Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

"Eyvah bize! İşte bu hesap günüdür" derler. Bugün, yalanlayıp durduğunuz hüküm günüdür.

Sâffât Sûresi: 20-21

19.11.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

İyilikler Cennetin kapılarından bir kapıdır.

Kötü ölümü önler.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3797

19.11.2006


Fikren muhâlefet suç olamaz

Yirmi sene zarfında yirmi bin Nur nüshalarını merak ve kabul ile okuyan yirmi bin, belki yüz bin adamdan altı mahkeme ve alâkadar on vilâyetin zabıtaları emniyeti ihlâle dair hiçbir maddeyi kaydetmemesi gösteriyor ki, hakkımızda binler ihtimalden ancak bir tek ihtimalle bir imkâna, katî vukuat nazarıyla bakıyor. Halbuki iki üç ihtimalden bir ihtimal olsa, eseri görülmezse, hiçbir suç olmaz. Hem binler ihtimalden bir ihtimal değil, belki her adam, hem aleyhime hücum eden müddeî çok adamları öldürebilir, anarşist ve komünist hesabına emniyeti, âsâyişi bozabilir, emniyeti ihlâl edebilir. Demek böyle pek acip ve ifratkârâne imkânâtı vukuât yerinde istimal etmek, adliyeye ve kanuna karşı ihânettir.

Hem her hükûmette muhâlifler bulunur. Yalnız fikren muhâlefet bir suç olmaz. Hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz. Ve bilhassa vatan ve millete zararsız çok hizmeti ve faydası bulunan ve sonra hayâtı içtimâiyeye karışmayan ve tecridi mutlakta yaşattırılan ve eserleri âlemi İslâmın en mühim merkezlerinde kemâli takdir ve tahsinle karşılanan bir adam hakkında bu pek acip ve asılsız ithamları yapanlar, anarşilik, belki komünistlik hesabına bilmeyerek istimal ediliyor diye endişe ediyoruz.

Şuâlar, s. 335

***

..hürriyeti vicdan prensibine zıt olarak, bütün dindar nasihatçilere şâmil, lâstikli bir kanunun 163’üncü maddesi sahte bir maskedir. Zındıklar, bazı erkânı hükümeti iğfal ederek, adliyeyi şaşırtıp, bizi herhalde ezmek istiyorlar. Madem hakikat budur; biz de bütün kuvvetimizle deriz:

Ey dinini dünyaya satan ve küfrü mutlaka düşen bedbahtlar! Elinizden ne gelirse yapınız. Dünyanız başınızı yesin ve yiyecek. Yüzer milyon kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakikate başımız dahi feda olsun! Her ceza ve idamınıza hazırız. Hapsin harici, bu vaziyette, yüz derece dahilinden daha fenadır. Bize karşı gelen böyle bir istibdadı mutlak altında hiçbir hürriyet—ne hürriyeti ilmiye, ne hürriyeti vicdan, ne hürriyeti diniye—olmamasından, ehli namus ve diyanet ve tarafdarı hürriyet olanlara ya ölmek veya hapse girmekten başka bir çare kalmaz. Biz de; “Biz Allah’ın kullarıyız; sonunda yine Ona döneceğiz.” (Bakara Sûresi, 2:156.) diyerek Rabbimize dayanıyoruz.

Mevkuf Said Nursî Târihçe-i Hayat, s. 358

Bediüzzaman Said NURSÎ

19.11.2006


Kalplerde iman hakikatleri hükmetmeli

—Dünden devam—

* İman hakikatlerinin ruhlarda hükmünü icrâ etmesinin önlenmesi, bunun yerine ikame edilen siyaset, müzik, spor vb. sadece nefsî duygulara yönelik meşguliyetlerin kalpleri ifsat etmesi sonucu asabî ruhlar azap içinde bırakılmıştır. Bilhassa son yıllardaki dehşet sahneleri, kavgalar, dövüşler, hakaret ve küfürler bu iddiamızın en büyük delilidir. Güya zevk için yapılan bu faaliyetler, kanlı bıçaklı sona ermekte ve vahşet sahneleri insanları dehşete düşürmektedir.

* Kız-erkek, bilhassa genç nesil arasındaki; inanç, tarih, ahlâk, gelenek ve göreneklerimize tamamen ters düşen, açık saçık ve gayri ahlâkî giyim, özellikle ülkemiz gibi sıcak memleketlerde açık bir şekilde fuhşa teşvike yol açmıştır ve büyük bir manevî boşluk meydana getirmiştir.

* Bütün hakikî elemlerin dalâlette, bütün lezzetlerin imanda olduğuna; imansızlığın anarşinin kaynağı olduğuna delil; inancı kuvvetli insanların meydana getirdiği insan grup, cemaat ve ekolleriyle, bunların karşıtları olan gruplar arasındaki hayat tarzlarında kolayca görülebilmektedir.

* Küfre rıza, küfür olduğu gibi; zulme razı olmak dahi zulümdür. Burada çifte standartlar devreye girmektedir. İnanç ve fikir özgürlüğüne pranga vurmaya çalışan ve zulmü genelleştiren “hâkim güçler”, hem hak nazarında, hem halk nazarında, hem de insan hakları mahkemesinde ceza üstüne ceza, hüküm üstüne hüküm giymektedirler. Olan yine gençliğe ve milletimize olmaktadır. Tahribat büyüktür.

* Devlet ve toplum idaresinde belirli noktalarda bulunan yetkili ve sorumlular; halkın masum kısımları için lüzumlu olan dinî, ruhî ve mahallî olan hayatî vazifelerin tam olarak icra edilmesini geri bıraktırmakta, engellemekte, aksine onların bu masum duygularını farklı ve zararlı yollara kanalize etmektedirler. Bunun neticesi olarak; ruhlar serseri, akıllar geveze ve kalplerdeki imanî ve İslâmî hakikatlere ait zevkler, şevkler kırılıp dumura uğramaktadır. O kalpleri serseri edip mânen öldürmekte, dinsizlik öne çıkmaktadır. Mâlâyâni ve lüzumsuz, dünyevî, siyasî, boş meseleleri radyoyla, TV’lerle ders vermek öyle bir zarardır ki, işte şimdi verdiği neticeleri düşündükçe tüylerimizi ürpertiyor.

* Güç odakları tarafından öyle bir ortam hazırlanıyor ki, günah işlemek serbest; sevap ve hayır yapmak ayıp ve gericilik, irtica olarak nitelendirilerek kitleler baskı altına alınıyor.

* Ekonomik krizlerin getirdiği geçim derdi, her tarafta, herkesi sarsıyor. Hırsızlık âdiyâttan sayılacak hale gelmiş durumda. Manevî hafızası boşaltılan toplumun zavallı fertlerinin şuursuz kısmı, hırsızlığı bir meslek edinme durumuna getirmiştir. Öte yandan da, gözü doymaz siyaset ve bürokrat cambazları, devlet hazinesindeki tüyü bitmemiş yetimin hakkını yeme canavarlığına devam etmekte ve vahşeti körüklemekte.

* Eğitim kurumlarında meydana getirilen manevî anafor ve boşluk, okulda öğretmen otoritesini sıfırlarken, evlerde anne-baba saygısını da en aşağı seviyelere indirmiştir. Meydana getirilen mevcut düzenin kumandalı mühendis ve mimarları, ilköğretime kadar inen cinayet dosyalarının kabarmasıyla, yüzlerinde kızaracak haya damarı kaldıysa bu kızarıkla övünebilirler. Okul duvarlarını aşıp aile mahremiyetine bir hançer gibi saplanan bu manevî vahşet olgusunu savuşturacak çareleri varsa, tez elden vizyona sokmaları lâzım. Zira vakit çok geç olacak. Böyle bir ortamda, kırkta bir çocuk ancak ebeveyninin çok önemli hizmet ve şefkatlerine karşılık saygı ve hürmet gösterebilmektedir. Aile faciaları odalardan caddelere taşmış bir durum arz etmektedir.

* Masum hayvanları parçalayan canavarlardan bile daha acımasız ve katı bir tutum sergileyerek, inanç ve fikir hürriyeti hakkını kulanmaya çalışanlara karşı “resmî ve kamusal alanlarda” gaddar ve acımasız davranan, yüksek idarî kadro sorumluları başta olmak üzere şiddet ve gaddarlığın en vahşî örneğini sergileyen bu vicdansızlığı paklayacak bir temizlik ilâcı var mıdır acaba?

* Öyle dehşetli bir firavunluk, bir kendini beğenmişlik hükmediyor ki; kendi menhus zihniyetlerinin icrası için Allah Kelâmını hiçe sayan tam bir engizisyon zihniyeti hâkim kılınmaya çalışılıyor.

* Senelerden beri tahribkârâne şiddetli zulüm altında o derece ahlâk bozulmuş ve metanet ve sadakat kaybolmuş ki, ondan, belki de yirmiden birisine itimat edilmez bir toplum hayatı meydana getirilmiştir.

* Hak ve ebedî bir dine karşı yapılan bunca ihanetler ve hıyanetler ise, yeri titretiyor, kızdırıyor. İşte bu yüzden de başımız dertten kurtulmuyor.

* İman menbaından nasibini almayan bir insanın; ya aklını dağıtıp, manevî bir divane olacağı; ya kalbini dağıtıp, manevî bir dinsiz olacağı; ya fikrini dağıtıp, manevî bir ecnebî olacağı her türlü izahtan vâbeste bir durum olarak bütün çıplaklığıyla ortada duruyor.

* Zındıka oyunlarıyla her tarafta dine ve dindarlara karşı perde altında yapılan maddî ve manevî tuzaklar, iftiralar, gayet dikkatle ve şeytancasına inananlar arasındaki hakikî kuvveti ve dayanışmayı bozmaya çalışma oyunlarının neticesi, rahmet-i İlâhiyenin nüzûlü değil, “tsunami” türü belâ ve musibetlerin yağması olacaktır. Allah korusun! (Âmin.)

Zulme rızaya göz yumulduğu bir yerde zulüm, kan, kin, düşmanlık ve kandan başka ne beklenebilir ki?

—Devam edecek—

Nejat EREN

19.11.2006


SORULARLA RİSÂLE-İ NUR

Mü’min kardeşimizden gördüğümüz bir

kötülük karşında nasıl davranmalıyız?

Mü’min kardeşinden sana gelen bir fenalığı bütün bütün ona verip onu mahkûm edemezsin. Çünkü, evvelâ kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o kader ve kazâ hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir.

Saniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet değil, belki nefsine mağlûp olduğundan, acımak ve nedamet edeceğini beklemek.

Salisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör, bir hisse de ona ver.

Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek af ve safh ile ve ulüvvücenaplıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun. Yoksa, sarhoş ve divane olan ve şişeleri ve buz parçalarını elmas fiyatıyla alan cevherci bir Yahudi gibi, beş paraya değmeyen fâni, zâil, muvakkat, ehemmiyetsiz umur-u dünyeviyeye, güya ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi şedit bir hırsla ve daimî bir kinle, mütemadiyen bir adâvetle mukabele etmek, sîga-i mübalağa ile, bir zalûmiyettir veya bir sarhoşluktur, bir nevî divaneliktir.

Mektubat, s. 257 Lügatçe: adâvet: Düşmanlık safh: Bağışlama. ulüvvü cenaplık: Âlicenaplık, kerem sahibi ve faziletli olma. zâil: Son bulmaya mahkûm. muvakkat: Geçici. umur-u dünyeviye: Dünyevî işler. şedit: Şiddetli. mütemadiyen: Devamlı. sîga-i mübalağa: Bir şeyin pek mühim ve pek ileri olduğunu ifade eden kelime hali. zalûmiyet: Çok zalimlik.

19.11.2006


Mûsi’

Allah (c.c.), Mûsi’dir. Yani bütün sıfatlarıyla geniş olandır. İlmi, irâdesi, kudreti, merhameti, mağfireti, hayatı, kelâmı ve bütün sıfatları sonsuz vâsi’ olan Cenâb-ı Allah, kâinatı sonsuz, kâmil ve kayıtsız sıfatlarıyla ihâta etmiştir. Her şey, Allah’ın sıfatlarının tasarruflarına ve tecellîlerine mutlak derecede boyun eğmiştir. Cenâb-ı Hak hem zât ve sıfatları itibariyle geniştir, hükmünün, tasarrufunun ve kudretinin hâkimiyetinden hiçbir şey hâriçte kalmaz, hem de bütün kâinatı genişleticidir.

Mûsi’ ismi, Kur’ân’da bildirilen isimlerdendir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Gökyüzünü kendi ellerimizle biz kurduk. Muhakkak Biz Mûsi’yiz. (Genişiz, genişleticiyiz.)”1 “(Allah) güneşi bir kandil olarak asmıştır”2 âyetinde güneşin kandile benzetilmesiyle, Allah’ın herşeyi çepeçevre saran rubûbiyetindeki rahmete işâret edildiğini beyan eden Bedîüzzaman, bu âyetin, Allah’ın rahmetinin vüs’at ve genişliğindeki ihsanını ihtâr ettiğini, saltanatının haşmetindeki keremini ve ikramını hissettirdiğini, bu ihsânın, ikramın ve keremin ise Allah’ın vahdaniyetini ve birliğini bildirdiğini kaydeder.3 Bedîüzzaman’a göre, “(Allah) gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve aydınlığı var etti”4 âyeti, yaratıcılığın ve hallâkiyetin vüs’atine, genişliğine ve azametine delâlet eder. “Allah sizi ve yaptıklarınızı yarattı”5 âyeti de Cenâb-ı Hakkın tasarrufunun ve terbiye ediciliğinin genişliğini ve şümûlünü görür ve gösterir.6

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

Dipnotlar:

1- Zariyât Sûresi: 47; 2- Nuh Sûresi: 16;

3- Sözler, s. 341; 4- En’am Sûresi: 1;

5- Saffât Sûresi: 96; 6- Sözler, s. 405

19.11.2006


Münâcâtü'l-Kur'ân

LEYL:

1. Ey karanlığıyla etrafı örttüğü zaman gecenin, açılıp ağardığı zaman gündüzün Rabbi! (1-2)

2. Ey doğru yola iletmek Kendisine âit olan, âhiret de, dünya da Kendisine âit bulunan! (12-13)

19.11.2006


Risâle-i Nur’u her tabakadan insan okuyor

Risâle-i Nur’daki âyetler, Kur’ân-ı Hakîmin en büyük mucizesi olan hususiyetleri kaybettirilmeden, büyük bir san’at ve maharetle Türkçemize tefsir edildiği için, Risâle-i Nur’u kadın ve erkek, memur ve esnaf, âlim ve filozof gibi her türlü halk tabakası okuyup anlayabiliyor. Kendi istidatları nisbetinde gördükleri istifadeler karşısında ona bir kat daha sarılıyorlar. Liseliler, üniversiteliler, profesörler, doçentler, filozoflar okuyorlar. Bu münevver sınıflar, fevkalâde istifade ettikleri gibi, Risâle-i Nur’un harikulâdeliğini ve telif san’atındaki üstünlüğünü tasdik edip hayretler içerisinde bütün külliyatı okumak iştiyakına sahip oluyorlar.

19.11.2006


Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Söz

Onuncu Söz ile Yirmi Dokuzuncu Söz arasında, hakikatlarin açıklanması açısından kuvvetli bir ilişki vardır. Şöyle ki:

“..saadet-i ebediye ile Cennete döneceğinizi ifade eden hakikat ise, Onuncu Sözün on iki bürhan-ı katî-yi yakîniyle ve Yirmi Dokuzuncu Sözün pek çok delâil-i katıayı tazammun eden altı esasıyla o derece kati ispat edilmiştir ki, başka beyana hâcet bırakmıyor. Gurub eden güneşin ertesi sabah yeniden tulû edeceği katiyetinde o iki Söz ispat etmişler ki, şu dünyanın mânevî güneşi olan hayat dahi, harab-ı dünya ile gurubundan sonra, haşrin sabahında bâki bir surette tulû edecektir. Ve cin ve insin bir kısmı saadet-i ebediyeye ve bir kısmı da şekavet-i ebediyeye mazhar olacaktır.”

Mektûbât, s. 244

19.11.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004