Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 13 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Dizi Yazı

Mustafa ÖZCAN

Rikşa Bangladeş'in vazgeçilmezi

Bir hafta süreyle Bangladeş’i baştan başa dolaştık. Bu gezimiz kâh Bangladeş’in millî aracı ve bineği rikşalar, kâh motorsiklet, kâh da jeeplerle devam etti.

Neredeyse bu gezi sırasında bir dakikamız bile boşa geçmedi. Geceleri üç beş saatle idare ediyorduk. Partnerlerimiz bizim için yoğun bir program tertip etmişlerdi. IHH’dan Murat Yılmaz’la birlikte gayet uyumlu bir beraberliğimiz oldu ve bundan dolayı da bir haftayı geride bıraktığımızda vaktin nasıl geçtiğini anlayamadık.

Doğrusu Bangladeş’e giderken meşakkatli bir seyahatla karşılaşacağımızı umuyordum. Ülke şartlarının zor olduğunu düşünüyordum. Ülkenin genel durumu hakkında bilgimiz eksikti. Bu bilgiler genellikle basmakalıp bilgilerdi. Daha önce Endonezya gibi ülkelere dâvet almış, ama gidememiştim. Bangladeş’le birlikte kendi rekorumu kıracaktım.

Bangladeş’e Büyük İskender’in izinden gittiğimi söyleyebilirim. Keza Dubai’ye döndüğümüzde meşhur Arap seyyahı İbni Batuta’nın Hindistan’a kadar gittiğini harita üzerinden bir kez daha görecek ve öğrenecektik. Bu yolda seleflerimiz Makedonyalı İskender ve Faslı İbni Batuta olmuş idi. Keşke bizden önce Bangladeş’e Evliya Çelebi gitseydi de onun billur gibi akıcı ve bir o kadar da tatlı ve mübalâğalı satırlarından gezisini okumak nasip olsaydı. Neyse.

Gerçekten de Bangladeş’e vardığımda İskender’in güzergâhı üzerinde olduğunu anladım. Büyük İskender, Sakarya Savaşı’nın ardından Persleri yenince, Şark’ta onu durduracak hiçbir güç kalmamıştı. Cengâver olarak Asya’nın içlerine doğru ilerliyordu. Ve Gazneli Mahmud gibi bu fütûhatı sırasında Hindistan’a kadar gittiği bir gerçek.

Bununla birlikte, o dönemlerde Hindistan’la birlikte sayılan Bangladeş’e kadar geldiğini bilen yok. Bu açıdan bizim İskender’i solladığımız bile söylenebilirse de, ben kendimi sadece Büyük İskender’in güzergâhında kabul ettim. Bunun önemli bir sebebi şu: Bangladeş’e gelmeden önce en son Büyük İskender’in doğduğu toprakları ziyaret etmiştim. Ayağımın tozuyla Makedonya’dan geldikten sonra Asya’ya yönelmiştim. Bu ilginç olan, ama ilginç olduğu kadar da rastlantı olmayan bu yeni gezi dolayısıyla bana İskender’in izinde seyahat ediyormuşum hissi verdi. Ve bu hissimde yanılmadığıma eminim.

GEÇ KALMAMIŞ, AMA GECİKMİŞ BİR ZİYARET

Aslında nasibim 2006 senesine imiş. Zira IHH’dan ilk yurtdışı gezisi teklifi olarak Bangladeş’i almıştım. Daha sonra bu kurumla Arnavutluk gibi yerlere gitsek dahi, Bangladeş’e gitmek nasip olmamıştı. Araya başka ülkeler girmiş, ama bir türlü Bangladeş’e gidememiştik.

Bangladeş bana daima egzotik gelmiştir. Kesinlikle gitmek ve görmek istediğim ülkelerin başında geliyordu. Tekdüze ülkeleri görmektense, farklı ülkeleri görmeyi yeğlerim. Farkı olan ülkelerin başında da şüphesiz Bangladeş geliyor.

2002 senesinde olacak, IHH’daki arkadaşlar bana Bangladeş’e gidip gidemeyeceğimi sordular. Ben de “hay hay” dedim. Ama bunun üzerine sürpriz bir gelişme oldu ve hac araya girdi. Ben o yıl 40 yaşıma basmıştım. Eski dairemizi satmış ve yeni bir ev almıştık. O münasebetle borçlanmıştık ve kıpırdayacak halimiz yoktu. Eşimle sözleşmeme nazaran kırk yaşıma basarsam ve imkânımız olursa umreye gidersek sakal bırakacaktım. Ama şartlar hiç lehimde gözükmüyordu. Birincisi maddî açıdan imkânım yoktu. İkincisi kırk yaşıma bastığım ay, yani doğduğum ay o yıl hac mevsimine denk gelmişti ve mevsim umre mevsimi değildi. Bu itibarla, her açıdan da nezir ve adağımız yerine gelmiyordu. Doğrusu yılların bu kadar hızlı akarak bir gün kırk yaşıma basacağımı da hesap etmemiştim. O açıdan eşime böyle bir söz vermiştim. Diğer yandan psikolojik olarak sakal bırakmaya da hazır değildim. Bu açıdan adağımızı ve nezrimizi şartlar gereği yırttığımızı düşünürken, rahmetli Mustafa Canelli’nin telefonuyla irkildim. Bana o yıl TÜRSAB’la birlikte dâvetli olarak hacca gelip gelemeyeceğimi soruyordu. Evet bizim imkânlarımız yoktu, ama ötelerden bir dâvet gelmişti. Reddetmeye mecalim yoktu. Bundan dolayı Mustafa Canelli’ye “evet” dedik. Böylece Bangladeş ziyaretim ötelenmiş ve ertelenmiş oluyordu.

Derken, IHH, ısrarla 2005 yılında da Bangladeş’e gidip gidemeyeceğimizi sordu. Ben de öteden beri gitmek istiyordum. Bununla birlikte, bu defa da pasaportumuz vize işlemine veya engeline takılmıştı. Artık tevekkül etmiş ve hac gibi oradan da bir dâvet bekliyorduk. Neyse ki, oradan da bir dâvet geldi. Ve öylece gittik.

Cemaat-ı İslâmiye’ye yakın yardım kuruluşlarından olan Islamic Aid Bangladesh bize dâvet göndermişti. Ankara’daki elçilik mensupları bizim vize işlemlerimizi sallıyordu. İçişleri bakanlığından onay gelmediğini söylüyordu. Pasaportumda gazeteci ibaresi görmeleri işkillenmelerine yetmişti anlaşılan. Bangladeş’in hayatı da, ölümü de su. Aynı şekilde gazetecilik de hem avantaj, hem de dezavantaj. Yani hem zayıf, hem de güçlü tarafımız.

Ve yılan hikâyesine dönen Bangladeş seyahati IHH merkezindeki arkadaşları da seferberliğe soktu. Çoktandır pasaportum IHH’da duruyordu. Hatta yurtdışına çıkacağımda pasaportumu ödünç alıyordum. Hatta belki de ABD’den vize isteseydik bu kadar-belki de kimbilir yarısı kadar-zorlanmazdık. En kolay vize alacağımızı umut ettiğimiz ülke, çetin ceviz çıkmıştı. Bizi görmek istiyorlarmış.

Bir gün Murat Yılmaz ‘Büyükelçi mülâkat için randevu verdi, bizi Ankara’da bekliyor’ dedi. Kalktık uçakla Ankara’ya gittik ve saat 10’daki randevumuza yetiştik. Büyükelçiyi bizi beklerken bulduk. Kendince meselenin bu kadar dallanıp budaklanması açısından mazeretini mi bildirmek istiyordu bilmem, ama bize tam bir saat nutuk çekti.

Çok talimli değildik ve konuşmasının bazı bölümlerini anlamakta güçlük çekiyorduk. Sonunda bize müjdeli haberi verdi ve “Vizenizi akşama alacaksınız” dedi. Bunun üzerine gerisin geriye İstanbul’a döndük ve sefer hazırlıklarımıza başladık.

Asker kökenli olan Supradip Chakma Türkiye’den çok etkilenmiş. Bu etki biraz da menfî. Türklerin çok milliyetçi ve kendini beğenmiş olduğunu söylemek istedi bize. Gûya buna karşı da misilleme yapıyor gibiydi. En azından bu gerekçeyle yaptıklarını haklı çıkarmaya çalışıyordu.

Türklerin Bangladeşlilere yukarıdan baktıklarını ve ezmek istediklerini söylüyordu. Bu ağırına gitmişti. Kendince haklı yönleri de vardı. Bununla birlikte konuşması sırasında hâlâ eskiden ayrıldıkları ve bir parçası oldukları Pakistan’a karşı hınçla dolu olduğunu gördüm. Bize karşı yaptıkları değil de, daha ziyade bu anlayışı beni üzdü. Eyüp Han veya diğerleri yanlış da yapmış olabilir, ama Pakistan’dan ayrılmak çözüm değildi. Yeri geldikçe bu meseleye değineceğiz.

Emirates Havayolları ile Dubai üzerinden gideceğimiz Bangladeş biletlerimiz ayarlanmıştı. Önce Dubai’ye uçacağız ve oradan da bir iki saat sonra Bangladeş’e yönelecektik. Dönüşte ise, Dubai’de 25 saatlik bir vaktimiz olacaktı.

Devam edecek

İTHAF

Yurtdışı gezilerimizde bir kez daha görüyoruz ki, içe bakan göz kadar dışa bakan göz de önemli. Gözün biri içe bakıyorsa, mutlaka diğeri de dışa bakmalı. Bu açıdan içine kapanan toplumlar hem maddî, hem de manevî olarak fakirleşirler. İflâs ederler. Bunu aşmak, ancak ufukla olur ve afakı aşmakla olur. Bunun için de görev ve macera ruhuna ihtiyaç vardır. Asr-ı Saadet’te Müslümanlar özkaynaklı enerjileriyle 15-20 yıl zarfında dünyanın yarısına ulaşmışlardı. Onların hızına ne Büyük İskender, ne de başkaları yetişebilmişti. Bu enerjiyi nereden alıyorlardı? Elbetteki misyon bilincinden. Bu itibarla, bu yazıyı bizi yaşatanlara ve ikinci gözümüzü afak üzerinde açanlara ve tutanlara adıyorum.

Bunlardan ilki, Türkiye’de Tebliğ Cemaatinde hizmet etmiş ve öncülük etmiş ve ilk hac arkadaşım (1979) Ahmet Saruhan. Ve onun gibilere adıyorum. Mekke günlerini onunla ve beraberindeki birkaç yaşlı amcayla birlikte Mekke’de Tebliğ Cemaatının faaliyetlerini yürüttüğü mescid ve mescidin yakınındaki binalardan birisinin tepesinde geçirmiştik. Ve Arafat’tan Müzdelife ve Mina’ya doğru yürüyüşümüz hem öyle tatlı, hem de öyle yorucuydu ki bana hayatımın harmanı gibi gelmişti. Keza Adapazarı’nda dil ve yabancı ülke bilmedikleri halde, cesaretleriyle Pakistan ve Hindistan gibi ülkelere üç veya dört aylığına çıkan, başta adı misci hacı olarak çıkan Bayram Bayraktar’a Mudurnulu hemşerim Vacip Efendi’ye ve vefat eden attarcı/aktarcı Zekeriya Efendi gibi Adapazarlı kafadarlara ithaf ediyorum. Onlar sadece bir başlangıç yaptılar. O ruhun gelişerek devam etmesi bekamızın da teminatıdır. Madem ki Bangladeşli insanlarla kardeşiz, pekalâ bu ilişkilerin kaderi hep nisyan mı olmalıdır?

Mustafa ÖZCAN

13.11.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Dizi Yazı

  (06.11.2006) - Ferhangi siyaset

  (27.10.2006) - Çocuk eğitiminde üçüncü şahıs veya şahıslar (3)

  (26.10.2006) - Çocuk eğitiminde üçüncü şahıs veya şahıslar (2)

  (25.10.2006) - Daha fazla yardım gerek

  (24.10.2006) - Ülke tank mezarlığına dönmüş

  (23.10.2006) - Fakirlik sokaklara taşmış

  (11.10.2006) - Müsbet hareket modeli (2)

  (10.10.2006) - Müsbet hareket modeli (1)

  (01.10.2006) - Batı medeniyeti ve İslâm medeniyetlerinin san'ata yansımaları (2)

  (30.09.2006) - Batı medeniyeti ve İslâm medeniyetlerinin san'ata yansımaları (1)

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004