Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 08 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Sami CEBECİ

Maddî ve mânevî kalb



“Kim kendini tanırsa, Rabbini de tanır” hadis-i şerifinden hareketle, küçük bir kâinat hükmündeki bedenimizle alâkalı tefekkürî yazılarımızı, anatomi ilminin yardımıyla devam ettiriyoruz.

Detaylara girmeden anlatmaya çalıştığımız her bir organımızın, muhteşem bir mucize eseri olduğunu görüyoruz. Bu İlâhî sanat karşısında azıcık bir iz’an ve vicdanı bulunanın, o eserlerin sanat'kârını kabul etmemesi mümkün değildir. Bu tarz bir yaklaşım, inanç sahiplerinin de imanını parlatmaktadır.

Mûcizevî san'at eserlerinden biri de, vücudun hayat merkezliğini yapan kalbimizdir. Normal bir insanda günde 100.000 defa vücuda kan pompalayan ve 70 yaşındaki bir insanın hayatı boyunca 250.000 tonluk kanı pompalamış bulunan kalb, durduğu zaman her şey biter ve hayat söner. Her ne kadar hayat, Ezelî Hayat Sahibi olan Allah’ın Hay isminin canlılardaki tecellîsi ise de, kanın deveranını sağlayan kalb de fiziksel hayatın devamının vesilesidir.

Göğüs kafesinde ortalama 270 gram civarında bir ağırlığa sahip olan ve aynı zamanda yürek adı da verilen et parçasının maddî yapısı bile insanı hayretler içerisinde bırakmaktadır. Kalbin en dışında, perikard zarı denilen ve üstteki biraz kalınca, diğeri kalbe yapışık olan daha ince iki zardan oluşan bir zarf vardır. İki zarın arası çok ince hesaplarla salgılanan bir sıvı ile doludur. Bu sıvı, perikard zarının kendi salgısıdır. Biraz fazla salgılansa, oluşan basınçtan dolayı kalb aşırı yorulur. Tersine sıvı az salgılanırsa, bu kez kalb dikenli tellerin arasına sıkışmış gibi acı çeker. Perikard zarındaki bu ince ayar bile insanı hayretler içinde bırakmaktadır.

Yürek de denilen bu et parçası, kas ve sinir dokularından meydana getirilmiştir. Bu dokular, kalbin her hücresinde iç içedir. Merkezî sinir sistemi ile bağlantısı kesilse bile, kalb kendi sinir sistemleri ile gerekli hareketini temin edebilir. Kalbin tek bir hücre gibi çalışabilen karışık sinir intikallerinin programını içinde barındırması, insan aklına durgunluk veren bir yapıdır.

Kalb kasları çalışırken vücudun her noktasına elektrik sinyalleri gönderir. Onun için, vücudun çeşitli bölgelerinden bir elektrik devresi bağlanarak kalb kaslarının sağlık durumu veya kalb damarlarında bir tıkanıklık olup olmadığı tespit edilebilir. EKG denilen elektrokardiyografi cihazı bize aradığımız sonucu gösterir.

Kalbin içinde sağ ve sol kulakçıklar, sağ ve sol karıncıklar vardır. Dokulardan gelen kirlenmiş kan sağ kulakçığa akar; sonra üçlü bir kapak sistemiyle sağ karıncığa, oradan iki damar çıkışıyla akciğere gelir. Soluduğumuz havadaki oksijenle, vücutta kirlenen kandaki karbon maddesi hava keseciklerinde buluştukları zaman, karbondioksit olarak ağız ve burun yoluyla dışarı atılır. Böylece kan temizlenir. Temizlenmiş olan kan sol kulakçığa gelir; oradan harika bir sistemle sol karıncığa geçer. Oradan da yine özel kapaklarla en büyük ana damar olan aort atar damarından vücudun her tarafına pompalanır. Kalb kapakçıkları temiz kan pompalanırken kapanır, kirli kan kalbe dönerken açılır. İlâhî bir düzen içinde her an gerçekleşen bu muhteşem sistem, aklı bulunan her insanı hayret secdesine kapandırır.

Dışını çevreleyen perikard zarı, sağ ve sol kulakçık ve karıncıklarıyla, mitral kapak, pulmoner kapak ve aort damarı kapaklarıyla, kalbi besleyen koroner damarı ve çok kuvvetli kas sistemleriyle başlı başına bir mucize olan bu sanatı, Yüce Kudretin sahibinden başka şeylere havale etmek, ilim ile, akıl ve mantıkla telif edilemez. Tabiat ve tesadüf gibi şeyler bu hassas nizama ve sanata sahip çıkamaz.

Kalbin bu mûcizevî maddî yapısından başka bir de mânevî kalbimiz vardır. Bediüzzaman Hazretleri buna “Hislerin aynası olan vicdan ile fikirlerin aynası olan dimağdan meydana gelen bir lâtife-i Rabbaniyedir” tarifini yapar. Her ikisinin de kalb olarak tanımlanması, o lâtifenin maddî kalbin bedene yaptığı hizmet gibi bir vazife görmesindendir. Yani, fizikî hayatın vesilesi olan kalb, vücudun her tarafına kan pompalar. Sekteye uğrayıp durduğu zaman o insan ölür. Aynı onun gibi; mânevî kalb de inkârla sekteye uğradığı zaman, o insan tıpkı yürüyen bir ölüden farksız hâle gelir.

İnsan beyninin sol yarım küresi akıl, mantık ve muhakeme gibi hakikatlerin, sağ yarım küre de sevgi, şefkat ve merhamet gibi duyguların merkezidir. Her iki yarım küre birbirini tamamladığı, yani akıl ve kalb ittifak ettikleri zaman, o insan gerçek insan olur. Yani, ilimler, göz ve kulak gibi organlar kâinattan Allah’ı tanıttıran delil ve şahitleri getirdiklerinde, o insanın akıl ve kalbi onları tasdik eder. Kalbde iman ateşi parlamaya başlar. Zâten, insanı insan eden sır imandır. İnkâr, insanı gayet aciz bir hayvan eder.

Kâinatı yaratan Allah (c.c.), kâinat kitabına tercümanlık eden Kur’ân-ı Kerim’i de göndermiştir. Kâinattan bahseden bütün fenler, insanı Allah’a mânen yaklaştıran bir nevî merdivenlerdir. Bu îtibarla, din ile fenler birbiriyle çatışmaz. Aksine birbirini teyit eder. Fen ilimlerine bu açıdan yaklaşılırsa, akıl ve kalb ittihad eder ve onun neticesi de, insanı iman sayesinde gerçek insan eder.

08.11.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Ecevit ölürken



CHP ile özdeşleşen bir isimdi Bülent Ecevit... “Karaoğlan”dı.

Sonra “bir bölen” dediler.

DSP’yi kurdu. İktidar oldu. 28 Şubat’a verdiği destek sonrası, partisi paçavraya döndü.

Lâfı uzatmayacağım. Hakkında o kadar çok şey yazılıyor ki, biz tekrarına girmeyeceğiz. Ecevit, Türk siyasî tarihine “damga” vurmuş.

Ama iyi, ama kötü... Detaylarına girmeyeceğim, fakat ölümü anında acaba televizyon kanalları ne yaptı, çok merak ettim.

Meselâ, Show TV’de Petek Dinçöz göbek atıyordu (Uçan Kuş).

Star’da Bülent Ersoy, “rakı” muhabbeti ediyordu. Armağan Çağlayan’ın evlenme teklifini “değerlendiriyordu.” (Popstar Alaturka)

ATV’de İbrahim Tatlıses, Hülya Avşar’a gelinlik giydirmiş, “beşi biryerde” takıyordu... Ki, izleyicilerden birinin “Ecevit’i kaybettik” pankartını gördükten sonra, Avşar “Hayat bu” diyerek kulise kaçtı. Tatlıses’te duygusal bir konuşma yaptı. (İbo Show)

Kanal D’de İlker Yasin, “Ali Tandoğan stoper özelliklere sahip bir oyuncu değil’ diyordu büyük bir ciddiyetle... (Stadyum)

Demek ki, Ecevit’in öldüğü sıralar, önemli kanallarımız “daha önemli” konular işliyordu.

DARBE ÇIĞIRTKANLARI

CHP dedik de... Bazı televizyon kanal sahipleri işlerini yapmaktansa, ülke yönetmeyi tercih ediyor.

Cumhuriyet gazetesi öncülüğünde düzenlenen “Halk Yürüyüşü” mitinginde Kanal Türk’ün sahibi Tuncay Özkan “durumdan vazife çıkarmış...”

CHP’nin otobüsüne çıkıp, siyasî parti temsilcisi gibi bangır bangır bağırıyor!

Mevcut iktidara “faşist” diyor. DYP’yi sert eleştirilerle topa tutuyor: “Teröristler düzen kuruyor, onlar için düz ovada siyaset isteyen”lere “lânet” okuyor.

Cumhurbaşkanlığı seçimi için “Çankaya’ya barikat” kurmaktan bahsediyor. AB maskesi altında şeytan saklandığını söylüyor. Daha önce de CHP’li gençleri “sokağa” çağıran Özkan için acaba Türkiye Cumhuriyeti savcıları ne gibi işlem yapacak?

Suç işleyen “ikinci portre”ye bakalım:

Ferhan Şensoy.

Etiketinde, “tiyatrocu” yazıyor.

Ama resmen “darbe” çığırtkanlığı yapıyor!

Çünkü o da, “Cumhurbaşkanlığı” konusuna kafayı takmış!

Çankaya adayını konuşurken, haddini aşan sözler de ediyor:

“Cumhuriyet kurulmuş, ortada tesettür yok, türban yok. O zaman neymişiz, şimdi nereye gelmişiz. Yasak olan her şey bugün mevcut. Kılık kıyafet yasasını tekrar hatırlatayım diyorum.”

“Sezer çok değerli bir cumhurbaşkanıdır. Bundan sonra bu kadar güzel bir cumhurbaşkanı olamayacağı konusunda endişelerim var. Yobazın biri Çankaya’ya çıksa çok üzülürüm.”

Yani:

“Hiç bir b... tepki göstermemiş bir millet olarak buna da tepki koymayacağız. Umarım ordu buna izin vermez. Bütün askerî darbelere karşı olmuş bir insan olarak canım darbe istiyor.”

“Yobazlıktan çok sıkıldım. Yarın askeri darbe olsa çok mutlu olurum. Bunlar camilerine gitsinler, beni de askere alacaklarsa alsınlar anasını satayım. Arabistan’mıyız lan biz. Atatürk ilkeleri nerede! Büyükanıt darbe yapsa, sabah erkenden kalkıp davul çalıp kutlarım. Faşist olarak algılanmak istemiyorum ama bulunduğumuz duruma bakınca askerî düzene razıyım. Bunların hepsi hapse! Yarın sabah bile çok geç...”

Hızını alamıyor Şensoy:

“Türkiye’de her şey darbeyle çözülmemiş mi, ne duruyorlar, laikliğin koruyucularını şimdi görmek istiyorum. Askerî hükümet rica ediyorum. Başka kimse bu işi temizleyemez. Eğer bu iktidar Çankaya’ya çarşaflarıyla, türbanlarıyla çıkacaklarsa, ben bu Türkiye için boşu boşuna mı sanat yapmışım, öleyim daha iyi. Nerede bu ülkenin aydınları. Ben solcu olarak bunu söylüyorsam bir durun düşünün bakalım ülkede neler oluyor.” (Vatan, Çikolata eki)

Bunları niye yazıyoruz?

Tarihe not düşmek için. Türkiye’de ne zaman insanlar kendi işini yaparsa, o zaman çağ atlarız.

Bunları niye yazıyoruz?

Eğer “adalet” varsa, Türkiye Cumhuriyeti savcılarını göreve çağırmak için!

08.11.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

İki Ecevit



Bir siyaset adamı daha göçtü bu dünyadan. Geride 50 yıllık bir siyasî geçmişini bırakarak... İki gün önce vefat eden Bülent Ecevit’ten bahsediyorum. Ecevit’i yazmak hem çok kolay, hem de çok zor.

Bir tarafta sade, mütevazî ve paraya bulaşmamış bir Ecevit, diğer tarafta ölüm döşeğinde bile koltuğunu bırakmayan, hırslı ve mizaç olarak kimseyle uyuşamayan bir tarzın sahibi Ecevit...

“Halkçı Ecevit”, halk insanı gibi takdim edildi, ancak halkın içinde yetişmiş biri değildi. Akademisyen bir babanın ve ressam bir annenin çocuğu olarak İstanbul’da doğmuştu. Aristokrat bir ailenin çocuğuydu. Hayatında seçkinciydi ve çevresini de bunlardan oluşturuyordu.

Gazeteciydi, duygusaldı, şairdi, aynı zamanda sol entelektüel ve siyasî çevreler içinde hitabeti ve konuşmaları ile tutunurken, İnönü’ye karşı siyasî rekabet içinde örgütçüydü. Duygusal yönü bir ihtirasa dönüşmüştü. Şairliği Rahşan Hanıma atfen değer bulan bir bireysellikte, toplumsal trajedilere çözüm olamıyordu.

CHP’de “Ortanın solu” gündeminden sosyalizme ve sol uçlara açılan fırtınalı 70’li yıllarda Süleyman Genç gibi militan kadrolarla siyaseti gerdirdiği gibi uzlaşmaz bir söylemin ve çatışmanın da sözcüsüydü.

Bu rüzgârı, 1974 yılında MSP ile kurduğu koalisyonun akabinde Kıbrıs çıkartmasıyla “Kıbrıs Fatihi” imajını vermeyi başardı. “Karaoğlan” efsanesi olarak topluma lanse edilen bir ilgi uyandırdı. Bu tırmanışta seçime gidecek şekilde rüzgârı lehine çevirerek koalisyonu bozdu. CHP 1977’de tarihinde ilk defa birinci parti oldu. Ancak tek başına iktidar olamadı.

“Dürüst” kabul edilen Ecevit, siyasî etik açısından bugün de tartışılan meşhur “Güneş Motel operasyonu”nu gerçekleştirdi. AP’den 11 milletvekiline birer bakanlık taahhüt ederek partilerinden ayırdı ve pazarlıklar sonucu 11 bağımsız bakanla hükümet kurdu.

Sonra bu kabinenin iki bakanı Hilmi İşgüzar ve Tuncay Mataracı, yolsuzluktan dolayı Yüce Divanda yargılanıp cezalandırıldılar.

1978’de Yunanistan ile birlikte AB yolculuğumuzu durduran da Ecevit’ti. “Onlar ortak, biz pazar olacağız” deyip ayağımıza kadar gelen AB üyeliğini reddetti. Yirmi yıl sonra aynı noktadan başlamak zorunda kaldı.

Duygusallığı ve “insancıl hali”, Merve Kavakçı milletvekili olup Meclis genel kuruluna girdiğinde, inanılmaz bir hiddet ve tahrike dönüşmüştü. “Bu hanıma haddini bildirin” diyerek Meclis çatısı altında milletin tercihini yok sayan bir eylemi yönetmişti. Mecliste, başörtüsü hazımsızlığını dışa vuran hiddetli, çatık kaşlı bu tepkisi ile sergilediği tablo unutulacak gibi değildi.

12 Mart’ın askerî muhtırasına direnen Ecevit, 28 Şubat sürecinde ise aktördü. Anti demokratik bütün dayatmaların siyasî sorumluluğunda vebal aldı. Binlerce Kur’ân kursu kapatıldı. Sekiz yıllık zorunlu ilk öğretimle birlikte İmam Hatip okullarının orta bölümü kaldırıldığı gibi rağbeti kıracak bütün uygulamalar da, etkili bir şekilde bu dönemde uygulandı.

Demokratik solu temsil ediyordu, ulusalcıydı, millî hassasiyetlerden yana görüntüsü ağır basıyordu, ancak Amerikan kolejinde okumuştu, İngiltere ve Amerika’da bulunmuştu, son ekonomik krizinde Amerika’da Dünya Bankasında çalışan Kemal Derviş’le çözüm aramıştı. Siyaset dışı kabine üyeliği ilk defa bu dönemde yaşandı.

1977 dahil her gelişi ekonomik krizlerin ve iyi yönetilememenin sancılarıyla doluydu. Dört defa iktidar oldu. Birincisi MSP desteğinde, ikincisi azınlık hükümetiydi ve güven oyu alamadı, üçüncüsünü Çiller ve Yılmaz’ın dışarıdan desteği ile kurduğu azınlık hükümetiydi. Son hükümet ise yine MHP ve ANAP desteğinde bir ortaklıktı.

Cârî zihniyet, bir şekilde sol ve Ecevit güvenceli bir iktidarı sağ partilerin desteğinde kurdurmaya muvaffak oldu. Bu da sağın üçte iki potansiyelinin sola ve sisteme yamanmasından başka bir şey değildi. Askerî darbelerin yanında bu da ikinci tuzaktı.

Son yılları, siyasete pompalanan konjonktürlere yaslanmakla geçti. Abdullah Öcalan, Amerika marifetiyle seçim öncesi onun döneminde Türkiye’ye “paket”lendi.

Yönetme erkine ve ufuk açıcı kalkınma senaryolarına asla yakın olamadı. Bulgarların kooperatifçiliğinden ve kendine özgü “Köykent” macerasından başka söylem geliştiremedi. 40 yıllık köykent hayaline son başbakanlığında üç yerde girişimde bulundu ancak şimdi üçünde de yeller esiyor.

Siyasî hayatı ve iktidarı boyunca kadrosu tek kişiydi: Rahşan Hanım. Hüsamettin Özkan bile ikinci kişi olamadı. Tepki dilini iyi kullanan, toplumla bütünleşemeyen kendini çevrelemiş bir siyasetçiydi. Partisinin tabanı yoktu. Taban demokrasisine kapalıydı. 1999 seçimlerinde seçkin ve entelektüel insanları bir defalığına milletvekili yaptı. Teşkilâtları etkili kılmadı. İki kişilik partiydi.

Hassas dönemlerde, yatıştırıcı olmak yerine tepki vermeyi yeğlerdi. Konjonktürü tutardı. Son Danıştay saldırısında vefat eden üyenin cenaze merasimine katılması da bu türdendi. Nitekim bu da katıldığı son organizasyondu.

08.11.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Üçüncü adam



CHP’nin genel başkanlık koltuğuna Atatürk ve İnönü’den sonra oturan üçüncü isim olmasından hareketle, Ecevit’e “üçüncü adam” sıfatını yakıştıranlar var.

CHP açısından bakıldığında bu sıfat doğru. Önce Atatürk’e “Ebedî şef,” ardından İnönü’ye “Millî şef” diyen zihniyet, Ecevit’i aynı mülâhazayla “üçüncü adam” ilân etti.

Siyasî serencamı ve iktidara geldiği dönemlerdeki icraatları, Ecevit’i CHP çizgisine çok yakışan, o çizginin tipik bir temsilcisi, o zincirin tutarlı bir halkası olarak gösteriyor.

Toplumsal hafızada “jandarma dayağı ve tahsildar tazyikinde somutlaşan devlet baskısı, yokluk, kıtlık, karne” gibi acı hatıralarla iz bırakmış olan CHP imajı, Ecevit ne zaman iktidara gelip başbakan olduysa yeniden canlandı.

1970’li yıllardaki başbakanlıklarını, AP hükümetini hedef alan 12 Mart 1971 müdahalesinin demokrat kitlede meydana getirdiği dağınıklığa borçluydu.

Ve o dönemdeki iki ayrı iktidarında da Türkiye'nin başına ciddî gaileler açtı. Kıbrıs meselesini kördüğüm haline getiren süreç onun iktidarıyla başladı. 12 Eylül’ün bahane olarak kullandığı terör ve kaos ortamı yine onun—aynı zamanda benzin, tüpgaz, yağ kuyruklarıyla anılan—başbakanlığı döneminde oluştu.

Ecevit yıllar sonra gelen iktidar fırsatını da 28 Şubat sayesinde yakaladı. Önce, dönemin partilerinin inanılmaz bir basiretsizlikle altın tepsi içinde sundukları “azınlık hükümeti”nin başbakanı oldu. Sonra Apo’nun paketlenip teslim edilmesiyle estirilen “Kenya fatihi” rüzgârı ile seçimden birinci çıktı.

Ama bunun ülkeye ödettiği bedel çok ağır oldu. Ecevit başkanlığındaki Anasol-M iktidarında hem temel hak ve özgürlükler yoğun baskı altına alındı, hem de cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik krizi patlak verdi.

27 Mayıs darbesini, İnönü’ye en yakın isimlerden genç bir CHP’li olarak hararetle desteklemiş olan Ecevit, 12 Mart ve 28 Şubat müdahaleleri sayesinde iktidar olmuştu.

Ama kaderin garip bir cilvesi olarak, 12 Eylül’den en çok zarar görenlerden biri de o oldu. Partisi kapatıldı, kendisi askerî tesislerde “ağırlandı,” siyaset yaptırılmayınca gazeteciliğe soyundu, defalarca yargılandı, hapis yattı. Yasaklar halkoyuyla kalktığında ise eski partisiyle tekrar bir araya gelemedi.

Ecevit’in bir başka önemli özelliği, kendi kafasına uyan tarikatlar için sergilediği “sevecen ve hoşgörülü” tavrı, ta 1950’li yıllardan itibaren çok katı bir şekilde karşı çıktığı Nurculuktan esirgemesiydi. Fethullah Hocanın okullarına verdiği desteği ise oralardaki “Atatürk resimleri ve köşeleri”yle açıkladı.

İşin “Nurculuk” boyutu için “Beni ilgilendirmiyor” diyen Ecevit’in, “Deprem ilâhî ikazdır” yorumuna gösterdiği tepkinin sertliği de aynı tutarlı bütünlüğün bir yansımasıydı.

Merve Kavakçı’ya sergilediği o unutulmaz “Bu hanıma haddini bildirin” tepkisi gibi...

Evet, ancak bir kısmını özetleyebildiğimiz özellikleriyle “Üçüncü adam” artık yok. Yaşadıkları ve yaşattıklarıyla tarihe intikal etti.

O şimdi bam başka bir âlemin eşiğinde...

08.11.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Erdoğan'ı dinlerken



21 gün önceydi. Başbakan Tayyip Erdoğan grup toplantısı için Meclis’e girerken rahatsızlanmış, apar topar hastaneye kaldırılmıştı.

Balyozun “sağlık envanterleri” arasına girdiği 17 Ekim günüydü.

Ve dün.

Bu olaydan tam 21 gün sonra, bu kez Başbakan Erdoğan kürsüdeydi.

Üç haftadır yapılamayan grup toplantısı yapıldı.

Daha önceki grup toplantılarında Erdoğan’ın 40-45 dakika arasında konuştuğu belirlenmişti. Dün bazı meslektaşlarımız saat tutuyordu. Erdoğan’ın 22 dakika konuştuğu belirlendi.

Önceden uzun uzun kapalı grup toplantısı yapılır, en azından 7- 8 milletvekili çıkar konuşma yapardı. Bu kez kapalı grup toplantısı yapılmadı.

Rahatsızlandıktan sonra çalışma temposunda en ufak bir değişikliğe gitmeyen Başbakan’ın, sırf sağlık nedenleriyle grup toplantısını kısa tuttuğunu söylemek mümkün değil.

Hafta sonu AK Parti’nin kongresi var. Bu kongre partiyi seçimlere taşıyacak olan kadroları ortaya çıkaracak. Belki bu nedenle, Başbakan grupla uzun süre birlikte olmayı düşünmemiş olabilir.

Erdoğan grup toplantısından sonra yanına Dışişleri Bakanı Gül’ü de alarak doğruca Ecevitler’in Oran’daki evine taziye ziyaretine gitti.

Başbakan’ın başsağlığı dileklerini ilettikten sonra, Rahşan Hanıma yapılabilecek bir şey olup olmadığını sorup, oradan ayrılmış.

Merak edip araştırdım, cenazenin kaldırılması konusuna hiç değinilmemiş.

Belki Cumhurbaşkanı Sezer’in, cenazenin beklemeyeceğini belirtip DSP yöneticilerinden,”İkna edin, Perşembe günü kaldıralım. Cenaze beklemez” demesine rağmen, Rahşan Hanımın Cumartesi gününde direnmesi nedeniyle bu konuya girme gereği duymamış olabilir.

Ayrıca grup toplantısının önemli bir bölümünü de Ecevit’e ayırdı Başbakan. Siyasetin yasaklandığı dönemlerde dik duruşunu koruduğunu belirtme gereği duydu. Anlaşılan kırılma dönemlerinde tavırlar Erdoğan açısından önemli.

Kendisi de bir ara dönemin mağduru ve dikleşmeden dik durmayı bildiği ve bugün cezaevinden başbakanlık koltuğuna yükselebildiği için bu psikolojiyi iyi biliyor olmalı.

Ancak başbakanın bilmediği bir şey var. “Doğrucu olacağım” derken, sosyal olayların etkisini düşünmeden açıklamalar yapıyor.

Erdoğan’ın grup konuşmasında, “İstanbul’da bir açıklama yaptım. Önüne arkasına bakılmadan şaşırtıcı sözler diye verildi. Ben gerçeği söyledim” sözleri bunun içindi. Güneydoğu’da 30’u aşkın vatandaşımız hayatını yitirmiş, Türkiye uzun süredir böyle bir sel felâketine maruz kalmamış. Erdoğan ise, çıkıp sel konusunun abartıldığını söyleyip, “Dünyanın en gelişmiş ülkelerinde bile bu doğal afetleri engelleme gücü yok“ demiş. Evet Uzakdoğu’da ve ABD’de Tsunami felâketi yaşandı. Buna rağmen o ülkelerin yöneticileri çıkıp, “Ne yapalım, tabiî afeti önleyecek gücümüz yok” demedi.

Erdoğan’ın sorunu, ülke yönetimi değil. Esas sorunu, iktidarın başarılarını dahi gölgeleyebilecek düzeydeki üslûbu.

Türkiye’nin şehitlerine ağladığı bir dönemde, “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir” sözü ile, Erdoğan, partisini 10 puan aşağılara çekti.

Şimdi ise, Güneydoğu’da selden zarar gören vatandaşların yaraları sarıldıktan, tepkiler dindikten sonra, ancak bölgeye gidebilecek. O Güneydoğu’ki, DEHAP’tan sonra AK Parti’yi ikinci parti yaptı. Yer yer DEHAP’tan bile fazla destek verdi.

Sel felâketinde malını, canı, canından çok sevdiği evlâtlarını kaybeden insanlara çıkıp, “Sel konusu abartılıyor” şeklinde bir mesaj verilir mi? Bunun doğruyu söylemekle ne ilgisi var? Zaten mağdur ve yaralı olan insanların karşısına çıkıp, “Sel konusu abartılıyor” demek, küfretmekten beter bir iş. Erdoğan’ın dil kazaları sürüyor. Milyonları peşinden sürükleyen, bir hitabet ustası olan Erdoğan’ın bu üslubuna, iletişim kazası demek bile hafif kalır. Buna vatandaşlarımız bir şey der, ama ben onu demeyeyim.

08.11.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İlmin âfetleri



Her değerli şeyin nimetleri ve nikmetleri, yani azap ve sıkıntıları olduğu gibi ilmin de nimetleri, sıkıntıları vardır.

Tabiî ki maksadına uygun şekilde kullanma veya kullanmamayla ilgilidir bu. Nasıl bir makinanın verimli çalışması, gerekli ürünün alınması herşeyden önce kataloğuna uygun şekilde çalıştırılmasıyla mümkün olduğu gibi ilim de maksadına uygun kullanıldığında maddeten ve mânen nice faydaları sağlarken, kullanılmadığında problemleri beraberinde getirir. İlmin de âfetleri vardır. İlmin hakkı verilmezse insanın başına belâlar açar.

Nasıl ilim adamının mürekkebi şehitlerin kanından ağır geliyorsa suistimal edildiğinde sorgusu da o derece çetin olur. Bir hadis-i şerifte belirtildiğine göre insan ömrünü nerede tükettiği, bedenini nasıl yıprattığı, neler öğrendiği ve öğrendikleriyle neler yaptığı, malını nereden kazanıp nerede harcadığı sorulup hesaba çekilmedikçe ayakları Allah’ın huzurundan ayrılmayacaktır.1

Peki, nedir ilmin hakkı?

Her şeyde olduğu gibi ilimde de esas olan Allah rızasını gözetmektir. Allah için öğrenilecek ve Allah için öğretilecektir. Üstünlük göstermek, nefsi ön plana sürmek ilmin âfetleridir. “Allah rızasından başka bir maksat için ilim öğrenen (ve öğrendiği ilimle Allah’ın rızasından başka şeyler arayan) kimse Cehennemdeki yerine hazırlansın”2 ikazı ne kadar dehşetlidir.

Allah’ın Kıyamet Gününde ilk olarakhesaba çektiği üç kişiden birisi ilim sahibi olduğu halde bununla Allah rızası dışında daha başka maksatlar gözeten, gösteriş olsun diye öğrenen ve öğreten mürâî âlimdir. Allah bu kulunu huzuruna çıkardığında ona sorar: “Ey kulum, Ben sana ilim vermedim mi?”

“Verdin ya Rabbi?”

“Peki, ne yaptın bununla?”

“Senin için öğrendim ve öğrettim. İnsanlara faydalı oldum.”

*Hayır,” der Cenâb-ı Hak. “Bunları sen benim için öğrenmedin ve öğretmedin. ‘Desinler’ diye yaptın. Git kimin için yaptıysan mükâfatını da onlar versinler” buyuracak ve sonra da meleklerine emredip onu yüzükoyun sürükleyerek Cehenneme götüreceklerdir.

İşte Allah için olmayan, nefis hesabına ve başkalarına hoş görünmek için öğrenilen ve öğretilen ilmin âkibeti budur.

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Kıyame: 1; Tergib, 1:125.

2- Buharî, İlim: 38; Tirmizî, İlim: 6.

08.11.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Ölülerin ve Ecevit'in arkasından konuşmak



Dirilerin arkasından aleyhte konuşmak iyi olmadığı gibi, ölülerin de arkasından konuşmak iyi olmasa gerek! Ancak, bir kısım olumsuzlukları, diktatörleri alenen savunmuşsa, bu fikirleri eleştirmek, zihniyeti tahlil edip ortaya sermek, “Ölülerin arkasından aleyhte konuşmayın!” prensibine girmemesi gerekir. Aksi halde, tarih konuşmamamız ve tarihten ibret almamamız gerekir.

Yine de ben sayın Bülent Ecevit’in aleyhinde bir şey söylemeyeceğim. Meselâ, laik-seküler anlayışın, hayatın her kademesinde uygulanmak istendiği CHP’nin 1947 kongresinde, “Laiklik yalnız din ile siyaset arasında bir alâka kurulmaması değil, sosyal hayatın her yönü ile din arasında bir münâsebet kurulmamasıdır”1 zihniyetini aynen uygulamak istediğini söylemeyeceğim.

CHP, 1950’lerden beri tam iktidar olmasa bile, laik güç, silahlı bürokrasi ve aydınlar üzerindeki etkisine güç veren zihniyetten yana tavır aldığını da vurgulamayacağım. “Din ve vicdan hürriyetini irticâ olarak göstermeye siyasî baskı denir. Bu ülkede herkes göğsünü gere gere ben Müslümanım diyebilmelidir” deyip, 1965 yılında, Başbakanlık seviyesinde, ilk defa Cuma namazını başlatan Süleyman Demirel’e, “Laik Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanı nasıl Cuma namazına gider?” diyerek laikliği “dinsizlik” mânâsında anlayan jakoben zihniyetin yanında yer aldığını; Demirel için zamanın CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit’in, 16 Eylül 1967 tarihinde, Denizli’deki konuşmasında, “İrticâın başı Başbakandır” şeklindeki tepkisini de nazara vermeyeceğim.

1968 yılında, Diyanet İşleri Başkanlığı Bütçe görüşmelerinde yine irtica tartışmaları alevlenmiş, CHP’li bir milletvekilinin “Nurculuk ve Süleymancılık yanında bir takım başka tarikatlar da faaliyet göstermeye başlamış ve din istismar ediliyor, bu gidiş de vahimdir” demesine ses çıkarmadığını da…

1977’lerde iktidara geldiğinde, okul duvarlarından büyük tarihî şahsiyetlerin indirilmesine ses çıkarmadığını, dolmuşlardaki “Allah’ın dediği olur!” yazılarının indirilmesine sebebiyet verdiğini nazara vermeyeceğim.

CHP’nin barajlara karşı, “Bu kadar elektriği toprağa mı vereceksiniz, çimento mu yiyeceğiz ki çimento fabrikası yapıyorsunuz!” demeleri gibi, onun da “Köprü lükstür!” deyip karşı geldiğini dikkate sunmayacağım.

Türkiye’nin AB’ye (o tarihte AET idi) girmesi teklifini reddettiğini de söyleyecek değilim! 1974’lerden sonra anarşiyi azdırdığını, halkı sokağa döktüğünü, beceriksiz yönetimiyle kuyruklar meydana getirdiğini; anarşiyi durdurmak için Adalet Partisi’nin çağrılarına kulak vemediğini, ülke yararına hükümeti desteklemediğini de ilân etmeyeceğim. Milletin oylarıyla seçilmiş Merve Kavakçı’nın, başörtüsüyle Meclis’e girdiğinde, “Bu kadına haddini bildirin!” diye bas bas bağırarak ülkeyi germesini, zinde güçleri tahrik etmesini de dikkate sunmayacağım. 1979 seçimlerinde Adalet Partisi’nin 5 milletvekilliği kazanması üzerine, “Halkın demokratik tercihine saygılıyım!” diyerek istifa etmesi övgüye değer. Bir de, Osmanlı’nın son padişahı “Vahdettin hain değildi” sözünü söylediği için onu alkışlıyorum. Şak, şak, şak!

Türkiye’nin demokratikleşememesinin, hak ve hürriyetlerin kemaliyle işleyememesinin müsebbibi Kemalist-solcular olduğundan, onun son vasiyeti “Sol birleşsin” şeklinde olduğu için de onu yerecek falan değilim.

Ve onun için başka bir şey de yazmayacağım.

Dipnotlar: 1. Doç. Dr. Mümtaz’er Türköne, Modernleşme, Laiklik ve Demokrasi, s. 3.

08.11.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Eserine bakalım



Ölen birinin sıradan bir vatandaş olması ayrı, milletin mukadderatına tesir etmiş bir politikacı olması ayrıdır. Dolayısıyla, haklarındaki değerlendirmeler de ayrı ayrı yapılır.

Bir politikacı öldüğünde, onun özel/şahsî hayatından çok, onun ülkeye, millete yönelik siyasî icraatları üzerinde durulur; övgüler de, yergiler de ona göre yapılır ve yapılmalı. Biz de öyle yapıyoruz. Bu sebeple, kimse bize "Ölenin ardından böyle konuşmayın" dersini vermeye kalkışmasın. Muhatap almayız, muhatap olmayız.

* * *

Bizim riyâkârlık yapacak halimiz yok. Yakışmaz. Evvelki gün ölen Ecevit ve siyasî icraatları hakkındaki düşünce ve kanaatimiz neyse, onu aynen yansıtmaya çalışıyoruz.

Hakarete de tenezzül etmeyiz; ancak, neyi biliyor ve neye inanıyorsak, lâfı hiç eğip bükmeden onu yazıyoruz. Çünkü, Ecevit kişiliğiyle, fikriyatıyla, siyasetiyle artık tarihe mal olmuş biridir.

Şimdi, ikiyüzlülük yapmadan herkes samimî görüşünü ortaya koymalı. Kaldı ki, bizim yaklaşım tarzımız hiç değişmedi. Bugün için yazdıklarımız, Ecevit hayatta iken yazdıklarımızdan farklı değil.

Ama, gelin görün ki, bugün birçok gazetenin köşe yazılarından vıcık vıcık riyâkârlık akıyor. Birden ağız değiştirenler oldu; övgüler, methiyeler düzmeye başladılar: Şöyle dürüsttü, böyle zarifti, adam gibi bir devlet adamıydı, cesurdu, nazikti, halkçıydı, yemez–yedirmez biriydi, şairdi, romantikti, vesaire...

Ve, bütün bunlar bir bir sıralanırken, kimse o yokluk ve kuyruk günlerini, ekonomiyi altüst eden derin krizleri, Kemal Derviş sendromunu, 35 yıllık Kıbrıs çıkmazını, Köy–Kent fiyaskosunu, Güneş Motel'deki "11'li hükümet" düzenbazlığını ('978), devrimci Mustafa Üstündağ'lı, intiharcı Kemal Uluğbay'lı, 28 Şubatçı Metin Bostancıoğlu'lu Millî Eğitim fâciasını, katmerli af (1974 ve 2001) fâciasını, imam hatipleri–Kur'ân kurslarını kapatma fâciasını, Meclis kürsüsündeki "Bu kadına haddini bildirin!" öfkesini ve lideri olduğu partisinin son seçimde niçin dibe vurduğunu aklına getirmek istemiyor. (Artık nasıl bir nezaket, zerâfet, dürüstlükten söz ediliyorsa...)

Yine, Ecevit'i göklere çıkarmaya çalışan, yaptıklarını öve öve bitiremeyenlerin hiçbiri çıkıp da şöyle adam gibi bir "eser"den söz edemiyor.

Keza, kimse vatanın, milletin hayrına tahsis edilmiş bir tek tesisin ismini zikredemiyor. Oysa, her büyük devlet adamının illa ki büyük eser(ler)i olur.

Dahası, ondan "büyük devlet adamı" diye söz eden kimsecikler, bu şahsın lideri olduğu partinin, son seçimlerde neden % 1'lere kadar düşerek yerlerde süründüğünü hatırına hiç getirmek istemiyor.

Bütün bunlar yalan mı?

Şükür ki, kendini kaybetmeyen birkaç kaleme—bazıları satır arasında olsa da—rastladık da, medyamızdan yana ümidimizi büsbütün karartmadık.

İşte, dünkü köşe yazılarında Ecevit'le ilgili rastladığımız "aklı başında" birkaç değerlendirme yazısından kısa iktibaslar.

Eğitim şart; ama...

Milliyet'ten Abbas Güçlü, "Eğitimin çok uzağındaydı" dediği Ecevit'in politikalarını şu sözlerle değerlendiriyor:

"Eğitim konusunda iz bırakacak icraatlar yaptı desek yalan olur. Ecevit'in ilk Milli Eğitim Bakanı Mustafa Üstündağ'dı. Hızlandırılmış eğitim ve 3–4 aylık şipşak öğretmenler o dönemin eseri.

"Ecevit'in son dönem Milli Eğitim Bakanı hukukçu Metin Bostancıoğlu ise, tam bir felaketti. Eğitimle uzaktan yakından ilgisi yoktu. Bakanlığı, o dönemde bakan değil, bürokratlar yönetti.

"Son koalisyonunun ilk Milli Eğitim Bakanı olarak Hikmet Uluğbay ismi açıklandığında hayretler içerisinde kalmıştık. Gerçekten de eğitimin çok uzağındaydı. (...) Ekonomiye kaydırıldı. Bir süre sonra da intihar olayı yaşandı."

Sosyo–ekonomi

Star'dan Ahmet Kekeç, yazısının sonunda Ecevit'in sosyo–ekonomi projesinden şöyle söz ediyor: "Hakkını teslim edelim yine de: Türkiye’de ‘projesi olan tek sosyal demokrat’tı. Başbakanlığının son aylarında bu projesini hayata geçirdi; Karadeniz`in şirin bir ilçesinin şirin bir köyüne şirin mi şirin bir ‘Köy-Kent’ kondurdu. Hepsi hepsi bu işte..."

Aynı konuya dikkat çeken Zaman'dan Ömer Şahin, Ecevit'in içinde kalan "iki ukde"yi şöyle özetliyor: "Ecevit, iki projeyi gerçekleştiremediği için üzülüyordu. Bunlar, yaygınlaşamayan Köy-Kent Projesi ile hayat arkadaşı Rahşan Hanım'ın memleketi Şebinkarahisar'ı il yapamamasıydı."

Liderlik vasfı

"Övgülere keşke katılabilseydim" diyen Hıncal Uluç (Sabah) şu değerlendirmede bulunuyor: "Bir lidere yakışmayacak kadar karısının etkisinde kalışı yanlışlarının en büyüğüydü.. 'Rahşan Affı' lâfının geçmediği gün var mı, iyi bakın.. Yığınla örnekten biri sadece.. İnsan olarak pek sevemediğim Ecevit, başarılı bir devlet adamı, akıllı bir siyasî lider de değildi yani, bana sorarsanız.."

Kıbrıs: Fetih mi, esaret mi?

"Gazetem.net"ten Ahmet Altan, Ecevit'e biçilen en büyük şeref payesi olan "Kıbrıs Fatihi" yönünü şu cümlelerle nazara veriyor: "Kıbrıs savaşıyla 'fatih' olmuş ve 'fethettiği' toprakların hem kendisini, hem de bütün ülkeyi esir almasına o 'fatih' ünvanı karşılığında razı olmuştu. Türkiye, onun ayaklarına bağladığı Kıbrıs prangasından bir daha kurtulamamıştı. Avrupa Birliği’nin eşiğinde Türkiye’yi o durdurmuştu."

Kafa karışıklığı

Son olarak dünkü Zaman'dan Mümtaz'er Türköne'ye ait yazısının son paragrafda yer alan bir tek cümleyi aktaralım: "Ecevit, Türk halkında var olan kafa karışıklığının temsilcisi idi."

Bu cümlede ifade edilen mânâ gerçeğini biz de tasdik ediyor ve altına imzamızı aynen atıyoruz.

Ölçü

Derler ki...

Adettir: "Ölenin arkasından kötülükleri konuşulmaz."

(Bu ölçü, kişinin 'özel hayat'ıyla ilgilidir.)

Adettir: "Cenaze bekletilmez."

(Bu da meselenin 'dinî tavsiye' boyutuyla ilgilidir.)

Günün Tarihi

Usta şair Çamlıbel

8 Kasım 1973: Meşhûr "Han Duvarları" isimli şiirin yazarı Faruk Nafiz Çamlıbel'in vefatı..

DP'li olduğu için 1960 ithilâlinde Yassıada'ya sevk edilen şair, burada da "Zindan Duvarları"nı kaleme alacaktı.

Zafer Türküsü'nden

Yaşamaz ölümü göze almayan

Zafer, göz yummadan koşana gider.

Bayrağa kanının alı çalmayan

Gözyaşı boşana boşana gider!

Bu yolda herkes bir ey delikanlı

Diriler şerefli ölüler şanlı

Yurt için döğüşen başı dumanlı

Her zaman bu sandan, o sana gider.

08.11.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Sünnet-i Seniyyenin kapsamı ve mükâfatı



Metin Bey: “On birinci Lem’a- Altıncı Nükte’de; Sünnet-i Seniyyenin mertebeleri olduğundan söz ediliyor. Şöyle ki: ‘Bir kısmı vaciptir, terk edilmez. O kısım, Şeriat-ı Garrâ’da tafsilatıyla beyan edilmiş. Onlar muhkemattır; hiçbir cihetle tebeddül etmez. Bir kısmı da, nevafil nevindendir. Nevafil kısmı da, iki kısımdır. Bir kısım, ibadete tabi Sünnete-i Seniyye kısımlarıdır. Onlar dahi şeriat kitaplarında beyan edilmiş. Onların tağyiri bid’attır. Diğer kısmı ‘adab’ tabir ediliyor ki, Siyer-i Seniyye kitaplarında zikredilmiş...’ Böylece Üstad nevafil kısmından olan ikinci kısmı açıklıyor. ‘Vacip olan ve terk edilmeyen, hiçbir cihetle tebeddül etmeyen kısmı’ ile ‘ibadete tabi olan ve tağyiri bid’at olan Sünnet-i Seniyye kısımlarını’ tafsilatıyla ve örnekleriyle izah eder misiniz?”

Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretlerine göre Sünnet-i Seniyye, Allah’tan vahiy yoluyla gelen ve Sevgili Peygamberimiz (asm) tarafından bizzat ve ilk elden uygulanarak bize bildirilen yüce dinin emirlerinin tümünü kapsar. Üstad Hazretleri bu alandan sadece bid’ati dışta tutar ve “Bu gün size dininizi tamamladım”1 âyeti ile öyle bir sınır çizer ki, bu sınırın içine vahiyle gelen emirlerin tamamı girer.2 Çünkü dînin tüm emirlerinin uygulamada ilk ve orijinal örneği, rehberi, kılavuzu ve modeli Sevgili Peygamberimizdir (asm).

Sünnet-i Seniyyeyi böyle geniş perspektifli anlayınca, bu durumda, şüphesiz Sünnet-i seniyyenin mertebeleri söz konusu olacaktır ki, On Birinci Lem’a’nın Altıncı Nüktesinde açıklanan mertebeler bunlardır.

Bedîüzzaman Hazretleri burada Sünnet-i Seniyyeyi iki ana kola ayırıyor: 1- Vacipler, 2- Nafileler.

1- Vacipler: Bunlar yapılması zorunlu ve gerekli olan dinî emirlerdir. Farz ve vacip olarak fıkıh ve ilmihal kitaplarına geçen emirler bu kısımdandır. Bu kısım Sünnet-i Seniyye terk edilmez. Çünkü bunlar muhkemâttırlar, yani dînin ana direkleri hükmündedirler. Hiçbir şekilde değişmezler, değiştirilmezler. Değiştirilmeleri teklif edilemez, tartışılamaz. Teşrî edildiği gibi amel edilir.

Bu kısım sünnetler farz veya farzların tamamlayıcısı mesâbesindedirler. Bu kısma sünnet denmesinin sebebi, Allah’ın emirlerinin Peygamber Efendimiz (asm) tarafından uygulanarak tebliğ edilmiş olmasıdır. Bu kısım emirler, Peygamber Efendimiz (asm) tarafından nasıl uygulandı ise, nasıl gösterildi ise, aynı şekli ve formu korumak, almak ve uygulamak zorundayız. Yapılması halinde farz veya farza yakın sevap kazandırırlar. Bu kısım emirleri terk etmek günahtır.

Meselâ farz namazlar, namazların farz ve vacip rükünleri ve şartları, vitir namazı, vitir namazında kunut duâları, namazda tadil-i erkân, namazda kıyamda iken kıraat yapmak, Fatiha Sûresi okumak, namazda oturuş, oturuşta Ettahıyyâtü’yü okumak, bayram namazları, bayram namazındaki ziyade tekbirler, Kurban Bayramındaki teşrik tekbirleri, Kurban Bayramında kurban kesmek, vakit namazları için ezan okumak, Peygamber Efendimize (asm) salât ü selâm getirmek bu tür farz veya vacip hükmünde sünnetlerden sadece bir kaçıdır.

2- Nafileler: Bunlar da iki gruptur:

a) İbadetlere tâbi sünnet-i seniyyeler. Bu kısım kitaplarda “sünnet-i müekkede” veya “sünnet-i gayr-i müekkede” kaydıyla beyan edilirler. Buradaki “müekkede” veya “gayr-i müekkede” kaydı söz konusu sünnetin “sıhhat” derecesini değil; emir ve talimattaki “şiddet ve gereklilik” derecesini belirlemek içindir. Bu tür sünnetler tamamen kulun kendi tercih ve iradesi ile yapabileceği; yapması halinde, bol sevap, bereket ve feyiz kazanacağı; fakat terk etmesi halinde günahkâr olmamakla beraber sevabından mahrum kalacağı sünnetlerdir. Meselâ namazların sünnetleri, teravih namazı, duhâ namazı, teheccüt namazı, Ramazan orucu dışındaki nafile oruçlar, namazda “Sübhâneke” okumak, Fatiha okunduktan sonra “âmin” demek, rükû ve secde tesbihlerini en az üçer defa yapmak bu tür sünnetlere birer misâl teşkil eder.

b) İbadete tâbi olmayan Sünnet-i Seniyyeler. Bu kısım, siyer-i seniyye kitaplarında zikredilen ve “âdâb” tabir edilen genel davranış ve fiillerdir. Örf, âdet ve fıtrî muâmelelerde bu kısım Sünnet-i Seniyyelere uymak, âdetleri ibadete çevirmektedir. Meselâ önünden yemek, su içerken içine nefes vermemek, sağ yanı üzerine yatmak, genel hareket ve davranışlarda sağdan başlamak bu kısım sünnetlerden bir kaçıdır. Bu sünnetlere ittibâ eden büyük feyiz ve nur alır; ittibâ etmeyen günahkâr olmamakla birlikte Sünnet-i Seniyye sevabından mahrum kalır.

Dipnotlar: 1- Lem’alar, s. 58 2- Mâide Sûresi: 3

08.11.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Bilinsin mi, bilinmesin mi?



Eski Başbakanlardan Bülent Ecevit’in ölümüyle ilgili değişik haber ve yorumlar yapılıyor. Ölüm, değişmeyen tek gerçek. Er ya da geç hepimiz ‘ölüm’ü tadacağız. İslâma göre önemli olan ‘geçici dünya hayatı’ değil, ‘ebedî âlem/öteki dünya’dır; bunu bilir ve bunu söyleriz.

İslâmiyet, hayat dini olduğu için; dünya ve ahiret hayatımızı da nizama koyar. ‘Öteki dünya’da kazanabilmek için; ‘fani dünya’da nasıl yaşamamız gerektiğini de Kur’ân’dan öğreniriz. Tabiî ifade etmeye çalıştığımız ve herkesin bildiği gerçekler, ‘inananlar için’ geçerlidir. Bu konularda ‘şüphe’si olanlara söyleyecek tek şey var: “Allah (cc) iman ve iz’an nasip etsin.”

Ecevit’in ölümüyle ilgili yapılan yorumlara değişik tepkiler geliyor. Bazıları, “Ölünün arkasında (kötü) konuşulur mu?” diye sorarken, bazıları da “Her şey bilinsin” diyor. “Ölünün arkasından nasıl konuşulacağı” konusu, ‘ilahiyatçı uzman’ların sahasına girer. İşin bu yönünü ‘uzman ilahiyatçılar’a bırakıp, şunları hatırlatabiliriz:

Eski başbakanlardan Bülent Ecevit’in Türkiye siyasetinde bir ‘iz’ bıraktığı, elbette tartışılamaz. Ancak bu ‘iz’in ne olduğu veya millet menfaatinde bir ‘iz’ olup olmadığı elbette tartışılır ve tartışılacaktır. Bizim arzumuz, bir bütün olarak Türkiye siyasetinde bırakılan ‘iz’in ortaya konulmasıdır.

Kişiler, elbette ‘hata’ ve ‘sevap’larıyla değerlendirilir. Tek bir ‘iyi’liğini öne çıkarıp, diğer ‘fena’ hallerini görmemek ya da göstermemek hakperestliğe sığmaz. Üstelik, ‘kötü’lükleri aşikâr olarak işleyen ve bununla da övünenleri teşhir etmek yanlış değildir.

Bazı gazeteler, Ecevit’in vefatı sonrası önceden hazırladıkları ‘methiye’lerini yayınlama yarışına girdiler. Buna da bir itirazımız olmaz. Türkiye’de ‘iz’ bırakmış bir siyasetçiyi, isteyen istediğini şekilde değerlendirebilir. Ancak, geçmişte yapılan ‘hata’larının hatırlatılmasına itiraz edilmesini de anlamak mümkün değil. ‘Onu sevenler’in Ecevit’i methetme hakları var ise, ‘ona mesafeli bakanlar’ın da itirazlarını dile getirme hakkı olmalıdır. Aksi halde ‘hakikat/gerçek’ nasıl orataya çıkabilir?

Meselâ, bazı gazeteler Ecevit’ten bahsederken; “12 Eylül’e karşı çıktı” diyorlar. Bundan tabiî ne olabilir? Bunun bir ‘haber’ değeri var mı? Partisi kapatılan bir siyasetçi, ihtilâlcilere dönüp “Elinize sağlık” mı demeliydi? Böyle demedi diye ekstradan ‘övgü’yü hak eder mi? Ecevit 12 Eylül ihtilâline karşı çıktı da, diğer siyasîler destekledi mi?

Hem kendisine yapıldığı için 12 Eylül’e karşı çıkan Ecevit, aynı derecede 27 Mayıs’a karşı çıktı mı? 27 Mayıs’ın ihtilâlcilik anlamında 12 Eylül’den ne farkı var? Kendisine karşı yapılan ihtilâle hayır deyip, öz be öz milletin reyleriyle iktidara gelen başka bir partiye (daha doğrusu doğrudan demokrasiye) karşı yapılan ihtilâle destek olmak hangi görüşte olursa olsun siyasetçiye yakışır mı?

Bu ve benzeri yüzlerce “Türkiye gerçeği”ni milletin bilmesini gerekmez mi? Vefat sebebiyle bunları hatırlatmak; kimi, niçin rahatsız eder?

08.11.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

‘Başı kestik sıra gövdede’



Saddam Hüseyin giderken geride büyük ve sakil bir miras bıraktı. İki defa ABD’nin taşeronluğunu yaptı ve iki kez de ‘kader adelet eder’ sırrıyla darbesini yedi.

1980’de İran’a yönelik bir askeri harekat başlattı. Bundan maksadı İran nufuzunu Araplar namına Irak kapılarında durdurmaktı (Irak: Bevvabetü’ş şarkiyye li’l-ümmeti’l arabiyye). Durdurdu da. Buna ödülü de 1991 yılında Kuveyt’ten sürülmek oldu. 1991 dünya için bir dönüm noktası oldu. Gorbaçov ve Saddam sayesinde ikili sistem iflas etti ve Soğuk Savaş dönemi tabii ki ABD’nin zaferiyle taçlandı. Neoconlar tetikte ve siperde idiler. 10 yıl sonra oğul Bush’a yaptırdıklarını o sırada baba Bush’a yaptırmak istemiş ama muvaffak olamamışlardı.

Wolfowitz gibiler Baba Bush’un Bağdat’a kadar gitmesini istiyorlardı. Baba Bush temkinliydi ve müttefiklerine verdiği sözün dışına çıkmak istemiyordu. Saddam Bush idaresinin işmar ve imasıyla Kuveyt’te girdikten on yıl sonra 2003 yılında nihai ve son darbeyi de yedi. Bununla birlikte Kuveyt Saddam için tuzak olurken Irak da Bush yönetimi için tuzak olmuştur. İlginçtir, ABD İran nufuzunu engellesin diye Saddam’ı İran üzerine salmıştı. Ama 2003 yılında Saddam’ı tasfiye ederken bu defa İran’ın nufuzunu Irak’a kendisi taşıdı. Saddam, İran’a savaş açarak ve ardından 1990’da Kuveyt’i işgal ederek bölgeye Amerikan nufuzunun ve müdahalesinin Truva atı oldu. 2003 itibarıyla ABD de Irak’a girebilmek için İran nufuzuna yataklık etmek zorunda kalmıştır. İşin böyle bir garabet tarafı da var. Bununla birlikte, 2006 sonlarına doğru Bush yönetimi emsali görülmeyecek bir siyasi avanaklıkla Sünnileri blok olarak karşısına aldığı gibi, Şiileri kendi karşısında birleştirmiş oldu.

İranlı muhalif veya İran’ın Orhan Pamuk’u sayılabilecek Şirin Ebadi bile son sıralarda Amerikan aleyhine döndü. ABD ziyareti sırasında Hatemi, Irak’ta Amerikan-İran ortaklığından bahsederken şimdi çıkmasının istikrar getireceğini söylüyor. Sanki ABD karşısında İran politikası külliyen değişmiş gibi. İran hükümet sözcüsü Gulamhüseyin İlham, ABD’nin Irak’taki varlığının gayri meşru olduğunu, ABD’nin çekilmesiyle bu ülkedeki sorunların çözülebileceğini söyledi. Irak Başbakanı Maliki de ABD ile restleşmiş idi. Uşak değil ortak olduklarını hatırlattı. Amerikan yanlısı laik politikacılar da ABD ile İran arasındaki ilişkilerde samimi değiller, gidip geliorlar ve denge gözetiyorlar. Bunun için Çelebi ve Talabani’nin isimlerini anmak bile yeterli. Askeri bataklığın yanında ABD’nin karşılaştığı siyasi bataklık da giderek sahasını genişletiyor.

***

Saddam Hüseyin kararı ve kararın bir şekilde infazı Bush yönetimi için siyasi rant temin edebilir, ama asla Amerikan çıkarlarına hizmet etmeyecektir. Askeri ve siyasi bataklığı daha da derinleştirecektir. Zaten Saddam son dönemi itibarıyla siyasi kadavradan ibaretti. İran’ınkiyle Irak’ınkiyle Şiiler nezdinde ABD’nin caydırıcılığı kalmamış durumda. Zira Soğuk Savaş sırasında dünyanın yükünü SSCB ile birlikte çekiyor ve paylaşıyorlardı. Şimdi ise dünyanın siyasi çelişkilerini ve yükünü tek başına omuzlamak durumunda. Bu ise hiçbir faninin harcı değil. Sadece Clinton gibilerin izlediği akıllı ve yumuşak politikalar veya anlayış zemini ABD’nin etkisini idame ettirebilirdi. Bush kendim ettim kendim buldum diye hayıflanabilir. Saddam’ın ağır mirası pratöner gibi ABD’yi bölgeye çekmek ise ABD’nin geriye bırakacağı sakil miras ise tarihin derinliklerinde kalması gereken mezhep kavgalarıdır.

Bu hususta; ABD’nin sorumluluğu noktasında Robert Fısk yine açmış ağzını yummuş gözünü. Independent muhabiri Robert Fisk, Saddam Hüseyin’in bir zamanlar ABD’nin Arap dünyasındaki en iyi dostu olduğunu hatırlatarak, onun bütün katliamları ve insanlık suçlarına göz yumanların şimdi Saddam Hüseyin’ve verilen ölüm cezasını kutlamalarını “iki yüzlülük” olarak niteleliyor. Robert Fisk, “Irak Saddam Hüseyin’den sonra ne yazık ki eskisinden de beter bir yer haline geldi. Kaderin cilvesine bakın ki Irak, bizim tarafımızdan kurtarıldığından bu yana katiller, caniler, ırz düşmanlarıyla doldu. Boğaz kesiyor, işkence yapıyor, öldürüyorlar. Çoğu da şu anda desteklediğimiz ve tabi ki seçimle iş başına gelmiş Irak hükümetine bağlı olarak çalışıyor. Bu savaş suçlularının bazılarının maaşlarını, bu demokratik hükümetin bakanlıkları aracılığıyla bizzat biz ödüyoruz. Bu caniler yargılanmayacak, asılmayacaklar. İşte bu bizim utancımız. Adalet ve ikiyüzlülük hiç bu kadar utanmazca bir araya gelmiş midir?” ifadelerini kullandı.

***

ABD bastırılmış tarihi kin ve husumeti yeniden hortlattı ve günümüze ve coğrafyamıza yeniden taşıdı. Fısk’in ima ile temas ettiği ölüm mangaları bunlardan birisi ve Akrepler gibi adlar taşıyan onlarca ölüm mangasından söz ediliyor.

Saddam kararından sonra Sadr semtindeki kimi Sii militanlar: “Başı kestik sıra gövdede’ diyorlarmış. Saddam’ın asılması sorun değil. İşin sorunlu kısmı asanların kimliğidir. Saddam’la birlikte aslında ortadaki suç değil suçun taraflarından birisi cezalandırılmış oldu. Maşeri vicdanının kabullenemediği husus budur. 1991 ayaklanmasının bastırılması, İran-Irak savaşı gibi hususlardan dolayı Şiilerin özel bir durumu ve hıncı var. Bununla birlikte şamata bastırılması gereken ilkel bir duygudur. Şiiler şamata yapmasınlar Sünniler de fazla üzülmesinler.

08.11.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004