Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Dizi Yazı

Mustafa ÖZCAN

İlim yoksa arazi de çorak

— Dünden devam —

20 yıldan beri motorsiklete hiç binmemiştim. 20 yıl sonra yeniden motorsiklete binmek Bangladeş yollarında nasip olacakmış. Kaderimizde bu da varmış. Grev olmasaydı belki de motorsiklete binemeyecektik. Bundan dolayı, greve kızalım mı, sevinelim mi biz de kestiremedik. Zira grev sebebiyle epey sohbet etmiş ve Bangladeş hakkında bilgi edinmiştik. Zaten motorla uzun sayılabilecek ilk yolculuğu kayınbirader Erol Geyik’le birlikte Sakarya ile Bozüyük arasında yapmıştık.

Çarşamba günü motorize ekipler olarak yola çıkıyoruz. 15 km’lik bir alanı tarassut edeceğiz ve açılışlara ve tulumba dağıtımlarına katılacağız. Bizi hareketli ve renkli bir gün bekliyor. Köyleri bir bir dolaşıyoruz. Hepsine önceden tulumbalar dağıtılmış ve platformlar inşa edilmiş ve suların yeraltından çıkarılışına şahit oluyoruz. IHH’nın katkılarıyla toplam 500 tulumba dağıtılmış ve bunlardan bir kısmını yerinde görüyoruz. Bir tulumba yaklaşık 98-100 dolara maloluyor.

Aslında Bangladeş su yönüyle fakir değil. Suyun tam üstünde. Lâkin dağlardan gelen kaynak suları veya barajlar olmadığından, temiz su bulmakta zorluk çekiyorlar. Bu durumda en iyi alternatif su kuyuları açmak veya tulumbalar vasıtasıyla derinlerden su çekmek. Onlar da nitekim öyle yapıyorlar. Bu tulumbalar, genellikle ferdî olarak dağıtılmıyor. Okul ve cami gibi merkezî yerlere veriliyor ve oralardan fertler de istifade edebiliyor.

Önce bir medreseye varıyoruz. Medresenin önüne bir kuyu açılmış ve bunu yerinde tetkik ediyoruz. Ardından Tofomari Fadıl Medresesi'ne ulaşıyoruz. 500 öğrencisi var ve bunlardan 156’sı kız. Resmî okul. 28 de öğretmenleri var. Kur’ân, hadis, fıkıh, belâgat, matematik dersleri veriliyor. 12 sınıf var.

Burada cılız, ama atik ve delikanlı Abdulhak Şah Dede ile karşılaşıyoruz. Bize projelerini sıralıyor ve bıkmadan bunu tekrarlıyor. En son rüyası ve arzusu, kurmuş olduğu okula bir kütüphane kurmak ve bununla final yapmak. Bu adamın hürmetine bir değil iki kütüphane yapılır. Gerçekten de kendisi için istiyorsa namert. Kendinden sonra gelen nesiller için istiyor. Dünya ile alâkası kalmayan bu adam, kendini yeni nesillere adamış. Bundan daha büyük alicenaplık ve ulvî bir gaye olabilir mi? Bu medreseyi bizzat kendisi İngiliz işgali döneminde 1916 senesinde kurmuş. Hâlâ eksikliklerini tamamlamaya uğraşıyor.

Açılış merasiminden sonra bizi meyve ziyafetine buyur ediyorlar. Masamızda okul müdürü ve 105’lik delikanlı Şah Dede de var. Jackfruitler masada. Jackfruitleri ayıklamışlar ve servise hazır hale getirmişler. Ben, ‘jackfruit ikram etmeyi unuttular’ derken, masada ziyafetiyle karşılaşıyoruz. İçi hurma büyüklüğünde Malta eriklerinin çekirdekleri gibi çekirdekle dolu olan jackfruitler tatlı bir meyve. Karpuz büyüklüğünde ve ağaçlarda yetişiyor. Doğrusu hoş tadı var.

Tam hareket edeceğiz motorlara atlamak üzereyiz. Abdulhak Şah Dede benim elimi bırakmıyor. Karşıdan malikâneye benzeyen, göletin karşı kıyısındaki eve doğru yürüyoruz. Yaklaştıkça başka bir yer olduğu anlaşılıyor. Meğerse Moğol döneminden kalma bir mescidmiş. Eğiliyor ve bana bazı ibareler gösteriyor. Babası burada mescidin kenarında bir mahalde yatıyormuş. Birer Fatiha okuyoruz.

Buradaki mescid tam 8 yüzyıl önce yapılmış. Okulun Arapça öğretmeni Ebu’l Beşer ile Arapça anlaşamıyoruz. Burada da dil öğrenimi pratikten ziyade teorik. Bangladeş'te Ebu’l Beşer ismi de bir hayli yaygın. Ben de bu ismi taşıyanlara ‘Adem’ diye takılıyorum. Köyden köye seyr ü seferde, yine başka bir köye vasıl oluyoruz. Çorak bir arazinin üzerinde kurulmuş okul ve biz burada yeni bir kuyu açılışına şahit olacağız. Oysa burası bize çorak gelmiyor, ama köyün muhtarı ve ileri gelenleri o şartlardaki bir araziyi çorak olarak görüyorlar. Burada çorak kavramı da değişiyor. Köyün hamarat ve hamiyetli muhtarı burası çorak olduğu için gençlere bir enstitü ve kolej kurmak istediğini söylüyor. Şah Dede gibi, bunlar da himmetli insanlar. Daha doğrusu bizi ve insanlığı yaşatanlar.

Yollar karga, güvercin, keçi ve uysal köpeklerle dolup taşıyor. Sıcaklıktan mı nedir bilmiyoruz, ama köpeklerin hepsi uysal. Moda tabirle barışcıl. Hiçbirinin ısırmak için havladığını, hatta başka bir sebeple havladığını görmedim. Sıcaklar onları koyun gibi yapmış olmalı.

Burada yine tılsımlı isimlerle karşılaşıyoruz. Bunlardan birisi de Aktabüddin ismini taşıyor. Bangladeş'de imkânsızlıklardan dolayı okur-yazar oranı çok olmasa da, eğitime çok önem veriyorlar. Şayan-ı tebrik bir husus. Ayrıca yoğun bir nüfus olduğundan dolayı ,buradaki köylerde nüfus ikibinden az değil. Dört beş bine kadar çıkıyor. Lokicap Dorgabon köyünde ‘Daru’ssünne dahil el medrese’ okuluna varıyoruz. Kuyu açma ve tulumba monte etme işlemi bizim huzurumuzda icra ediliyor. Bu okullara dahilî medrese denilmesi galiba ilk, orta ve lise okulun içiçe olmasından.

KABRİNDEN NUR FIŞKIRAN ADAM

İlginç yol hikâyeleriyle de karşılaşıyoruz. Cemaatı, İslâmî keramet gibi hususlarda ketum ve çekingen veya önplana çıkarmayan bir yapıda olmasına rağmen, bir mensubunun ölümünden sonra mazhar olduğu harikulâde halini anlattılar.

Köyde cemaat mensubu birisi 1997 tarihinde vefat ediyor ve gömülüyor. Altı ay boyunca kabrinden nur fışkırdığını görüyorlar. Bu köyde herkes bunu anlatıyor. Adam hizmet ehli bir adammış. Dolayısıyla burada Tebliğ cemaatının bir sözünü hatırlamadan ve hatırlatmadan geçemeyeceğim: İbadet et ki, cennete gidesin, insanlara hizmet et ki Allah’ı bulasın. Hizmet her şeyin üzerinde. Zaten dinin iki kanadı var. Birisi, ‘et tazimu lillah’ yani Allah’a tazim ve onu birleme. Diğeri de ‘eşşefakaku lihalkillah’. Allah’ın mahlûkatına şefkatle muamele. Böylece birkaç köyü ve okulu turluyoruz. Vaktimiz dar olduğundan hızlı geçiyoruz.

Köyün birinde sevimli bir keçiyi yakalamak istiyorum. Keçi zıplıyor ve kaçıyor. Yakalamak ne mümkün. Bunun üzerine okul çocukları imdadımıza yetişiyorlar. Keçiden daha çevikler ve keçinin soluğu daha fazla kaçmasına yetmiyor ve keçi huzurumuza getiriliyor. Keçiyi biraz sevdikten sonra bırakıyoruz. Bu defa adeta keçi bize sitem ediyor. Beni niye rahatsız ettin diye galiba bana lâf atıyor. Keçiyi kucağıma aldığımda titremesini iliklerime kadar hissetmiştim.

Öğle namazını kılmak üzere civardaki bir tarihî göle geliyoruz. Burası dünyaca meşhurmuş. Mavi suyu var diyorlar. Bir de gölün büyük ve iri balıkları varmış. Burasının şöhreti Sibirya’dan bile duyulmuş ve Sibiryalı turistler kışın buraya geliyorlarmış. Nil Şagar Gölü. Epey de derin. Şöyle bir mukayese yaptığımda Abant kadar geniş olmadığı ortaya çıkıyor. Abant kadar güzel olduğunu da söyleyemem. Ama Sibirya’da meşhur olmuş. Vardır Sibiryalıların bir bildiği. Veya kışın burasının sıcağına kaçıyor olabilirler. Gölde abdestimizi tazeliyoruz. Çimenlerin üzerinde namaza duruyoruz. Namazı eda ettikten sonra tekrar yolcu yolunda gerek parolasıyla yola revan oluyoruz. Ama gölün kenarında, yine devlet konuk evlerini görüyoruz. Burada devletli olmak imtiyazlı bir durum. Burada da güzel yerler hep devlet ricaline tahsis edilmiş. Derken, içiçe muz tarlaları, şeker kamışı, Hint keneviri tarlaları, pirinç tarlalarını aşıyoruz. Bölgede insan ve hayvanlar tabiatla içiçe. Buraların hayvanları şanslı olmalı. Çünkü hayvanlara pek dokunulmuyor. Hindistan’da inek ve maymun gibi hayvanlara dokunulamıyor. Onlar da hürriyetlerini sere serpe kullanıyor ve bazen de insanları rahatsız ediyorlar. Bu anlamda, Hindistan’ın efendisi inekler ve maymunlar. Aryanlar, insanlar arasında kast sistemi geliştirdikleri gibi, galiba hayvanlar arasında da benzeri sistem geliştirmişler. Kutsal olanlar ve olmayanlar. İnekler insanlardan üstün olduğu gibi, diğer hayvanlardan da üstün. Ve maymun gibi hayvanlar, aşağı kastlardan daha muazzez ve mükerrem. Halbuki İslâma göre, Cenâb-ı Hak insanı taziz ettiğini ve mükerrem kıldığını söylüyor. Ama burada işler ters işliyor. Hayvanlar aziz ve seçilmiş. Bengal hayvanları rahat. Kargalar ise daha rahat. Ulaşılmaz oldukları için dokunan yok. Ve bayağı da koro halinde rahatsız edici sesler çıkartıyorlar. Allah en kerih sesin eşek sesi olduğunu söylüyor. Gerçekten de hayvanlar âleminde bülbül gibi şakıyan sesler olduğu gibi, kargalar gibi müstekreh sesler de var. Bülbül olmasaydı, herhalde karganın sesinin çirkinliğini anlayamazdık.

— Devam Edecek —

Mustafa ÖZCAN

19.11.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Dizi Yazı

  (18.11.2006) - Filistin meselesi ortak derdimiz

  (17.11.2006) - Yetimhaneyi ziyaret

  (16.11.2006) - Tarihî bir şehir: DAKKA

  (15.11.2006) - Türk kimliği itibar vesilesi

  (14.11.2006) - Fakir, ama mutlular

  (13.11.2006) - Rikşa Bangladeş'in vazgeçilmezi

  (06.11.2006) - Ferhangi siyaset

  (27.10.2006) - Çocuk eğitiminde üçüncü şahıs veya şahıslar (3)

  (26.10.2006) - Çocuk eğitiminde üçüncü şahıs veya şahıslar (2)

  (25.10.2006) - Daha fazla yardım gerek

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004