Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Onların hepsi kıyâmet gününde toplanıp huzurumuza getirileceklerdir.

Yâsin Sûresi: 32

06.10.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Gereğini yapmaya gücü yettiği halde öfkesini yutan kimsenin kalbini Allah güven ve imanla doldurur.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3746

06.10.2006


Ramazan tebrik ve duâları

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Hem mübarek Ramazanınızı, hem inşaallah hakkınızda bin ay kadar meyvedar leyle-i Kadrinizi, hem saadetli bayramınızı, hem çok kıymettar hizmetinizi bütün ruhumla tebrik ve tes’id ederim.

Kastamonu Lâhikası, s. 33

***

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Sizin leyle-i Berâtınızı ve gelecek Ramazanınızı tebrik eder ve bu gelecek leyle-i Kadri hakkınızda ve hakkımızda bin aydan daha hayırlı olmasını ve defter-i âmâlimize böyle geçmesini Cenâb-ı Haktan niyaz ediyoruz. Ve böylece, bayrama kadar “Allah’ım! Bu Ramazan’da Leyle-i Kadrimizi bize ve sadık Risâle-i Nur talebelerine bin aydan daha hayırlı kıl” duâsını etmeye niyet ettik.

Hem sizin iki mucizeli Kur’ân’ı bizlere bu mübarek aylarda göndermeniz, inşaallah o derece medâr-ı bereket ve sevap ve hasenat ve fütuhat olacak ki, hakkımızda bu Ramazanın herbir günü bir leyle-i Kadir hükmüne geçeceğini rahmet-i İlâhiyeden ümit ederiz.

Kastamonu Lâhikası, s. 62

***

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Bütün ruh u canımla mübarek Ramazanınızı tebrik ederim. Ve o mübarek şehirde ettiğiniz duâların, Cenâb-ı Hak yanında makbul olmasını Erhamürrâhimînden niyâz ederim.

Kastamonu Lâhikası, s. 65

***

Aziz, sıddık, mübarek, kahraman kardeşlerim,

Evvelâ: Bu mübarek Ramazan’da, iştirâk-i âmâl düstur-u esasiyle, herbir has kardeşimizin kırk bin dili bulunan bir melâike hükmünde, kırk bin dillerle, yani kardeşlerin adedince manevî dilleriyle ettikleri ve edecekleri duâlar, rahmet-i İlâhiye nezdinde makbul olmasını, o lisanlar adedince, Cenâb-ı Erhamürrâhimînden niyaz ediyoruz. Bu mahiyetteki Ramazan’ınızı tebrik ediyoruz.

Kastamonu Lâhikası, s. 65

***

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizin mübarek Ramazan-ı Şerifinizi tebrik ediyoruz. Cenâb-ı Erhamürrâhimîn bu Ramazan-ı Mübarekenin hürmetine, Rahmeten lil-Âlemîn olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ümmetine rahmetiyle imdat eylesin. Âmin. Âsâr-ı gadab-ı İlâhî olan âfât ve dalâletlerden muhafaza eylesin. Âmin. Ve Risâle-i Nur şakirtlerini neşr-i envâr-ı Kur’âniyede muvaffak eylesin. Âmin.

Kastamonu Lâhikası, s. 116

Bediüzzaman Said NURSİ

06.10.2006


Ahlâkî hayatta Ahiret inancının önceliği

—Dünden devam—

3- Bediüzzaman, Peygamberimizin (a.s.m.) gençliğinden itibaren taşıdığı “Muhammedü’l-Emîn” sıfatına da dikkati çekerek, insan ahlâkının inşasında her şeyden önce ve ona lâzım olan “doğruluk” üzerinde ısrarla durur ve küllî bir hakikatin, cüzleri ile münasebetini göstererek gerekçelerini açıklar. Doğruluğun, niçin içtimaî hayatımızın esası olduğunu, küfrün bütün çeşitleriyle yalan; imanın ise doğruluk olduğunu, bu sırra binaen doğruluk ve yalancılık arasında hadsiz bir mesafe olduğunu, şark ve garp kadar birbirinden uzak olması icap ettiğini, nâr ve nur gibi birbirine girmemesi lâzım geldiğini, doğruluğu içimizde ihya edip onunla manevî hastalıklarımızı tedavî etmemizin zaruri olduğunu, zihinlere kabul ettirecek bir mânâ genişliği ile beyan eder.

4- Bediüzzaman’ın insanların ahlâkî eğitimi mevzuunda yapılacak çalışmalar için üzerinde ehemmiyetle durup dikkat çektiği diğer mühim bir mevzu, fertlerde âhiret akîdesinin tesisine ve kuvvetlenmesine çalışmaktır. Ahiret akidesinin ruhî faydalarının ve içtimaî hayattaki müsbet neticelerinin pek çok olduğundan bahsederek buna dâir misaller verir ve insan hayatının, içtimaî hayatının, saadetinin ve kemalinin esasını ahiret akidesinin teşkil ettiğini belirtir. Bediüzzaman, bu mühim mevzuu Kur’ân-ı Kerim’in üçte birini teşkil eden haşir meselesi ile ilgili âyetlerden ve hadislerden süzülmüş mânâlar halinde aklî, mantıkî deliller göstererek gerekçeleriyle geniş bir şekilde açıklar. Bu açıklamalarında insan cemiyetlerindeki gençlerin, çocukların, ihtiyarların ve insan cemiyetlerinin en küçük birimi olan ailenin ahiret inancı yönünden durumlarını ayrı ayrı ele alır ve tahlil eder. Onun bu tahlillerini özetlersek:

a) İçtimaî hayatta dinamik unsur olan gençlerin şiddetli galeyana gelebilen hislerini, ifratkâr nefis ve arzularını, tecavüzlerden, zulümlerden, tahribattan koruyan ve içtimaî hayatın iyi cereyanını temin eden yalnız Cehennem fikri olabilir. Cehennem endişesi olmazsa, “El-hükmü li’l-galip” kaidesiyle, sarhoş delikanlılar, hevesleri peşinde zayıflara dünyayı cehenneme çevirebilirler ve yüksek insaniyeti gayet süflî bir hayvaniyete dönüştürebilirler.

b) Çocuklar, gayet mukavemetsiz olan ruhî mizaçlarında, ancak Cennet fikriyle bir ümit bulup, etraflarında kendileri gibi çocukların ve büyüklerin ölümleri karşısında tahammül gösterebilirler.

c) İhtiyarlar, ölüm ve yok olmak fikrinden gelen dehşetli yeise karşı, ancak dünyadaki ölümlerinden sonra, âhirette bâki hayata kavuşmak ümidiyle mukabele edebilirler.

d) Aile hayatının saadeti, hakikî hürmet ve samimî merhamete dayanır. Dünya hayatında evlilikle kısacık bir beraberlikten sonra ebedî bir ayrılığa uğrayan arkadaşlık, esassız, muvakkat, hayvan gibi bir cinsî rikkat, sun’î bir hürmet ve merhamet verebilir. Hayvanlarda olduğu gibi, başka menfaatler ve diğer galip hisler, o hürmet ve merhameti mağlûp edip, o dünya cennetini cehenneme çevirebilir.

Özetle verilen bu misâllerde görüldüğü gibi, âhiret akidesinin neticeleri insanlardan çıkınca, aslında çok yüksek ve mühim olan insaniyetin mahiyeti murdar bir ceset hükmüne dönüşebildiğinden, Bediüzzaman ahlâk mevzuunda cemiyet üzerinde müessir olmaya çalışılırken, insanın ferdî ve içtimaî hayatının, saadetinin, kemâlinin esasını teşkil eden âhiret akidesini, haşri, vicdanlarda ve şuurlarda yerleştirmeye çalışmanın önemine dikkati çeker.

5- Bediüzzaman, kâinatta dindarlık ile dinsizliğin Hz. Âdem (a.s.) zamanından beri cereyan edip geldiğini ve kıyamete kadar devam edeceğini belirterek, insanları dindarlık saflarına dâvet eder.

6- Dinsizliğe karşı dindarlığın bu zamanda takip edebileceği en selâmetli bir yol ve hareket tarzının, aynen ihtiyar bir annenin şefkatle evlâdını tehlikeden kurtarmak için yılmadan ve hiç vazgeçmeden fedakârane didinmesi gibi, akılları tenvîr ve kalpleri mutmaîn etmek için yılmadan feragatle ve şefkatle yapılacak “nuranî bir müdafaa” olabileceğini söyler.

7- Felsefe-i tabiiyenin karanlık fikirleriyle, medeniyetin kötülüklerini iyilik zannederek insanlık âlemini sefahate ve dalâlete sevk eden Avrupa’nın bozuk kısmının tesiri altında, bütün dünyanın ve bilhassa İslâm âleminin ekser yerlerinde dinin, çeşitli tazyikler altında tutulmakta veya ihmâle uğramakta olduğuna dikkati çeker.

8- Buna rağmen, dindarların, zalim düşmanlarına ve dinde alâkasızlara karşı her çareye başvurarak haklarını müdafaa ve hâkimiyetlerini idame ettirmek ve dinde alâkasızlığı kırmak için, aynen zalimlerin tarzında, izafî adaletle iktifa, siyaset topuzuyla hareket ve menfî bir şekilde maddî ve manevî tahripten kaçınmayarak boğuşmaya atılmalarının; çekici, fakat pek tehlikeli, gürültülü ve korkulu olup kazanç ihtimâli az, fakat zarar ihtimâli pek fazla bir yol olduğunu ve bundan sakınılması gerektiğini belirtir.

–Devam edecek–

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

06.10.2006


Şehîd

Allah (c.c.), Şâhid’dir, Şehîd’dir. Yani Cenâb-ı Allah her hâdiseye nazar eden, her şeyi aynı anda gören, bütün kâinatı bir anda müşâhedesi altında bulundurandır. Cenâb-ı Allah her yerde hâzır ve nâzırdır. Bütün kullarının bütün fiillerinden her an haberdardır. Her an, her şeyi görür, işitir ve bilir. Her zaman her şeye müşâhittir, şâhittir ve tanıktır. Her duâyı anında işitir ve cevap verir. Kâinatta her şey Cenâb-ı Allah’ın müşâhedesi altında ve görüş sahası içindedir. Her şeyin en iyi tanığı ve şâhidi Allah Teâlâdır. Hiçbir şey Onun görüş sahasının haricinde değildir.

Şâhid ve bunun mübalağa şekli olan Şehîd ismini Peygamber Efendimiz (a.s.m) bildirmiştir. Bunlardan Şehîd şekli Kur’ân’da da geçmiştir.

İlgili âyetlerden bir kaçı şöyledir:

“Göklerin ve yerin mülkü Onundur. Allah her şey üzerinde Şehîd’dir. (Her şeyi görür.)”1 “Muhakkak Allah, her şeye karşı hakkıyla Şehîd’dir (Şâhid’dir).”2 “Allah sana bilerek indirdiğine şâhitlik eder. Melekler de şâhitlik eder. Allah Şehîd (Şâhid) olarak kâfidir.”3

Bediüzzaman, Cenâb-ı Hakkın bütün eşyayı birden gördüğünü ve ezel-ebed ortasında bütün hakikatleri bir anda müşâhede ettiğini kaydeder.4

Bedîüzzaman’a göre, en yüksek hilkat neticesi, Kendi san’atını Kendisi temâşâ etmek isteyen, Kendi güzel yaratışını Kendisi müşâhede etmek dileyen, Kendi isimlerinin cilvelerinin güzelliklerini aynalarda Kendisi seyretmek isteyen Fâtır-ı Zülcelâlin yüksek nazarına görünmek ve mazhar olmaktır.5 Cenâb-ı Hak Şâhid ve Âlim-i Bâkîdir. Öyle ise, sevgililer dünyadan gittikleri zaman kederlenmemelidir. Çünkü onlar, yok olmuş değillerdir. Onların vücutları ve varlıkları, sonsuz müşâhede sahibi Zâtın, yani Cenab-ı Hakkın ilim ve nazar dâiresinde devam etmektedir.6

Ezelin, mâzi silsilesinin bir ucu olmadığını belirten Bedîüzzaman, “ezel” tâbiriyle, Cenâb-ı Hakkın mâzi, hal ve müstakbel olmak üzere tüm zamanları birden tutuşunun, tüm zamanlara, tüm mekânlara ve tüm olaylara, her an, zaman ve mekân dışından ve yüksekten bakışının kastedildiğini kaydeder. Bedîüzzaman’a göre ezelî ilim makâmı, en yüksek görüş ufkundan bakan, ezelden ebede kadar olmuş ve olacak her şeyi birden gören, ihâta eden ve müşâhede eden bir yüksek makamdır.7 Cenâb-ı Hakkın bu umûmî teveccühünden ve müşâhedesinden hiçbir şey saklanamaz, hiçbir şey gizlenemez, hiçbir fert uzak kalamaz; Ona hiçbir iş ağır gelmez.8

Cenâb-ı Hakkın cemî eşyayı birden gördüğünü ve ezel ve ebed ortasında bütün hakikatleri bir anda müşâhede ettiğini9 beyan eden Bedîüzzaman Saîd Nursî’ye göre, Cenâb-ı Allah’ın hadsiz bir ilimle sıfatlarının tecellîsinden hiçbir şey saklanamaz, fiillerinin birlik sırrı içinde tasarrufundan hiçbir şey gizlenemez, hiçbir birim uzak kalamaz. Celîl-i Zülcemâl ve Cemîl-i Zülkemâl her şeye gayet yakındır; her şey ise Ondan gayet uzaktır.10

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, baharın her bir günü ve her bir haftası bitkiler ve hayvanlar sınıfının birer bayramı hükmündedir. Bahar günlerinde her bir bitki ve her bir hayvan, sultanlarının kendilerine ihsan ettiği hediyeleri zevkle teşhir etmektedirler. Bunun için her bir bitki ve canlı birer resm-i geçit tarzında gelip geçerek Sultan-ı Ezelî olan Cenâb-ı Allah’ın yüksek görüşüne ve ulvî nazarına kendilerini arz etmektedirler.11

Bedîüzzaman’a göre, her bir mahlûkun ve her bir canlının en büyük varlık sebebi, yaratılışının gayesi ve neticesi, Fâtır-ı Zülcelâlin nazar-ı şuhuduna görünmek ve mazhar olmaktır. Yani Cenâb-ı Hakkın san’atının kemâlâtını, isimlerinin nakışlarını, hikmetinin süslemelerini ve rahmetinin hediyelerini yine Cenâb-ı Hakkın nazarına arz etmek, Cenâb-ı Hakkın cemâl ve kemâline bir âyine olmaktır.12 Çünkü Fâtır-ı Zülcelâl, Kendi san’atını önce Kendisi temâşâ etmekte, Kendi güzel eserlerini önce Kendisi müşâhede etmekte ve Kendi isimlerinin cilvelerinin güzelliklerini önce Kendisi görmektedir.13

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, Cenab-ı Hakkın nazarına ve müşâhedesine mazhar oluşun idrâkinde olarak ve Ona îmân etmiş olarak bir “an” yaşamak, milyonlar sene Onu tanımadan yaşamaya bedeldir.14

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

Dipnotlar:

1- Buruc Sûresi: 9; 2- Nisa Sûresi: 33; 3- Nisa Sûresi: 166; 4- Sözler, s. 401; 5- Şualar, s. 19; 6- A.g.e., s. 82; 7- Sözler, s. 430; 8- A.g.e., s. 179; 9- A.g.e., s. 401; 10- Sözler, s. 179; 11- A.g.e., s. 56; 12- Mektubat, s. 278; 13- Şuâlar, s. 19; 14- Mektubat, s. 280

06.10.2006


Münâcâtü'l-Kur'ân

LOKMAN

1. Ey gizli açık nîmetlerini bizlere bolca ihsan eden! (20)

2. Ey az bir zaman kâfiri nîmetlendiren, sonra da ağır bir azaba sürükleyen! (24)

3. Ey Kıyâmet hakkında bilgi ancak kendi katında olan, yağmuru yağdıran ve rahimlerde bulunanı bilen! (34)

06.10.2006


Risâle-i Nur’u okudukça...

Evet, Risâle-i Nur’u okudukça, Kur’ân nuru içinize dolacak, o Kur’ânî hakikatlar aklınızı ve kalbinizi tenvir edecek ve imanınızı inkişaf ettirip kuvvetlendirecektir. Nur Risâlelerini okudukça İlâhî bir feyiz, ruh ve mâneviyat âleminizi kaplayacaktır. Hayatta, sizlere büyük bir huzur ve saadetin refahı içinde yaşayabilmenin kapıları açılacaktır. Dünyanın bir âhiret mezraası olduğunu ve bu fâni dünyaya, ebedî bir hayatın kazanılması için geldiğinizi bu eserlerden öğrenecek ve bu iman cihetinden dünyanın cennetten daha zevkli olduğunu hissedeceksiniz. İşte böyle sonsuz ve mânevî bir şevk ve aşkla dünyayı, şu geçici hayat için değil, ebedî bir hayatı ve bâkî bir saadeti kazanmak için seveceksiniz.

Hem namaz kılmanın ve ibadetin büyük ve kudsî bir zevk olduğunu bir kat daha anlayacaksınız. Namazda Rabb-i Rahîmimizin, Allah’ımızın huzurunda durmaktan o kadar derin ve ilâhî bir zevk duymaya başlayacaksınız ki; namazsız geçen günleriniz ıztırap ve sıkıntılarla dolacak; en sevinçli, en mesut anlarınızı Allah’a ibadet ve taatta bulacaksınız.

06.10.2006


Değnek kılıç oldu

Bir menba-ı garaip olan gazve-i kübrâ-yı Bedir’de, Ukkâşe ibni’l-Muhassını’l-Esedî’nin müşriklerle döğüşürken kılıcı kırıldı. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, ona, kılıca mukabil, kalınca bir değnek verdi. Dedi: “Bununla harb et.” Birden, değnek, biiznillâh, uzun, beyaz bir kılıç oldu. Onunla harb etti. Hayatı miktarınca, tâ Yemâme harbinde şehid oluncaya kadar boynunda taşıdı.

Şu hâdise katîdir. Çünkü Ukkâşe bütün hayatında onunla iftihar etmiş ve o kılıç “el-avn”* namıyla meşhur olmuş. İşte, Hazret-i Ukkâşe’nin iftiharı ve kılıcın “avn” nâmıyla, kılıçların fevkinde iştiharı, şu hadisenin iki hüccetidir.

* el-avn: Yardım, yardımcı.

Mektubat, s. 138

06.10.2006


Dörtlük

Âlemin Efendisi, Rahmet Peygamberisin.

Mü’minlerin her zaman, her yerde rehberisin.

Rabbim “Habibim” demiş, ey gönlümün sultanı

İsmet sıfatı sahibi, günahlardan berîsin

Abdülkadir MENEK

06.10.2006


Takvim

Akşama bekler ezanı

Dudaklardan ezan sesi

Bismillah sofra kuruldu

On üç gün kalpler huzurlu

Celal YALÇIN

06.10.2006


Hayat, dört duvarı aynadan bir yapı...

Hayat, bize tüm ayrıntılarımızı gösteren bir endam aynası aslında... Bu öyle bir ayna ki, acımasızca her sırrı ifşa eder; görülmezi gösterir, detaylarda boğdurur insanı. Boğulmayanlarsa, bu hayat aynasının kırılabilir bir özelliğe sahip olduğunu fark edenler yalnızca…

Aynalar, ah aynalar…

Dört duvarı da aynadan yapılmış küçük ve dar bir odada yaşadığınızı düşünün! Bu daracık oda, aynalar sayesinde, size bir şehir gibi geniş gelecektir. Ancak bu sanal genişliğe aldanıp da başınızı hafifçe kımıldatsanız başınızı bu cam duvara vurup kanatabilir; odanın ne kadar dar, genişliğinin ise ne kadar sanal olduğunu anlarsınız. İşte bu hayat da, gerçekte oldukça kısa olduğu halde, insan beynine yerleştirilen hayal, vehim ve gayret aynalarıyla sanal bir uzunluk sunar bize. Ne zaman başımızı kımıldatırsak, o zaman bu hayatın dar ve kısa olduğunu anlarız. Başımızdaki hayalin uçtuğunu, uykumuzun kaçtığını fark ederiz hemen. Hatta o geniş zannettiğimiz dünyanın kabirden daha dar, incecik köprüden daha müsaadesiz olduğunu, ömrümüzün şimşekten daha hızlı ve çabuk geçtiğini; hayatımızın ise bir ırmaktan daha hızlı aktığını o zaman fark ederiz. Çünkü hayatı enlemesine ya da diklemesine yaşarız çoğu kez. Uzun yaşamak hepimizin arzusudur meselâ. Oysa bu bizim elimizde mi? Elimizde olan, derinlemesine yaşamaktır. Hayatı, yaşadığın “an” bilmektir; her “ân”ı birer “anı” olacak kadar derin yaşamak; sevgiyle, muhabbetle yaşamak; hayat duvarının aynalarını buğulandırmadan yaşamak.

“Şimdi”nin gücünü fark edin!

Hayat duvarına ışıklar yansır zaman zaman. Aynalar yansıtır birbirine bu ışıkları. İnsan o anda yakalamalı bu ışıkları. Karanlığa küsmek yerine tutmalı ışık haytlarını. Çünkü belki de bir daha yansımayacak o ışık. O gün son yansıyan ışık olacak kimbilir. Şimdinin sunduğu bu fırsatı sonraya bırakmadan kullan. Çünkü şimdi varsın. Şimdi güçlüsün. Şimdi düşünüyorsun. Şimdi seninle o. Ya sonra? Kimbilir belki hayatta olmayacaksın. Belki gücün kalmayacak tutman için. Işıkları görecek güçlü gözlerin olmayacak. Ferleri sönecek gözlerinin. Işığın geldiğini göremeyebilirsin sonra. Kulakların duymayacak sonra. Fırsatların birer birer elinden gittiğini gördükçe hayıflanacaksın ışığı neden daha önce tutmadığına. Çünkü fırsatların kazasının olmadığını bir bir anlayacaksın!

O halde, gel! Fırsatı değerlendir! Hayatı yaşadığın an bil! Provası olmayan hayatta hoş bir sâdâ bırakarak git. Aziz olarak ayrıl bu dünyadan. Tıpkı bu şehirden ayrıldığın gibi, bu dünyadan da aziz olarak ayrıl. Minnetsiz, sade ve vazifesini yerine getirmiş bir eda ile el salla geride kalanlara. Doğduğunda sen ağlarken herkes gülüyordu. Öyle bir hayat sür ki, öldüğünde onlar ağlarken sen gülesin!

Bugünü bir kelebeğin öyküsü ile bitirelim:

Bir ilkbahar sabahıydı. Güneş, pırıl pırıl altın ışıklarını yeryüzüne yolluyordu.

Bu ışınları gören kozalardan o sabah beyaz bir kelebek çıktı. Çok büyük ve tül gibi ince bembeyaz kanatları vardı. Birden kendini bir bahçenin çiçekleri arasında buldu. Önce keşif uçuşuna çıkıp bahçeyi dolaştı. Sonra dinlenmek için kırmızı bir güle kondu. Dinlenirken, kanatlarını dikleştirip birleştirmişti. Etrafına baktı. Doyasıya yeşilliğe daldı, saatlerce seyretti.

Dinlenmişti. Şimdi dolaşma vaktiydi, yaşamalıydı, önünde uzun zamanı vardı. Ağaçlara uçtu. Çiçeklere kondu. Mutluydu, özgürdü. Herkes ona bakıp “Ne güzel yaratılmış” diyordu. Akşama kadar çiçekten çiçeğe, daldan dala uçup durdu. Güneş batarken bir garip his kapladı içini, artık öğrenmişti.

Sadece bir günlük olan ömrü bitmişti. Son bir kez etrafına baktı. Batan güneşe daldı. Ve bir daha hiç uyanmadı.

Teklif: Hayat böyle bir şey işte! Camı kırmadan yaşamaktır büyük ustalık!

B. Sait ÇİFTÇİ

06.10.2006


Doğruluk

Bu zamanda en önemli meselelerden biri doğru olmaktır. Doğruluk; hareketlerde, davranışlarda, sözlerde Allah’ın istediği gibi olmaktır. Doğruluk sözün ve hareketlerin uyum içinde olmasıdır.

“Doğruluk insanı iyiliğe, iyilik de insanı Cennete götürür” buyuruyor Peygamberimiz (a.s.m).

İnsan konuşmasıyla, davranışlarıyla doğru olduğu zaman hem kendi mutlu olur, hem de etrafındaki insanları mutlu eder ve onların güvenini kazanır.

Doğruluğun kaynağı ise yüksek imandır. İman ne kadar güçlü olursa, doğruluk da o derece yaygınlaşır.

Bu zamanda sözden ziyade güzel davranış insanlara daha etkili olur. O bakımdan “Lisan-ı hâl lisan-ı kalden daha üstündür” demişlerdir. Büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretleri şöyle der: “Eğer biz doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc (İslâmiyete) dâhil olacaklardır.”

Evet kısaca bizlere düşen görev; Kur’ân’ın doğru ahlâkını hareketlerimize yansıtmak…

Mehmet ERBAŞ

06.10.2006


Yâsîn Sûresi ile verilen cevap

Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinden Ubey bin Halef, Amr bin Hişam (Ebû Cehil), Âs bin Vâil ve Velid bin Muğire, öldükten sonra dirilmenin imkânsızlığını aralarında konuştular. Dediler ki: “Öldükten sonra dirilmiş hiçbir kimse yoktur. Ahirette dirilme meselesi de Muhammed’in uydurmasıdır. Muhammed bununla insanları korkutarak kendisine bağlamak istiyor. Bunun için de ‘Allah ölüleri diriltecek ve konuşturacak’ deyip duruyor. Lât ve Uzza’ya yemin olsun ki biz gideceğiz, kendisi ile tartışacağız ve ona galebe çalacağız ve bu iddiasını çürüteceğiz.”1

Beraberce Peygamberimizin (asm) yanına geldiler. Âs bin Vâil eline çürümüş bir kemik parçasını alır ve parmakları arasında ufalayarak şöyle dedi: “Yâ Muhammed! Bu kemiklerin böyle çürümesinden sonra tekrar onun dirileceğini mi söylüyorsun?”

Peygamberimiz (asm): “Evet! Allah seni de öldürecek, sonra diriltecek ve Cehennemine sokacaktır” dedi.2

Onlar “Böyle saçmalık olmaz!” dediler ve dönüp gittiler. Sonra da “Biz Muhammed’e gittik ve böyle böyle dedik. O da bize cevap veremedi” diyerek bire on katıp anlattılar ve bu haberi tüm Mekke’ye yaydılar. Gençlerin kafasına imansızlık tohumları ektiler ve Müslümanlara karşı kışkırttılar.

Bu olay üzerine Yasin Sûresi nazil oldu. Sûrenin bir bölümünde şöyle buyrulur:

“Ey Resûlüm! Onların sözleri seni üzmesin. Biz onların konuşmalarını da, kalplerinde gizledikleri niyetlerini de çok iyi bilmekteyiz. Görmedin mi o azgını ki biz onu bir damla sudan yarattık da sonra bize apaçık bir düşman kesiliverdi. Kendi yaratılışını unuttu da bize misâl getirmeye kalkıştı. ‘Çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ dedi.

“Ey Resûlüm sen de ki: ‘Onu yoktan ilk önce kim yarattı ise o diriltecek.’ O her şeyi hakkı ile bilerek yaratandır. O Allah sizin için yaş ve yeşil ağaçtan ateş çıkarır da, onun ile ısınır ve yemeklerinizi pişirirsiniz. Ummadığınız şeylerden hiç beklemediğiniz şeyleri yaratan Allah, elbette sizi yoktan yaratmıştır ve o Allah sizi tekrar diriltecektir. Gökleri ve yeri yaratan onların benzerini tekrar yaratamaz mı? Elbette yaratır. O her şeyi kudreti ile yaratan ve her şeyi hakkıyla bilendir.

“Bir şeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol!’ demektir; o da oluverir. Şanı ne yücedir Onun ki, her şeyin hüküm ve tasarrufu elindedir. Siz de ona döneceksiniz.”3

Peygamberimiz (asm) sûrenin nazil olması ile çok sevindi. Hemen yanında bulunan Hz. Ali’yi (ra) göndererek Müslümanların gizli olarak “Dâr-ı Erkam”a gelmelerini sağladı. Onlara nazil olan sûreyi güzelce okudu. Vahiy kâtiplerine yazdırdı. Sonra sahabelerin “Acaba Peygamberimiz (asm) bu sûre ile ilgili olarak ne açıklamalarda bulunacak?” şeklindeki meraklı bakışları içinde olduğunu görerek söze başladı:

“Benim Kur’ân’da yedi ismim vardır. Muhammed, Ahmed, Yasin, Tâhâ, Müddessir, Müzzemmil ve Abdullah”4 “Kim gece, nazil olan bu Yasin Sûresini okursa sabaha affedilmiş olarak çıkar. Her şeyin bir kalbi vardır. Kur’ân’ın kalbi de Yasin Sûresidir. Kim Allah rızası için Yasin okursa mutlaka affolunur. Hastalarınızın yanında Yasin okuyunuz, şayet ölürse Allah her harfine mukabil on melâike indirerek o kişinin cenazesine katılırlar. Saf halinde cenâze namazını kılarlar ve ölüye istiğfarda bulunurlar. Defin olunana kadar da yanından ayrılmazlar”5 buyurdu. Sonra “Allah-u Teâlâ mahlûkatı yaratmadan bin yıl önce Yâsin Sûresini okudu. Melekler bu sûreyi duyunca ‘Müjdeler olsun bu sûrenin nâzil olacağı ümmete! Müjdeler olsun bu sûreyi ezberleyenlere! Müjdeler olsun bu Kur’ân’ı okuyan dillere!’ diyerek Yâsin Sûresini okuyanları tebşir etmişlerdir” buyurdu.6

Sahabeler birkaç gün içinde Yasin Sûresini ezberlediler. Yakınlarına ve çocuklarına okudular. Peygamberimiz de(asm) Kâbe’ye giderek müşriklerin ileri gelenlerinin toplandığı makamda kendisine soru sormak için gelen Âs bin Vâil ve diğerlerine sorunuzun cevabı diyerek Yasin Sûresini okudu. Onlar da seslerini çıkarmadan dinlediler ve hiçbir şey diyemediler.

Dipnotlar:

1- Zemahşerî, Keşşaf, 3:331

2- İbn-i Hişam, Sire, 1:987; F. Râzi, Tefsir-i Kebir, 26:107; Suyuti, Dürrü’l-Mensur, 5:270; Zemahşeri, Keşşaf, 3:331

3- Yasin Sûresi: 76-83

4- Tefsir-i Tıbyan, Yasin Tefsiri, 4:6

5- Tefsir-i Tıbyan, 4.21

6- Gazâlî, İhya, 1:774

M. Ali KAYA

06.10.2006


Takvim

On üç gündür orucuz,

Kim demiş, Cennet ucuz.

Bu ay rahmet ayı,

Onun şefkati sonsuz.

Ferhat ÖĞMEN

06.10.2006


Bir’e kölelik, bine kölelikten kurtarır!

Oruç tutan insan bilir ki:

Tevhid nazarı ile bakış, ferdin sosyal yaşantı içindeki davranışlarının da merkezinde yer almalıdır. Mânâ-i harfî ile algılanan bir dünyada bütün davranışların ve kabullerin merkezinde İlâhî murad ve semavî hükümler yer alıyor. Bu da ferdi baskı ve zulümlerden kurtaran fikri, irfanı ve vicdanı hür bir konuma getiriyor. Bu, değerlerinden hiçbir şekilde taviz vermeyen ve rızık endişesi, maişet derdi olmayan, Rabbi’ne tam dayanmış ve tüm işlerinde O’nu vekil kılmış ideal birey psikolojisi olmalı.

Yeni dünya düzeninde ise, köleliğin şekli de farklı bir hale bürünüyor ve insanlar çoğu zaman farkında olmadan ve adı konmadan kölelik yaşıyorlar. Ücret, makam, daha iyi bir sosyal statü ve bunların kaybından korku ile ferdler kendi istedikleri gibi değil, bunları sağladığı düşünülen odakların istedikleri gibi yaşıyorlar. Bu hal en basit memurları bile içinde bulundukları ortamda müstebitler haline getiriyor. Bir rektör, bir vali ya da bir general kanuna uymayan hallerde bile yaptırımı olan bir konumda olabiliyor. Bu durumda hukukun, genel insanî değerlerin değil şahsî iradelerin uygulamalara yansıdığı ve bu uygulamalara maruz fertlerin modern kölelere dönüştüğü bir düzen ortaya çıkıyor. İşten atılmak, makamından olmak ya da hapse atılmak gibi korkularla amirinin hukuk dışı emirlerine de uymak durumunda kalan memurlar ya da vatandaşlar aslında bir tür kölelik ruhu ile yaşıyorlar.

Kölelik sisteminin oluşabilmesi tek başına insanları köleleştirmek isteyen müstebitlerin varlığı ile mümkün olmamalıdır. Bununla birlikte köleliği kabullenmiş ya da farklı endişelerle karşısında duramayan köle ruhlu insanlara da ihtiyaç vardır. Padişahı kanun namına hareket ettiği için değil de makamından dolayı padişah olarak tanıyan ve kanun dışı hallerini haydutluk olarak algılamayan fıtratlar ancak köleliğe lâyık olmalıdırlar. Temel değerlerin haktan ve onun sosyal düzene yansıması olan hukuktan kaynaklanmadığı her hal ve her tavır, özünde istibdadın ve köleliğin yaşandığı bir zemin olarak kabul edilmelidir.

Oruç haliyle insan anlar ki, yalnızca Rabbi’ne köledir. En temel ihtiyacı olan rızık dahi O’nun emri ve izni dairesinde gerçekleşmektedir. O’na köle olmak ise, başkalarının köleliğinden kurtulmak için en etkili yoldur. İnsan iftar sofrasında anlar ki, rızkı veren Allah’tır ve razı edilmesi gereken sadece O’dur. İşten atılma, maişet derdi gibi endişelerle Allah’ın rızasına uymayacak haller mazur görülmez. İftar sofrasında bunu ruhunun tâ derinliklerinde hissetmeli ve asıl rızkı Vereni bulmakla iktidarların ve sebeplerin köleliğinden ruhen kurtulmalıdır. Bu anlamda Ramazan aynı zamanda kölelik zincirlerini özde kırma anıdır.

Hakan YALMAN

06.10.2006


Sahur sonrası lezzeti

Buralarda iftar erken oluyor.

Buralarda iftarla birlikte gün erken bitiyor.

Mesaisi iftara yakın bitenlere, evine koşup iftar sofrası hazırlamak için vakit bulamayanlara ‘Keşke azıcık daha geç okunsa ezan’ diyenlere rağmen ellerimiz lokmalara erken uzanıyor.

Haliyle erken yediğimiz akşam yemekleri ile sahur sofraları arasında geçen zaman batı illerimize göre daha uzun gibi geliyor insana.

Çünkü günümüz insanı için akşam saatleri genellikle televizyon programlarına göre ayarlandığından, haberler bittiğinde sanki vakit gece yarısına gelmiş gibi hissediyorum.

Mutfağı ayarlamak, sahur sofralarında yenecek mönüyü hazırlamak derken uyku vakti geliyor.

Birkaç saatlik uykunun ardından çalan saat alarmı ile mutfağa koşarken bir yandan da bizimkileri uyandırıyorum. Çay demlenme kıvamına gelinceye kadar gençlerin odalarıyla mutfak arasında bir iki kez gidip geliyorum.

Ahenkli sesler duyuluyor camilerden.

Kur’ân ayının meşalesi yanıyor camilerde.

İlâhî kelâm terennüm ediliyor o mekânlarda.

Sabah namazı hazırlıkları da bitip koltukta otururken perdesi açık pencereden dışarı bakıyorum.

Gün öyle güzel, gece o kadar sırlı bitiyor ki, tarifi imkânsız gibi.

Hayret ediyorum…

Kuşlar niye bu kadar güzel ötüyorlar, dallar niye bu kadar tatlı salınıyor diye.

Gönül dilsiz bir çağlayan gibi ufuklara doğru akmakta…

Ağrı Dağının vakur duruşuna bakılmamalı, içinde ne fırtınalar saklamakta… Kimbilir?

Tepesindeki bulutların dinmeyen çabasına benzer gayretlerle insan olmak yolunda kemâle ermek zamanı diye bakıyorum bu vakitlere.

Sahur sonrası lezzet bir parmak bal gibi…

Namaz vaktini beklerken sanıyorum ki, kutlu bir buluşmanın eşiğindeyim.

Unutulmuş bu şehrin kıyısında, bir sahur vakti sonrasını yaşarken, bakir duyguların daha çok yaşandığını düşünüp azıcık da mutlu oluyorum.

Büyük şehirlerin beni korkutan keşmekeşliğinde, birbirlerini arayıp sormama veya soramama perdesini aralamanın beyhûdeliğine sığınanları düşünüp, illâ ki onlar adına üzülüyorum.

‘Sana ne’ denilmeli belki de bu düşüncelerime…

‘Bana ne’ diyememenin azabını hep çektim, bundan sonra çekeceğimden maada…

Sonu gelmez düşünce halkalarıma bir yenisi değil, aynılarından takıp, seher vaktinin en güzel düşüncelerine dalmama çengel atan kapı gıcırtısıyla kendime gelip seccademe uzanıyorum.

Allah’ım!

Yüreğinde sevgi olan, az biraz merhametle yoğrulan kullarından eyle diye duâlar ediyorum.

Mayası muhabbetle yoğrulandan kimseye zarar mı gelir?

En evvelâ da kendime faydası var.

Gönül toprağında çiçekler büyütmek yerine, niçin kin, kıskançlık, ard niyet besleyeyim ki?

Bu günlük bunlar taştı gönül pınarımdan.

Bu günlük Ramazan duygularım, yoğun ve yorgun geçen bir günün ardından, sahur vaktinin dinginliğinde bunları yaşamayı ve sizlerle paylaşmayı seçtim.

Her biten gecenin sabahı aydınlık olurmuş ya…

Bu gece zaten aydınlık mı aydınlıktı ama, iki mânâlı şafak yaşamanın tadını her zaman yakalayamıyor insan.

Sahur sonrası vakitlerde arada bir balkona çıkın, ya da cama uzanıp etrafa bir bakın.

Mevsimsiz yaşanan onca zevklerin ötesinde bir şey bu tatlar.

Mânâ âlemlerinden gelen, arştan ferşe, zeminden göklere yükselen iman tablolarının sergisi gibi adeta.

Yakalayabilene, seyredene ve gezebilene ne mutlu.

Hülya YAKUT

06.10.2006


Fotoğrafların dili

Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zâyi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat, bir uykudur; bir rüyâ gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider.

Bediüzzaman, Sözler, s. 193

İbrahim KILIÇ

06.10.2006


Oruçlu için neler mekruhtur?

Oruçlu iken; gerek orucun sıhhati açısından, gerek ibadet ruhuna uygun düşmemesi açısından yapılması hoş olmayan mekruh davranışlar vardır. Bu davranışlar orucu bozmazlar, fakat orucu bozma tehlikesi taşıyabilirler.

Bu davranışlar özetle şunlardır:

1. Oruçlu iken ağza ve burna fazla su vermek, ağzını su ile doldurmak veya ağzında suyu bekletmek mekruhtur. Çünkü burada boğaza su kaçma tehlikesi vardır. Su kaçarsa oruç bozulur.

2. Oruçlu iken ıslatılmış misvak kullanmak veya diş fırçalamak da boğaza su veya madde kaçma tehlikesinden dolayı mekruh sayılmıştır. Ancak dikkat etmek ve boğaza hiçbir şey kaçırmamak şartıyla misvak kullanılabilir, diş fırçalanabilir. Bu kerâhetten sakınmak için en iyisi gerekli diş ve ağız temizliğini sahurda yapmalıdır.

3. Kadının yemeğin tadına bakması, alışveriş yapan birisinin alacağı gıda maddesinin tadına bakması, bozmak tehlikesine çok yaklaşıldığı için mekruhtur. Ama mecburiyet hâsıl olursa yutmamaya özen gösterilerek bakılabilir. Yutulursa oruç bozulur.

4. Eğer halsiz düşeceğinden korkarsa oruçlunun kan aldırması mekruhtur. Ancak kendisini güçlü ve dirençli hissediyor ve halsiz düşmeyeceğine güveniyor ise kan aldırabilir.

5. Yıkanmak, temizlenmek, güzel koku sürünmek ve güzel koku koklamak mekruh değildir. Ancak suya giren birisi, ağız, burun veya kulak yoluyla boğazına su kaçırmamaya özen göstermelidir.

6. Oruçlu iken hanımı ile şehveti artıracak ölçüde oynaşmak mekruhtur.

7. İftarı sebepsiz olarak geciktirmek mekruhtur.

8. Oruçlu iken tükürüğünü ağızda biriktirip yutmak mekruhtur.

9. Gece ihtilâm olan bir kimse mümkünse gece yıkanmalıdır. Buna imkân bulamaz ise, sahurdan sonra da yıkanabilir. Fakat bilerek geciktirmemelidir.

Süleyman KÖSMENE

06.10.2006


Yürüme âdâbı

Yolda, çarşıda yürümek bile insanın kişiliği için ölçü olabilir. Kur’ân-ı Kerim’de, büyüklük taslayarak yürüme yasaklanmaktadır:

“Yeryüzünde şımarıklık taslayarak yürüme. Çünkü sen ne yeri delebilirsin ve ne de boyca dağlara erebilirsin.”1

“Allah’ın has kulları onlardır ki, yeryüzünde sükûnetle, vakarla yürürler.”2

“İnsanlardan büyüklük taslayarak yüzünü çevirme, yeryüzünde çalımlı çalımlı yürüme. Şüphesiz ki Allah, her böbürlenen kendini beğenmişi sevmez.”3

Cenâb-ı Hak nasıl yürünmeyeceğini belirtirken, ne şekilde yürümek gerektiğini de ifade etmektedir:

“Yürüyüşünde mutedil ol, sesini alçalt…”4

Hz. Lokman’ın (a.s.) oğluna yaptığı tavsiyelerde de bu konuya yer verilmektedir:

“Yavrucuğum, böbürlenip çalımlı yürüme. Yolda yürürken, ne çok acele et, ne de ağır davran. Bu ikisi arasında ortalama bir ölçüyle yürü.”

Kur’ân-ı Kerim’in en iyi uygulayıcısı, şüphesiz, Peygamber Efendimiz’dir (asm). Ebû Hureyre şöyle anlatır: “Resûlullah (asm), ayağının bütünü ile yere basardı, ayağında boşluk olmazdı. Bütün vücudu ile öne döner ve bütün vücudu ile geri dönerdi. Ne ondan önce, ne de ondan sonra O’nun gibisini (güzellikte) görmedim.”5

Hanımlara da özel bir tavsiye vardır. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Peygamberin (asm) hanımlarına şöyle buyurur: “Evlerinizde (vakar ile) oturun. Evvelki cahiliyet devri kadınlarının kırıla döküle, süslerini göstere göstere yürüyüşü gibi yürümeyin.”6

Bu emirlerin sadece Allah Resûlünün hanımlarına ait olması düşünülemez. Onlar, mü’minlerin anneleri oldukları halde böyle olmaları istenirse, diğer Müslüman hanımlarından herhalde öncelikle istenir.

Grup halinde yürümelerde, bir kişinin önden veya arkadan yürümesi arkadaşları arasında tenkit sebebi olabilir. Devamlı önde yürümeyi gurura yükleyen, arkadan gelmeyi de yakınlarını kontrol eden bir göze bağlayanlar çıkabilir. Bu meselede Peygamberimizin (asm) uygulaması ortadadır. Sahabelerin arasında yürür, alçak gönüllülüğünü gösterirdi.

Uzun yola çıkacak kişilere de Peygamber Efendimiz (asm), şu tavsiyede bulunur: “Üç kişi yolculuğa çıktıkları vakit içlerinden birini başkan seçsinler.”7

Dinimiz yol hakkına da çok değer vermektedir. Yolların lüzumsuz eşya ve insanlara zarar verecek şeylerden arındırılmasını istemektedir.

Dipnotlar:

1- İsra Sûresi: 37. 2- Furkan Sûresi: 63. 3- Lokman Sûresi: 63. 4- Lokman Sûresi: 19. 5- El-Edebü’l-Müfred, 2:520. 6- Ahzâb Sûresi: 33. 7- Ebû Davud, Cihad, 80

Necmi ÜNLÜ

06.10.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004