Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Sadaka taşlarından reklâmlı yardımlara...

İnsan çok değerli bir varlık. Yüce Allah ona çok büyük değer vermiş. Bu değeri de Kur’ân âyetleriyle pekiştirmiş. meselâ, İsra Sûresinin 70. âyetinde yer alan: “And olsun ki, biz insanoğullarını şerefli kıldık, onların karada ve denizde gezmesini sağladık, temiz şeylerle onları rızıklandırdık, yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık” ifadeleri insanoğluna verilen değeri vurgulama adına çok anlamlıdır.

Başka bir deyimle Yüce Allah, onurlandırdığı bu yaratığın şeref ve haysiyetini koruma altına almış ve onu her türlü hakaret ve küçümsemeye karşı dokunulmaz kılmıştır.

Toplumun farklı statü ve imkânlara sahip bireylerden oluştuğu hepimizin malûmu. Bu bireylerin dayanışma ve kaynaşmasını isteyen dinimiz, yardım etme esnasında bile insan onurunun korunmasına öncelikli önem vermiştir. Aralarında köprü kurarken bu yolun şefkat ve saygı esaslı olmasını öngörmüş ve yoksulun rencide edilmemesini temel baz almıştır. Hatta zekât ve sadaka verildiğinde illâki, “Bu benim zekât ve sadakamdır” gibi ifadelerin kullanılmasının gerekmemesi bu yüzdendir. Yani, mutlaka “zekât ve sadaka” olduğunu vurgulayıp yoksulu utandırmanın lüzumu yoktur.

Bu inceliği düşünen ecdat “sadaka taşları”nı icat etmek suretiyle güzel bir formül bulmuş; birkaç mahallenin birleştiği noktalara içine sadakasını bıraktığı oyuk taşlar koymuş. İhtiyacı olan fakir gelip “ihtiyacı kadar” olan meblâğı alır, diğerini başka ihtiyaç sahiplerine bırakırmış. Ne bırakan alanı tanıyor; ne alan bırakanı. Sadece belli ve kesin olan bir husus var: Allah her ikisini tanıyor.

Riya yok, gösteriş yok, reklâm yok, rencide etme veya rencide olma yok. Niyet var, ihlâs var, İlâhî rıza var. Yetmez mi?

Aşağıdaki âyet mealini hep birlikte dikkatlice okuyalım:

“Ey iman edenler! yardım ettiğiniz kimselere minnet etmek ve incitmek sûretiyle o sadakalarınızı boşa çıkarmayın! Allah’a da, âhirete de inanmadığı halde sırf insanlara gösteriş yapmak için malını harcayan kimsenin durumuna düşmeyin! Onun durumu, üzerinde azıcık toprak bulunan kaygan bir kayanın durumuna benzer ki, şiddetli bir yağmur iner inmez toprağı kayıverir, cascavlak kalır. Öyleleri işledikleri hiçbir şeyden sevap ve mükâfat elde edemezler. Zira Allah inkârcıları emellerine kavuşturmaz.” (Bakara Sûresi, 264. âyet)

Bu âyet-i kerimede özellikle, “gösterişte bulunmak,” “minnet etmek” ve “incitmek” noktalarına vurgu yapıldığını ve bu hususların iyilikleri boşa çıkardığına dikkat çekildiğini görüyoruz.

Şu halde, yapılacak iyiliklerin gösterişsiz, riyasız ve reklâmsız olması gerekir. Atalarımız ne güzel söylemiş: “İyilik yap denize at; balık bilmezse, Hâlık bilir.”

İlâhî rıza ve hoşnutluk gözetilerek yapılan yardımların makbuliyetini şu âyet-i kerime ne güzel dile getiriyor; birlikte okuyalım:

“Allah’ın rızasını kollamak ve ruhlarındaki imanı kökleştirmek için mallarını harcayanların durumu ise, bir tepedeki güzel bir bahçenin haline benzer. Bir bahçe ki ona bol yağmur yağar, meyvelerini iki kat verir. Bol yağmur düşmese de hafif bir yağmur, bir çisinti de yetişir. Allah ne yaparsanız hepsini görür.” (Bakara Sûresi, 265. âyet)

Allah’ın rızası yerine insanların takdirini gösterişli bir biçimde istemek amellerin boşa gitmesine sebep olabilir. Yaptığımız iyiliklerin hiçbir tanesi kayıt dışı kalmaz. Tıpkı hiçbir niyetimizin kaçak kalmaması gibi… Ayrıca, sahip olduğumuz imkânlar Allah vergisi olduğu gibi, yardım ettiklerimiz de O’nun kullarıdır. Bizi sadece aracı yapmış. Kime minnet edeceğiz ki!...

Sağ elimizle verdiğimizi sol elimiz fark etmese bile mutlaka ilâhî kayıtlara geçer. İnsan onuruna yakışan da budur.

Yazımızı bir âyet mealiyle bitirelim:

“Sizden herhangi biriniz hiç arzu eder mi ki: Kendisinin hurmalığı ve üzüm bağı bulunsun, Bahçede dereler akıyor, içinde her türlü mahsulatı bulunuyor. Ama kendisinin üstüne de ihtiyarlık çökmüş ve elleri ermez, güçleri yetmez, bakıma muhtaç küçük çocukları var. Derken… ateşli bir kasırga kopsun da bağı kasıp kavursun? İşte Allah âyetlerini size böyle apaçık bildirir. Olur ki iyi düşünürsünüz.” (Bakara Sûresi, 265. âyet)

Her türlü yaptıklarımızın gösterişten uzak olması temennisiyle…

Y. Doç. Dr. Cüneyt GÖKÇE / HRÜ. İlahiyat Fakültesi Kelâm

04.11.2006


Şûrâ ve empati

İnsanları diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerden birisi de, hadiseleri, teorik ya da nazarî olarak kavrayabilmesi ve çözüm üretebilmesidir. Meselelerini gelecek gelmeden, çareler tükenmeden, tecrübelerden de istifade ederek, alternatifler ve ihtimaller arasında mukayeseler yapıp çözmektir.

Elbette her şeyi nazarî olarak kavramak mümkün değildir. Ancak her şeyi de yaşayarak acı-tatlı tecrübelerle öğrenmek çoğunlukla faydasız bir tecrübe ve geç kalmış bir ders olacaktır. Meşhur fıkradaki idam mahkûmunun son söz olarak: “Bu bana ders olsun” demesi gibi, bir çok ders vardır ki, geç kalmış bir ders olup kendisinden ziyade başkalarına ders olmak veya ders malzemesi olmak gibidir.

Bu özelliklere sahip insan, neden çok defa hadiseleri yaşamak zorunda kalır? Meselâ, son dönemlerde daha iyi görüldüğü gibi Türkiye’de bir kısım insanlar neden iktidarda farklı, muhalefette farklı?

Misâl olarak Güneydoğu hususunda sertlik yanlıları farklı söylemlerle geldiler, fakat şaşırtan uygulamalarla çekip gittiler. Ya da yüz-yüz elli yıldır Batıyı din gibi yüceltip bu milletin en kudsî değerlerini onların terk etmekte oldukları pespayeliklerine bile hikmet zannederek feda edenler, şimdi birlikten köşe-bucak kaçıyorlar. Veya Batıyı her şeyiyle reddedenler şimdi daha farklı uygulamalar içindeler. Ya da dinî hususlardaki açılımları vaktiyle yetersizlikle suçlayarak, muhaliflerine en ağır ifadeleri kullananlar şimdi, bırakın ilâve bir şeyler yapmayı bin-bir güçlükle elde edilenleri de taviz ya da rıza şeklinde feda edip yirmi-otuz sene öncesini mumla aratacak hale geldiler. Orta yolu bulmak kolay değil!

Eskiden beri tartışılan, “İşi, en çok karşı çıkana yaptırırlar” diye bir görüş vardır. Böylelikle tek muhalefet de iktidar denilen sus payı ile susturulmuş olur. Bu teoriye göre her şeyin üstünde bir güç ya da derinlerde birileri vazife dağıtıyor. Bundaki haklılık payını ihmal etmiyoruz. Ancak kaderin tecellîsini de unutmamak gerekiyor. Kader ya da İlâhî adalet açısından bakıldığında, karşısındakileri haksız yere insafsızcasına suçlayanların, bu dünyada dahi, mutlaka bir gün aynı duruma düşmesi kaçınılmazdır.

Muhalifini anlayamama en sonunda daha çok muhalefet, daha çok ihtilâf, daha çok kargaşa, yığınla çözümsüz meseleler ve kesilip atılmaktan başka çaresi kalmamış kangren olmuş uzuvlar ve bölünmeler olarak karşımıza geliyor.

Tabiî konumuz sadece memleket meseleleri değil, misal olarak vermeye çalıştık. İkili münasebetlerden, aile hayatına, ibadet hayatından iş hayatına kadar uzanıp giden yaşadığımız müddetçe bizimle olan bir çok hadisede karşılaştığımız meseleler… Bu tür konulara çözüm için genellikle Batılı bir ifadeyle “empati” ile yaklaşmak yani karşıdakinin duygularını anlamak tavsiye edilir. Aslında buna, karşımızdakinin şartlarını da anlamayı ilâve etmek daha doğru olacaktır. Çünkü pek çok makam ve mevkide artık duygusallığa yer yoktur.

Evet muhalifimizi, muhalefet ettiklerimizi içinde bulunduğu şartlarla birlikte anlamak ve ona göre değerlendirmek önemlidir. “Ben olsam” ya da “biz olsak” şeklindeki ifadelerde, yöneticide sınırsız yetkiler ve çözülecek meseleyi de çevreden tecrid ve izole edilmiş ideal laboratuvar şartlarında bir hadise şeklinde düşünmek yanıltıcı olacaktır.

Fakat empati de bir yere kadardır. Çünkü hiçbir zaman kişi karşısındakini tam olarak anlayamaz, en iyi yaşayan bilir. Hiçbir zaman, “Onun yerinde ben olsam” şeklinde düşünmek “onun yerinde olmak” gibi değildir.

Makam ve mevkiler az sayıda olduğuna göre ve herkes iktidarda da olamayacağına göre çözüm nedir? Aslında makam ve mevkileri, başkalarına güvensizlik gibi vazife vermeyerek ya da nemelâzımcılık gibi sebeplerden dolayı da vazife almayarak sınırlandıranlar biziz.

Kişinin, kıymeti-kameti ve temsil kabiliyeti nispetinde bir vazife alması, karar mekanizmalarına katılması gereksiz muhalefeti ve insafsız tenkidleri azaltacak, başkalarını yaşayarak anlamasına vesile olacaktır. Onun için bütün dünya, merkeziyetçi ve otoriter yönetimlerden, yetki ve sorumlulukların mümkün olduğu kadar yayıldığı demokratik sistemlere geçiyor. Eskiden zannedilenin aksine, otoriter ve merkeziyetçi yönetimler bölünmelere sebep olurken demokratik yönetimler bütünleşmeye vesile oluyor.

Bu bizde mesailerin tanzimi ve şûrâ olarak yerini bulmuştur. Hutbe-i Şâmiye’de ifade edildiği gibi, haklı şûrâ ihlâs ve tesanüdü netice verir.

Hasan GÜNEŞ

04.11.2006


Bir Ramazan'ın ardından

On bir ayın sultanını bir kez daha uğurladık. Gelmesi için sabırsızlık gösterdiğimiz, gelmesine daha haftalar varken, gerek mutfaklarımızı, gerek gönüllerimizi hazırladığımız mübarek Ramazan ayına bu senede elveda dedik.

Gelişi bizleri nasıl heyecanlandırdıysa, gidişi de o derece hüzne boğdu.

Neden mi?

Çünkü rahmetin sağnak sağnak yağdığı, bereketin arttığı, camilerin, ilim meclislerinin dolup taştığı, manevî anlamda, hoşgörüde, yardım etmede, gönüllerin coştuğu bir ayın uğurlanması bizleri üzmez mi hiç...

Öyle ki, ‘’Ben oruçluyum’’ deyip o anki öfkesinden vazgeçen, her zaman gördüğü bir fakire, bu görüşünde sadakasız geçmeyen, anlayışta, hoşgörüde çoğunlukla vicdanının sesini dinleyen insanlarımızın oluşturduğu tablolarla dolu bir aydı. Böyle mübarek günlerin bizden ayrılmasına hiç üzülünmez mi?

Yalnız şu var ki, Ramazan ayı hamdolsun getirdiklerini götürerek gitmedi. Bizlere kalıcı izler, güzellikler, miraslar bırakarak veda etti.

Meselâ; her sene mutfağımızı şenlendirdiğini fark ettiğimiz bu mübarek ayın, bu sene gönüllerimizi, fikirlerimizi ve ilim dünyamızı aydınlatmaya vesile olması, en güzel mirası.

Bu sene Ramazan aracılığıyla ve gözümüzün nuru hizmet ehli ablalarımızla yılmadan, usanmadan, gece-gündüz demeden hizmet adına koşturmalarıyla daha bir sarıldık, daha bir göğüsledik, daha bir özümsedik, Kur’ân’ı ve onun çağımıza inceliklerini anlatan Risale-i Nur’u..

Yüce Yaradan Kur’ân-ı Kerim’inde ‘’Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzura kavuşur’’ buyuruyor. İşte bu âyeti, bu âyetin hakikatini ilmelyakîn ve aynelyakîn biliyorduk, fakat hakkalyakin ölçüde bu Ramazan’da hissettik, bu Ramazan’da yaşadık hamdolsun.

İndirilen hatm-i şerifler, her gün okunan Kur’ân hakikatleri, asıl mutluğunun, huzurun, gerçek saadetin Kur’ân’ da ve onun hakikatlerini anlatan tefsirinde olduğunu bizlere bir kez daha ispatladı.

Risâle-i Nur eserleri öyle muhteşem ki, iman hakikatlerini anlatan Sözler, Lem’alar, Mektubat gibi eserleriyle iç dünyamızı aydınlatırken, Münazarat, Muhakemat, Beyanat ve Tenvirler, Divan-ı Harb-i Örfî gibi eserleriyle de, sosyal yaşantımızı incelikleriyle düzenlemekte, hayat tarzımızı, toplumdaki hal ve tavrımızı, sosyal ve siyasî fikir dünyamızı aydınlatmakta ve bize bu dünya hayatını hem kârlı bir ticaret, hem de yaşanılır şekle getirmektedir.

İşte Ramazan ayı bereketiyle gönüllerimize böyle yağdı. Bana ve tüm kardeşlerimize kâinatın kitabı Kur’ân’ı ve onun i’câzını anlatan tefsirini bırakarak ayrıldı.

Bütün bu güzellikler için önce Yüce Yaradan’a hamdolsun ve bu mübarek ayda bu güzelliklerin bizlere gösterilmesinde emeği geçen bütün abla ve ağabeylerimizden ve kardeşlerimizden Allah razı olsun. Ey Ramazan, seni çok özleyeceğiz.

Tuğba ŞEKERCİ

04.11.2006


Irak ve demokrasi

Birbiriyle uyumlu olmayan iki kelime gibi duruyor. Ülke işgal altında böyle bir ülkede rejimden bahsedilebilir mi? Savaş hali devam ediyor. Görünüşte devlet savaşmıyor, ama Irak halkı savaşıyor. Buna ister iç savaş deyin, isterseniz işgal kuvvetlerine karşı savaş deyin, fark etmez.

Bush dahi Irak’ın Vietnam’a dönüştüğünü kabul etmiş bulunuyor. Bu yüzden de seçimi kaybedebileceklerini üstü örtülü de olsa onaylamış görünüyor. Bush, bunu kabul ettiği gibi bir gün Irak’tan çekilmesi gerektiğini de kabul edecek.

Kesin olan bir durum var ki, bunlar Irak’tan çıkmadıkları sürece Irak durulmayacaktır. Irak halkı, (Celal Talabani’ye rağmen) bunları hiçbir zaman hazmetmedi, bundan sonra da hazmetmeyecektir.

Bir insanın büyümesine gelişmesine yardım edilmek isteniyorsa ona içten müdahale edilmesi lâzım, yani, gerekli her türlü vitamini tabiî yollarla vermeli, yoksa dışarıdan, yani cildini delerek yapılan müdahale o insanın büyümesine değil parçalanmasına sebep olur.

Irak’a yapılan müdahale dışarıdan bir müdahaledir. Diktatörlükle yönetilen ülkeyi bir anda değiştirme girişimidir.

Hz. Musa’nın (as), İsrailoğulları’nı Firavun’un diktatörlüğünden/kölelikten kurtardıktan sonra Kudüs’ü fethetmek ve orada devlet kurmak için kırk sene beklemek zorunda kaldığı malûmdur. Sebebi: Köle bir toplumdan hür bir toplum oluşturmanın kolay olmadığıdır. Köleliğe alışmış ve her zaman emir almayı ve ona göre yaşamayı prensip edinmiş bir toplumu; emir veren ve kendi kendini yöneten bir toplum haline getirmek kolay değildir. Bunun için yeni bir nesle ihtiyaç vardır ve kırk sene beklenmiştir.

Irak, için de aynı şey sözkonusudur. 25 sene katı Saddam yönetiminden bir anda kurtarılmıştır. Zahiren çok iyi bir iş yapıldığı zannedilmiş, ama görülmüştür ki, evdeki hesap çarşıya uymamıştır. Her şeyi devletten bekleyen bir toplum, sindirilmiş bir toplum, adeta korku dağa taşa sinmiş bir milletten demokratik yaklaşım beklemek abesle iştigaldir. Kısacası dışarıdan müdahale işe yaramamıştır.

Demokrasi bir hayat tarzıdır, bir hayat biçimidir. Zorla veya ithal ederek olmayacağı açıktır. Bediüzzaman Hazretleri Osmanlı Devletinin demokrasiye geçiş sürecini yüzyıl olarak belirlemiş, “yüzyıl sonra cemalini göreceksiniz” demiş. Meşrûtiyetin ilânından sonra söylenmiş bu sözün üzerinden yüz yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ demokratik bir yapıya kavuştuğumuz söylenemez.

Irak, bu kadar beklemeyecektir belki, çünkü Irak da her ülke gibi bu anlamda hayli mesafe almıştır. Ancak, şu bir gerçektir ki, bu süreç öyle akşamdan sabaha sonuçlanacak bir süreç değildir. Hem Irak’a dışarıdan yapılan müdahale demokratikleşmesini (beklenenin aksine) geciktirmiş, sistem daha da katılaşmıştır. Üstelik ülke üçe bölünmüş, Kürtler, Araplardan ayrılmış, Şiiler de Sünnî Araplardan ayrılmak için mücadele veriyor.

O sebeple Irak’a müdahale edenler Irak’a kötülük yapmışlardır. Müthiş bir kâbusun içine sokmuşlardır. Yapılacak en iyi şey buna bir son vermektir. Irak, kendi haline bırakılmalı ve tabiî yolla beslenmelidir. Demokrasiye geçecekse de bunu kendisi yapmalıdır ki, kalıcı olsun.

Nurettin HAYAT

04.11.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004