Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 29 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Kime uzun ömür verirsek, onu ihtiyarlığa uğratır, zaafa düşürürüz. Hiç düşünmüyorlar mı?

Yâsin Sûresi: 68

29.10.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Mü'minler birbirleri için aksâmı birbirlerine destek veren bir bina gibidir.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3769

29.10.2006


Cumhuriyet, isim ve resimde kalmamalı

Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış, resmen zapta geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve lâtif bir vâkıa-i müdafaayı aynen beyan ediyorum.

Orada benden sordular ki:

“Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?”

Ben de dedim:

Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâlî bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyuyla yerdim.

İşitenler benden soruyordular; ben de derdim:

“Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten, tanelerini karıncalara verirdim.”

Sonra dediler:

“Sen Selef-i Sâlihîne muhalefet ediyorsun.”

Cevaben diyordum:

“Hulefâ-i Râşidîn, herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddîk-ı Ekber (ra), Aşere-i Mübeşşere ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”

İşte, ey müdde-i umûmî ve mahkeme âzâları. Elli seneden beri bende bulunan bir fikrin aksiyle beni itham ediyorsunuz.

Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki, lâik mânâsı, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvâcılara da ilişmez bir hükûmet telâkki ederim.

Târihçe-i Hayat, s. 357

Lügatçe:

Hulefâ-i Râşidîn: Doğru yolda olan dört büyük halife.

Sıddîk-ı Ekber: En büyük doğrulayıcı; Hz. Ebû Bekir (ra).

Aşere-i Mübeşşere: Cennetle müjdelenen 10 sahabî.

29.10.2006


Kaybedenler kazananlardır! (1)

Sevgili Hasan Yükselten’in gazetemizdeki köşesinde geçtiğimiz günlerde bir yazısını okudum. “Kaybettiğin İçin Kutlarım Seni” başlıklı çok hoş bir yazıydı. Yanlış anlamadıysam başörtüsü konusunda görünürde kaybedenleri—aslında kazananları—yükselten bir yazıydı.

Kaybetmeyi göze alanları, kaybettiğine memnun olanları haklı olarak öven yazının ardından şöyle bir soru sordum kendime: Acaba geçmişte de kaybettiğine memnun olanlar, kaybettikleri halde kazananlar var mıydı?

Çok şükür fazla zihnimi yormama gerek kalmadı. Yine gazetemizin eski yazarlarından Metin Karabaşoğlu’nun “Başarısızlığa Övgü” başlıklı bir yazısını hatırladım. İnternette aradım buldum.

Karabaşoğlu bu yazıda Peygamber Efendimiz’in (asm) damadı Hz. Ali (ra) ve torunu Hz. Hasan’ın (ra) da böyle bir başarısızlığa uğradığını, hatta başarısızlığı tercih ettiğini söyler. Yani içtihadı doğru olduğu halde baba-oğul halifelik konusunda görünürde başarısız olmuştur.

Halbuki, meselâ Hz. Ali Efendimiz, doğru yaptığı için başarısız olmuştur. Yani İslâm tarihinin belki de en kritik dönemecinde, adalet-i mahza yerine adalet-i izafiyeyi uygulasaydı büyük ihtimal başarılı olurdu. Hz. Osman’ın katillerini bulma hususunda bu kadar titizlik göstermeseydi, büyük ihtimal fitneyi daha başında önlemiş olabilirdi. Halbuki o, iki doğru arasında daha doğru olanı yapmayı başarısız gözükme pahasına tercih etmiştir. Karabaşoğlu bu başarısızlığı övmektedir. Aslında övdüğü—bihakkın övgüyü hak eden—Hz. Ali ve Hz. Hasan’dır.

Düşüncelerimin izini sürmeye devam ettiğimde bu sefer karşıma Risâle-i Nur çıktı. Daha doğrusu Risâle-i Nur Külliyatında Hz. Ali Efendimizin hakkında bir suâle verilen cevap aklıma geldi. Açtım bilgisayarı, yerini buldum. Aynen alıyorum:

“Eğer desen: ‘Hilâfet-i İslâmiye noktasında İmam-ı Ali’nin fevkalâde iktidarı, harikulâde zekâsı ve yüksek liyakatiyle beraber, seleflerine nisbeten muvaffakiyetsizliği nedendir?’

“Elcevap: O mübarek zat, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere lâyıktı. Eğer tam muvaffakiyet-i siyasiye ve tamam saltanat olsaydı, Şâh-ı Velâyet ünvan-ı mânidârını bihakkın kazanamayacaktı. Halbuki, zâhirî ve siyasî hilâfetin pek çok fevkinde mânevî bir saltanat kazandı ve üstad-ı küll hükmüne geçti, hattâ kıyamete kadar saltanat-ı mânevîsi bâki kaldı.” (15. Mektûb)

Hz. Ali’nin (ra) görünürde bir muvaffakiyetsizliği yani başarısızlığı söz konusudur. Çünkü, Hz. Ali devrinde bir önceki halifelere göre çok daha karışık ve üzücü hadiseler meydana gelir. Hz. Ali bu karışıklıkları, karmaşayı önleme konusunda bir önceki halifelere göre daha başarısız gözükmektedir. Ancak bu başarısızlık çok açık bir şekilde “zahirî ve siyasî hilâfet” yani dünyevî bir makam konusundadır. Buna karşılık bu kaybediş Hz. Ali’ye manevî ve üstelik sonsuz bir saltanat kazandırmıştır. Ne güzel bir kayıp!

Üstelik Hz. Ali’nin oğulları, Peygamber Efendimiz’in (asm) torunları, Hasan ve Hüseyin Efendilerimizin başarısızlıkları maalesef çok daha fecî bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bu konuda da Risâle-i Nur’un çok enteresan bir tesbiti var:

“Amma kader nokta-i nazarında fecî âkıbetin hikmeti ise:

“Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, mânevî bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın cem’i gayet müşküldür. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi—tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı mâneviyeye tayin edildiler. Âdi valiler yerine, evliya aktablarına mercî oldular.” (15. Mektûb)

Risâle-i Nur yine çok açık ve net bir şekilde Hz. Hasan ve Hüseyin’in kaybederken aslında—kader cihetinde—kazandıklarını söylemektedir. Evet, geçici bir saltanatın yerine sonradan bütün ümmeti aydınlatacak bir manevî saltanat kazanmışlardır. Belli ki Hz. Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz Dedelerinin (asm) ümmeti için büyük bir fedakârlık yapmışlardır. Ve kaybederek hem kazanmış, hem kazandırmışlardır. Allah onlardan ebeden razı olsun. İyi ki kaybetmişler!

Günümüze daha yakın bir örnek daha var, bunu da yarınki yazımızda ele alalım…

–Devam edecek–

Ahmet Tahir UÇKUN

29.10.2006


Nurdan Bir Kelime

Cumhuriyet ve Meşrûtiyet Cumhuriyet ki,HAŞİYE adâlet ve meşveret ve kanunda inhisâr-ı kuvvetten ibârettir.

Divân-ı Harb-i Örfî, s. 64

***

Meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir. Yani efkâr-ı âmmenizin misâl-i mücessemi olan mebusân hâkimdir; hükûmet, hâdim ve hizmetkârdır.

Münâzarât, s. 42

***

İşte, meşrûtiyet “Ve işlerde onlarla istişare et.” (Al-i İmran Sûresi: 159); “Onların aralarındaki işleri istişare iledir” (Şura Sûresi: 38) âyet-i kerîmelerinin tecellîsidir ve meşveret-i şer’iyedir. O vücud-u nûrânînin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi mârifettir, lisânı muhabbettir, aklı kânundur, şahıs değildir.

Evet, meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz. Umum akvâmın sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvâk ve hissiyât-ı âliyeyi uyandırır; uyku bes, siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır; siz de tam insan olunuz. İslâmiyetin bahtını, Asya’nın tâliini açacaktır. Size müjde. Bizim devleti ömr-ü ebedîye mazhar eder. Milletin bekâsıyla ibkâ edecek; siz daha me’yus olmayınız. Bir ince tel gibi her tarafa hevâ ve hevesin tehyîci ile çevrilmeye müstaid olan rey-i vâhid-i istibdâdı lâyetezelzel bir demir direk gibi, lâyetefellel bir elmas kılınç gibi olan efkâr-ı âmmeye tebdil eder; siz de, sefine-i Nuh gibi emniyet ediniz. Herkesi bir padişah hükmüne getiriyor; siz de hürriyetperverlikle padişah olmaya gayret ediniz. Esâs-ı insâniyet olan cüz’-ü ihtiyârı temin eder, âzâd eder; siz de câmid olmaya râzı olmayınız. Üç yüz milyondan ziyâde ehl-i İslâmı bir aşîret gibi birbirine rapteder; siz de o râbıtayı muhâfaza ediniz. Zîrâ meşveret perdeyi attı; milliyet göründü, harekete geldi. Milliyet içinde İslâmiyet ışıklandı, ihtizâza geldi. Zîrâ, milliyetimizin rûhu İslâmiyettir; hakîki ve nisbî ve izâfiden mürekkeptir. Başka millete benzemiyoruz.

Münâzarât, s. 24

***

Meşrûtiyetin sırrı, kuvvet kanundadır, şahıs hiçtir. İstibdâdın esâsı, kuvvet şahısta olur, kânunu kendi keyfine tâbî edebilir, hak kuvvetin mağlûbu. Fakat, bu iki ruh her zamanda birer şekle girer, birer libas giyer. Bu zamanın modası böyle giydiriyor.

Münâzarât, s. 38

***

Zaman-ı meşrûtiyetin zenbereği, rûhu, kuvveti, hâkimi, ağası hak’tır, akıl’dır, mârifet’tir, kânun’dur, efkâr-ı âmme’dir; kimin aklı keskin, kalbi parlak olursa, yalnız o yükselecektir. İlim yaşını aldıkça tezâyüd, kuvvet ihtiyarlandıkça tenâkus ettiklerinden, kuvvete istinad eden kurûn-u vustâ hükûmetleri inkırâza mahkûm olup, asr-ı hâzır hükûmetleri ilme istinad ettiklerinden, Hızırvârî bir ömre mazhardırlar.

Münâzarât, s. 33

***

Rûh-u meşrûtiyet, şeriattandır; hayatı da ondandır. Fakat ilcâ-i zarûretle teferruat olabilir, muvakkaten muhâlif düşsün.

Münâzarât, s. 38

***

..meşrûtiyet ile sû-i istimâlâtın ekser yolları münsed olur; istibdatta ise açıktır.

Münâzarât, s. 39

Haşiye: O zaman Meşrûtiyet; şimdi o kelime yerine Cumhuriyet konulmuş.

29.10.2006


Münâcâtü'l-Kur'ân

CUM’A:

1. Ey önceden ap açık bir sapıklık içinde oldukları halde ümmîler arasından kendilerine âyetlerini okuyan, onları inkâr ve günahlardan temizleyen, onlara kitâbı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen! (2)

2. Ey lütfu elinde bulunduran ve onu dilediğine veren büyük kerem sahibi! (4)

3. Ey rızık verenlerin en hayırlısı! (11)

29.10.2006


Zübeyir Gündüzalp'in kaleminden

Risâle-i Nur, insana hayatı sevdiriyor

Risâle-i Nur’daki harikulâde ilmî kuvvet, taklidî imânı tahkikî imâna çeviriyor; insanı salâbetli ve kuvvetli bir Müslüman, ilmiyle amel eden bir mü’min-i kâmil olmaya doğru götürüyor. Menhus, pis zevklerden nefret ettirip vazgeçiriyor. En ulvî ve en temiz, ebedî ve sermedî zevk ve hazlar verecek hareketlere sevk ediyor. İnsana hayatı sevdiriyor. Bedbinlikten kurtarıp imânlı bir nikbinlik veriyor. Uyuşuk ve tembelleri cevval yapıyor; ruhî bir cevelân insanın iç âleminde hüküm-ferma oluyor. Orta halli değil, en ileri ve en yüksek bir insan olmak hevesini uyandırıyor. Gurur ve kibir gibi kötü ahlâkları kaldırıyor. İnsanı, tevazu, mahviyet ve vakar gibi faziletlerle değerlendiriyor. Hasım tarafları barıştırıyor. Fenalığa, fenalıkla değil, iyilikle mukabele etmek dersini veriyor. Siz gibi temiz ve terbiyeli gençleri fena bir muhitin fena görenekleriyle ahlâksız hale düşmek felâketinden muhafaza ediyor.

29.10.2006


Mu'cizât-ı Ahmediye'den (asm.)

‘Senin ağzın bozulmasın!’

Hem meşhur şair Nâbiğa'nın kıssa-i meşhuresidir ki, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanında bir şiirini okumuş. Şu fıkra: "Şerefimiz göğe çıktı; biz daha üstüne çıkmak istiyoruz." Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, mülâtafe sûretinde ferman etti. Yani, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, lâtife olarak dedi: "Gökten öbür tarafa nereyi istiyorsun ki, şiirinde orayı niyet ediyorsun?" Nâbiğa dedi: "Göklerin fevkinde Cennete gitmek istiyoruz." Sonra bir mânidar şiirini daha okudu. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dua etti: "Senin ağzın bozulmasın." İşte, o dua-yı Nebevînin bereketiyle, o Nâbiğa, yüz yirmi yaşında bir dişi noksan olmadı. Hattâ bazı bir dişi düştüğü vakit, yerine bir daha geliyordu.

Mektubat, s. 145

29.10.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004