgürlüğünü önemseyen aydınlar ve medya çevrelerinde ona yeni destekler getireceğine inanıyordu. (Bir ölçüde buldu da..)

İkincisi, AB reformlarının, inanç özgürlüğü faslında, türban ve benzeri konulara İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi aracılığıyla çare getireceğini düşünüyordu. (Bu olmadı ve AK Parti saflarında derin hayal kırıklığına yol açtı.)

Üçüncüsü, Erdoğan ve ekibi, AB reformlarının askerin siyasete bir daha müdahil olma ihtimalinin AB üzerinden garantiye alınmasını umuyordu. Bu ruh hali, en açık ifadesini TBMM Başkanı Bülent Arınç ‘Beni 28 Şubat AB’ci yaptı’ sözlerinde buldu.

Ancak çelişki de bu ruh halinin içinde gizliydi. Bu amaçlar için AB ve ABD ile üst düzeyde ve kapsamlı işbirliği niyeti Kıbrıs ve daha sonra Türk-ABD ilişkilerini rayından çıkaracak şiddetteki Irak ve ardından PKK kayasına çarptı.

Sezer, bu süreçte giderek AK Parti icraatını tek başına denetleyen bir işlev üstlenmeye başladı. Muhalefetin Meclis’teki sayısal zayıflığı, Sezer’i yalnız ekonomik ve idari konularda değil, Irak ve Lübnan gibi dış konularda da hükümetle karşı karşıya getirdi.

Asker bu ahval ve şerait içinde, siyasi, sosyal ve ekonomik koşulları gözeterek kendisine bir yol haritası belirlendi. Bu yol haritasının dört sınırlaması vardı:

Asker ne yaparsa yapsın, kamuoyu gözünde 1- Türk ekonomisinin yeni bir krize sürüklenmesinden, 2- AB ile ilişkilerin kesilmesinden sorumlu tutulmamalıydı. Bu çerçevede, ne yaparsa yapsın 1- Ülke özellikle de etnik temelde bir çatışma ortamına sürüklenmemeli, 2- TBMM her ne koşulda olursa olsun açık ve işler kalmalıydı.

Türkiye’nin bildik siyaset çerçevesi olan ‘Asker sert durur, hükümetler bildiklerini yapmaya çalışır’ çerçevesi, son dört yılda bu denklemle şekillendi. Hilmi Özkök’ün zaman zaman sert eleştirilere maruz kalan mutedil üslubu, böyle bir çerçevede anlamını buluyordu.

Özkök’ün İkinci Başkanı, Birinci Ordu Komutanı ve Kara Kuvvetleri Komutanı olarak çalıştıktan sonra Genelkurmay Başkanlığı görevini onun elinden alan Orgeneral Yaşar Büyükanıt, ilk günden itibaren üslup farkını ortaya koymaya başladı. Büyükanıt gibi, Özkök’ün İkinci Başkanı ve Birinci Ordu Komutanı olan Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ’un önceki günkü konuşması, AK Parti saflarında da toplumun değişik katmanlarında da yeni (ve aslında eskiyi çağrıştıran) bir dönemin başlangıcı olarak yorumlandı.

Bu dönem, aynı zamanda AB ile ilişkilerin Türkiye’nin (ve askerin) elinde olmayan nedenlerle de soğuduğu, AB’den ve askerden gelen köşeli açıklamaların artık mali piyasalarda sert hareketlere yol açmadığı, dünya çapında siyasi kutuplaşmanın hızlandığı ve renklerin kaybolup siyah-beyaza dönüşmeye başladığı, örneğin Tayland’daki askeri darbenin ABD ve AB tarafından umursamazlıkla karşılandığı bir dönemdir.

Başbuğ’un eski günleri çağrıştıran konuşmasından sonra gözler 2 Ekim’de Harp Akademileri’nde Büyükanıt’ın yapması beklenen konuşmasına çevrildi. Bu konuşma ile, Washington’da Erdoğan’ın Bush ile görüşmesi arasında yedi saat gibi bir fark olacak. Bu fark, Türkiye’deki büyükelçiliklerin ve haber ajanslarının Büyükanıt’ın konuşmasını merkezlerine geçmesine imkân verecek bir süredir. Konuşmanın adresleri arasında Erdoğan kadar, Bush’un da olacağı şimdiden görülmelidir. Bu mesajın yalnızca Irak ve PKK değil, Türkiye’deki laik sistemin önemi konusunu içermesi de kimseyi şaşırtmamalı. (Bu arada Türk-ABD ilişkilerini önümüzdeki günlerde etkileyecek başka iki olayın 18 Ekim’de yapılacak Savunma Sanayii İcra Komitesi toplantısı ve Büyükanıt’ın henüz resmen açıklanmayan, muhtemelen 26 Ekim’deki ABD seyahati olduğu da kayda düşülmeli.)

Tabii Büyükanıt’tan bir gün önce TBMM’nin açılışında Sezer’in yapacağı konuşma da unutulmamalı. Bu, Sezer’in cumhurbaşkanı olarak Meclis’e son hitabı ve Ankara kulisine sızdığı kadarıyla ‘Veda hutbesi sert olacak’.

Neresinden bakarsanız bakın, Türkiye kendisi için pek çok açıdan önem taşıyan, cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinin yapılacağı 2007 yılına, siyasetin işleyiş denkleminde ciddi değişikliklerle girebilir. Beklenmeyeni beklemenin mevsimi.

Radikal, 27.9.2006

Murat YETKİN

28.09.2006


 

Cemaatlerin olumlu işlevi

Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlker Başbuğ, Kara Harp Okulu’nda yaptığı konuşmada birçok önemli konuya temas etti. Bu arada tarikat ve cemaatlerden yakındı.

Org. Başbuğ ve onun gibi düşünenlerin es geçtiği bir nokta var: Tarikat ve cemaatlerin toplumdaki ‘ olumlu’ işlevi.

Eğer bir toplumsal oluşum, ona katılanlara ya da ondan medet umanlara yararlı olmuyorsa, fazla yaşamaz. Sönüp gider.

Sadece din temelli örgütlenmelerde değil, milliyet temelli örgütlenmelerde de durum budur.

Bu genel fikri somuta indirmeye çalışayım.

Hatırlarsınız: Nur Cemaati ve Fethullah Gülen Hareketi üzerine bir yazı dizisi hazırlamıştık. Çeşitli Nur Cemaatleri konuşma yapmak üzere çağırmıştı.

Bu gençler nasıl okuyacak?

Onlara söylediğim şeylerden biri de şuydu: “ Türkiye hızla kapitalistleşiyor. Ayrıca dünya ekonomisine entegre oluyor. Bunun sonucu olarak büyük kentlere göç artıyor. Örneğin, Japon kent uzmanlarının araştırmasına göre bugün 12-13 milyon civarında olan İstanbul’un nüfusu 2020 yılında 23 milyona çıkacak. Böylesine kapsamlı bir göç dalgası haliyle sorunlara yol açacak: Barınma, iş bulma, kente uyum sağlama, suç oranlarındaki artış gibi... “İnsanlara dini değerleri, itidalli davranmayı, saygıyı aşılamaya çalışan tarikat ve cemaatlerin bu sorunları göğüslemede olumlu etkileri olacak.”

Bazı Nurcular bu söylediklerime kızdı: “ Ne yani bize rol mü biçiyorsun? Bizim amacımız göç sorunlara çare bulmak değil, dindar insanlar yetiştirmek “ dediler.

Halbuki onlara rol biçmiyorum. Farkında olsalar da, olmasalar da böyle bir işlevleri olduğunu göstermeye çalışıyorum. Yani ortada kendiliğinden oluşmuş bir mekanizma vardı.

Size basit bir örnek vereyim: Üniversiteyi kazanmış Anadolu gençlerini düşünün. Bu zeki ama yoksul gençler, okumak için İstanbul’a geliyor.

Söyleyin bana: Nerede barınacaklar? Kitaplara, ulaşama, giyim kuşama harcamak üzere nasıl para bulacak? Devasa kentin karşılarına çıkardığı dertlerle nasıl baş edecekler?

Çok övündüğümüz Cumhuriyet rejimi bu gençlerin hepsine yurt sağlıyor mu? Hayır! Burs verebiliyor mu? Hayır! Yol yordam öğretiyor mu? Hayır!

Peki bu ve benzeri gereksinimleri kim karşılıyor? Cemaatler! Bu oluşumlar işadamlarını örgütlüyor. Mesela zengin bir kişi üç beş öğrenciyi okutuyor. Kirasını veriyor, ceplerine harçlık koyuyor. Mezun olduklarında iş buluyor.

Benzeri bir durum kente göçen vasıfsız işçiler için de geçerli. Onlara da tarikatlar yardımcı oluyor.

Onca göç alan İstanbul’daki suç oranları hala benzeri dünya kentlerine kıyasla gayet düşükse... Bunun nedeni aile değerlerini gücü ve yukarıda anlatmaya çalıştığım ara organizasyonlardır.

Sihirli bir değnekle tarikat ve cemaatleri ortadan kaldırdığınızı hayal edin. Sonuç ne olur biliyor musunuz? Kaos, terör, anomi (değerlerin kaybı) ve füze hızıyla yükselen suç sayısı.

Medyanın göstermedikleri

Soracaksınız: Terör yanlısı radikal İslamcılar bu oluşumlarda yuvalanmıyor mu? Elbette bu mümkün. Ama aynı oluşumlar bu radikallerin önünü de kesiyor.

Medya ister istemez eline silah alanların, cinayet işleyenlerin, suça bulaşanların haberini yapar. Ancak mesela canlı bomba olma hayalleri kuran kaç gencin, bu cemaat ve tarikatlar tarafından engellenip makul bir yola sevk edildiğinden söz etmez. Peki tarikat ve cemaatler, Atatürkçü mü? Hayır. Cumhuriyetin işleyiş biçiminden çok mu memnunlar? Değiller. Bazıları elindeki gücü, siyaseti yönlendirmek için kullanıyor mu? Evet kullanıyor. Prof. Şerif Mardin’in belirttiği gibi kimi tarikatlar gettolaşmaya başladı mı? Evet.

Özetin özeti: Tarikat ve cemaatleri çeşitli yönleriyle kavramadan toplumsal ve siyasal dertlerimizi dindiremeyiz.

Sabah, 27.9.2006

Emre AKÖZ

28.09.2006


 

Çuvaldız kendimize

Muhafazakar medyayı 28 Şubat’a ilişkin tutumu nedeniyle eleştirdiğim gün SABAH’ta bir manşet çıktı. Ve ne yazık ki, dili itibariyle 28 Şubat’ı andırıyordu. Haber, ismini vermeyen veya veremeyen bir askeri yetkiliye dayandırılmıştı.

28 Şubat’ta bunu çok yapmıştık. Adını vermeyen bir 4 yıldızlı general, bir korgeneral konuşur ve bu şekilde gazetelere manşet olurdu.

O generallerin isim vermeden durdurmaya çalıştığı Tayyip Erdoğan çok geçmeden geldi başbakan oldu, isterse mayıs ayında cumhurbaşkanı olacak.

Yani isim vermeden konuşmak bir şey sağlamıyor.

Bu işin askeri ilgilendiren kısmı.

Medyayı ilgilendiren bölümü ise, halk oyuyla seçilmişlere asker üzerinden, özellikle de isimsiz asker üzerinden muhalefet yapmamak olmalı.

Eğer bir komutan, emir-komuta zinciri içinde birliğindeki askerleri sivil giyindirip sokakta eylem yaptırıyorsa, bunun adı sivil toplum eylemi olmaz.

Askerin görevi zaten sivil toplum örgütü olmak değildir, anayasanın çizdiği sınırlar içinde bir savaş örgütü olmak ve ülke güvenliği ile savunmasını sağlamaktır.

Eğer, sivil toplum asker işini karıştıracaksak, sınır güvenliğini de AKUT’a havale etmemiz gerekir.

Dediğim gibi, böyle tavırları ve acı sonuçlarını yakın zaman önce gördük, aynı suda bir daha yıkanmanın anlamı yok.

Ama burada hükümete de bir hatırlatma yapmam gerektiğine inanıyorum.

Sivil siyasetin alanını daraltarak, giderek milliyetçi bir çizgi tutturarak, AB projesini boşlayarak çevrelerindeki demokratik ittifakı zayıflattılar.

Şimdi birbiri ardına komutanlar konuşmaya başlayınca AB akıllarına geldi.

Sayın Başbakan demokrasinin, sivilliği ile eleştiriye hoşgörüyle bir bütün oluşturduğunu sindirmeli.

Grupta dediği gibi, önüne bilgisayar koyanın hükümete, siyasete sallamasını kabul etmeli. Çünkü bu sallamalar sayesinde sistem ayakta kalıyor. Eğer o sallayanları 301’inci madde vasıtasıyla susturursa korksun. Çünkü asıl tehlike sivil eleştirinin, ne kadar seviyesiz ve basit olursa olsun, susmasıdır.

Kürt sorunundan inancın toplumdaki yerine kadar her alanda sivil siyaset tavır almaz, görüşünün ardında cesaretle durmazsa boşluğu başka güçler doldurur. Dikkat ederse iktidarına sallayanların sayısı giderek artıyor ve itiraf etmesi gerekir ki, iktidarını en çok rahatsız eden bu tavra karşı 301’in bir şey yapma olanağı yok.

Kabul edelim ki, burası da Almanya veya Fransa değil.

Bu ülkenin bir tarihi, otoriteye bağımlı bir toplum yapısı var.

Medyası da askeri otoriteye karşı biraz ürkek.

Bütün bunları hesaba katıp Türkiye’nin önünü de açabilirsiniz, yeni sıkıntıların önünü de...

Ama net bir şekilde görmeniz gereken bir gerçek var, artık herkese mavi boncuk dağıtarak yolunuza devam edemezsiniz.

Hepimiz şapkamızı önümüze koyup düşünelim.

Bugün askerin de şikâyet ettiği bir kısım gelişmelerin önünü 12 Eylül darbesi açtı. 12 Eylül’ü ve sivil siyasete yaptığı tahribatı hiç akıldan çıkarmayalım.

Son kertede de unutmayalım ki, demokrasiyi savunmak da cesaret ister.

Sabah, 27.9.2006

Ergun BABAHAN

28.09.2006


 

İrtica ve 301

Gündem ne kadar hareketli açıkçası kestiremiyorum. Bir yanda son elli yılda üç milyonuncu kez irtica tehdidine karşı uyarılmak harekete geçmem için bir neden teşkil etmiyor.

Bu benim için, annemin evden çıkarken, ‘dikkat et üşürsün’ demesinden daha farklı tınlamıyor. Üzgünüm ama konuyla ilgili duyarlılığımı yitirmiş durumdayım. Sürekli konuyla ilgili uyarılmam şu hastalıklı beyine ters etki yapmış durumda...

Öte yandan TCK 301 var.

Biliyorum pek kürek çekmediğim sular bunlar ama kaçmak imkansız gibi.

Bu sorunların sanırım geçtiğimiz yüz yılda çözülmüş olması gerekiyordu değil mi? Çözülemediği için de her daim karşınıza çıkıyor.

Olmayan bir özgürlüğüm var ve bu olmayan özgürlüğüme sahip çıkmam, tehditlere karşı uyanık olmam gerekiyormuş!..

(...)

Ve biz hala bir asır öncesinin dünyasında yaşamak için çaba sarf ediyoruz. O yüzden kafamız karışık, o yüzden asabiyiz, o yüzden kendimizi pek sevemiyoruz... Bu bakış açısı raf ömrünü tüketti.

Kapağı her açtığınızda bayat bir koku ortaya çıkıyor ve vatandaş duyarlılığı da doğal olarak azalıyor. Yani burnunuzu tıkamaya başlıyorsunuz.

Geçenlerde Japonya gezimle ilgili bir yazı kaleme almıştım. Galiba mizah adına biraz kantarın topuzu kaçmış. Resmen hafif tonlu hakaret etmişim.

Japonya Büyükelçiliği Basın Ataşeliği’nden bir e-mail geldi. Çok nazik ve çok hoşgörülü bir şekilde önyargılarımın ve belki de hakaretlerimin gerçeği yansıtmadığını söylüyorlardı. Çok neşeli bir serzenişti.

Peki bir Japon benim yazdığım tonda bir Türkiye izlenimi yazsaydı ne olurdu acaba?

Cevap veriyoruz: Katl-i vacip!

Hiç farkı yok...

301 sayesinde de çok adam ekmek yedi. Her iki taraftan da üstelik...

Ve gelin geçen yüzyılda yaşamaktan vazgeçelim artık.

Akşam, 27.9.2006

Mansur FORUTAN

28.09.2006


 

Orgeneral rütbesindeki militere bir soru

Son 80 yılda kaç yüz milyar dolarlık silah alındığı; son 80 yılda Hazine’den geçinmeli bürokratların iç ve dış gezileri için, kaç yüz milyar dolar harcandığı; son 80 yılda resmi araba alımlarına ve bakımlarına kaç yüz milyar dolar ödendiği açıklansaydı...

***

Ve orgeneral rütbesindeki bir militerimiz, dünkü gazetelerle birlikte Milliyet’te de yayımlanmış olan şu haberi okusaydı:

“1980 yılında Merter’deki evi önünde öldürülen eski DİSK başkanlarından Kemal Türkler’in, öldürüldüğünde 1.5 yaşında olan torunu Burç Akpınar, 26 yıldır bitmeyen davaya müdahil avukat olarak katıldı.”

***

Orgeneral rütbesindeki o militerimiz; bütçe yasalarından, Savunma Bakanlığı’na ayrılmış olan paylar yanında, Adalet Bakanlığı’na ayrılmış “binde 9” gibi mini minicik payların, sıradan vatandaşlara nelere mal olduğunu hiç düşünmez miydi?

Milliyet, 27.9.2006

Çetin ALTAN

28.09.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004