Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 08 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Muhakkak ki İbrahim de onun (Nuh'un) yolundan gidenlerdendi. Rabbine ter temiz bir kalble gelmişti.

Sâffât Sûresi: 83-84

08.12.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Hz. Peygamber, eziyet vermeleri durumu dışında herhangi bir canlıyı öldürmekten neyyetti.

C

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3825

08.12.2006


Bizi birbirimize bağlayan ‘bir’ler

Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü’min kardeşine kin ve adâvet ne kadar zulümdür. Çünkü, nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbe’den daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud’dan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de, Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsâf-ı İslâmiye muhabbeti ve ittifakı istediği hâlde, mü’mine karşı adâvete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusurâtı iman ve İslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın.

Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.

Evet, inkâr edemezsin ki, sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostâne bir rabıta anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan, arkadaşâne bir alâka telâkki edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla, uhuvvetkârâne bir münasebet hissedersin. Halbuki, imanın verdiği nur ve şuurla ve sana gösterdiği ve bildirdiği esmâ-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var.

Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir; bir, bir.. bine kadar bir, bir.

Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir; bir, bir.. yüze kadar bir, bir.

Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir.. ona kadar bir, bir.

Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları hâlde, şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın.

Mektûbat, s.254

Lügatçe:

tevhid-i imanî: İman birliği.

tevhid-i kulûb: Kalplerin birliği.

vifak: Dostça, samimane birleşme.

şikak: Ayrılık.

istihfaf: Hafife alma.

i’tisaf: Haksızlık yapma.

Cebel-i Uhud: Uhud Dağı.

evsâf-ı İslâmiye: İslâmî vasıflar, Müslümanlık sıfatları.

adâvet: Düşmanlık.

vahdet-i itikad: İnanç birliği.

vahdet-i içtimaiye: İçtimaî birlik.

uhuvvetkârâne: Kardeşçesine.

Hâlık: Yaratıcı.

Mâlik: Her şeyin sahibi olan Allah.

Mâbud: Kendisine ibadet edilen Allah.

Râzık: Rızık veren Allah.

rabıta-i vahdet: Birlik bağı.

esbab-ı muhabbet: Sevgi sebepleri.

münasebât-ı uhuvvet: Kardeşlik münasebetleri, ilgileri.

08.12.2006


Rus diyarında bir kahraman (1)

Yer Kosturma, Kuzey Rusya’da küçük bir kasaba. Esirler kampında yine normal bir gün başlarken, kamp komuta karargâhında telâşlı bir koşuşturma var. Rus Çarının dayısı, Rusların Kafkas Orduları Komutanı Grandük Nikola Nikolaviç bu gün kampı teftiş edecek. Kamp komutanı oraya buraya emirler yağdırıyor. Maksadı teftişi en az hata ile bitirmek.

“Dikkaaat…” sesi ile sıkıntılı koşuşturma sona eriyor.

Nikola Nikolaviç kamptadır artık.

“Her şey hazır mı komutan?”

“Hazır efendim.”

“Öyle ise hemen başlayalım”

Önde Nikolaviç, bir adım gerisinde kamp komutanı ve diğer teftiş erkânı bir ordu edası ile esir koğuşlarına doğru yürümeye başlarlar. Nikolaviç elleri arkaya bağlanmış, belinin üstünde, göğsü ileri doğru çıkmış, başı dik, o çam yarması iri vücudu ile koğuşlara doğru yürürken, bir anda kendini Kafkaslardan Anadolu’ya doğru ilerleyen Rus Ordusu önünde yürüyen başkomutan olarak düşünmeye başlar:

“Zaten ben Kafkas orduları komutanı değil miyim? Şu Osmanlı esirlere iyi bir ders vermek lâzım. Hasta Osmanlı toprakları nasıl olsa bir gün bizim elimize geçecek, Şeyh Şamil’i yıkıp geçtiğimize göre, Anadolu’yu daha çabuk geçeriz. Osmanlı’nın gücü ne? Bu esirleri gözle ezmeli, sözle mânen öldürmeli. Bütün maneviyatlarını söndürmeli”

“Dikkaaaaaatttt…”

Bu sesi duyduğunda koğuşun kapısına geldiğini anladı. İşte tam zamanıydı. Belini hafifçe kaşıyıp ellerinin yerini kont-rol etti. Göğsünü biraz daha öne çıkardı. Gurur ve kibir dolu beynini omuzları üzerinde daha da sertleştirdi. Hayâl aynasında kendi kendine bir baktı. Tamam, işte her şey hazırdı.

Açık kapıdan ilk adımını attı. Bu adım bütün kahramanlık duygularını ayağa kaldırdı. Bir anda ‘Anadolu’nun ilk kapısı olan Kars üzerine ayağını basıyormuş’ gibi bir hisse kapıldı. Bu hisle adımını biraz daha sertleştirdi. İşte Ardahan ve Kars ayağının altındaydı artık. Biraz durakladı ve kartalın tavşan süzmesi gibi, esirlere şöyle bir baktı. Uzun koğuşun duvar tarafına dizilmiş esirlerin kimi korkudan, kimi de bu herifin yüzünü görmemek için başlarını öne eğmiş, ayakta öyle bekliyorlardı.

“Osmanlı'nın son askerleri bunlar ha…”

Bu kurşun gibi ağır, cırmalayıcı ve alaycı ses bütün kulakları delerek koğuşun sonuna kadar ulaştı. Esirlerden bazısı bu anın bir an önce bitmesi için içinden duâ ederken, Rus Çarının dayısı, iyice kabaran gururu ile yavaş yavaş ilerlemeye başladı. Attığı her adımın hazzını içine sindirmek istiyordu.

Bu ilerleyiş soğuk ve uzun bir koğuşta oluyordu, ama hayâlen Anadolu içinde bir ilerleyişti. Esirlere her bakışında Anadolu’dan bir parça toprak kopardığını düşünüyordu. Biraz sonra Van iline ulaştığını hissetti. Ayağını şehrin en yüksek yeri olan Van Kalesi üzerinde dolaştırıp, sağ sol yaparak iyice ezdi şehri. Onu göz ucuyla izleyenler, bu hareketine bir anlam vermemişlerdi. Koğuşun nemli zemininde sinek mi eziyordu ne?

Nikolaviç ise, kendinden emin, ne yaptığını biliyordu.

“Van tamam, haydi bakalım Bitlis’e” diye derin bir hazla sert adımlarına devam etti.

Daha bir iki adım atmıştı ki, birden korkunç bir ses duydu.

“Güüüüüm….”

Sanki koca bir kütük devrilmişti. Yok, yok kütük değildi devrilen. Baktı kendisiydi, ayağı sürçmüş, dengesi kaybolmuş, ardından yere dev-rilmişti. Ayağına bir şey mi takılmıştı, yoksa bir duvara mı çarpmıştı, bilmiyordu. Bildiği tek şey, koca bir Sibirya kütüğü gibi yerde yatıyor olduğuydu.

Sinirleri müthiş gerildi. Kan beynine sıçradı. Biraz sonra olacakları düşündükçe, dişlerini gıcırdatıyordu. Şimdi bütün esirler bu rezil haline bakıp gülerlerdi, derinden alay ederlerdi. Bu düşünce gerginliğini bir kat daha arttırdı. Kalkmaya çalışırken, şöyle bir göz ucuyla esirlere baktı. Hayret! Hiçbir hareket yoktu esirlerde. Kafalar öne eğilmiş öyle bekleşiyorlardı.

Arkasındaki askerî erkâna baktı göz ucuyla. Hayret! Onlar da esirler kadar sessizdi. Peki kamp komutanı niçin yardıma gelmiyordu. Haydi diğerleri neyse, ama hiç olmazsa kamp komutanı yerden kalkması için yardım etmeli değil miydi? Şaşkınlık! Delirmiş mi bunlar ne? Hiç hareket yok.

Yıkıldığı yerden ayağa kalmak için haretlendiğin-de anladı ayakta olduğunu. Garip! Ayaktaydı. Kendini şöyle bir yokladı, hiç de yıkılmamıştı. Rahat bir nefes aldı, ama ya o kütük sesi de neydi? Biraz önce yıkılan kendi değilse, kimdi? Şöyle bir çevresine baktı, değişen bir şey yoktu. Ayakta olduğuna bir an sevindi. Demek ki bu bir hayâldi. Ara ara böyle hayâller görürdü zaten. Bu da onlardan biri olmalıydı. Ama bu sevinç pek de uzun sürmedi. Hem hayâlinde şişirdiği gurur ve kibirden taşlaşmış Çar'ın dayısının tam bir çöküntüye uğradığını, hem de onu hayâlinde tepe taklak eden sebebi anlayıverdi.

İşte az ileride bir esir oturuyordu. Sakin, sessiz sırtını duvara dayamış, öylece duruyordu.

“Telâşa gerek yok” dedi içinden.

“Adam belki hastadır, ayağı sakattır, bir şeyi vardır.”

Şöyle biraz dikkat etti. Çelik gibi bakan iki göz, yüreğine saplanacak ok gibi bakışları görünce hemen bakışlarını geri çekti. Yine hayâlinde tepe taklak gitmekten korkmuştu. Biraz daha baksa belki bu sefer sahiden kütük gibi yıkılacaktı.

Hayâlindeki korku ile, gerçeğin yıpratıcı etkisi arasında kalakalmıştı. Bir çıkar yol bulmalıydı.

“Belki beni bilmiyordur, tanımıyordur. Tabiî ya? Ne bilsin Koskoca Rus Çarının dayısını, hiç görmedi ki. Şöyle ihtişamla önünden bir daha geçeyim ki beni tanısın”

Az biraz geri gitti. Göğsündeki gurur iyice gözüksün diye biraz daha nefes depolamaya çalıştı, ama balon gibi patlamaktan korktu, bir şey yapmadı. Zaten mevcut ihtişam yeter de artardı bile! Gözünü önüne eğmiş esirlerin hiç önemi yoktu artık. Onları hızlıca süzüp gözünü bir noktaya dikti. İstese de istemese de gözleri bir noktadaydı, ayıramıyordu.

Adımlarını daha sert atmaya çalışsa da, altındaki zeminin cıvıdığını, kaydığını hissedince vazgeçti. Tek noktaya bakarak, yürüdü, yürüdü, yürüdü. Fakat nafile! Esirin halinde hiçbir şey değişmemişti, öylece sakin ve sessiz oturmaya devam ediyordu. Halata bağlanmış bir uçak gibi dönüyordu esirin çevresinde sanki. Gözleri esire takılmış, boynu dönmüş, ayakları ise yürüyüp gidiyordu. Kamp komutanı, kendisini tutmasa bu sefer sahiden yere çakılıp kalacaktı.

Kan donan beyninden, kaskatı kesilen dilinden “Kim bu esir?” sözleri dökülebildi ancak.

“Keçe külâhlıların kumandanı.”

“Gönüllü Kürt alayının komutanı mı? Bediüzzaman mı yani?”

“Evet, Bediüzzaman!”

Bediüzzaman ismini duymuştu. Van’a, Bitlis’e saldırırlarken çok direnç görmüşlerdi, Keçe Külâhlılardan. Demek onların komutanı buydu.

“Bediüzzaman ha. Sor bakalım, bizi tanımamışlar mı?” dedi tercümanına.

“Hayır tanıdım. Kafkas Orduları komutanı, Çarın dayısı, Nikola Nikolaviç”

Bu kadar uzun bir sıfatla tanınması bomba olup patladı komutanın kafasında. Biraz önce esirlere fırlattığı hayali kurşunlar, bumerang gibi geri dönmüş, kendi başında bomba olup patlıyordu.

“O zaman ayağa kalkmamakla bize hakaret ettiler.”

“Hakaret etmedim. Ben dinimin emrettiklerini yerine getirdim.”

“Ne emrediyormuş sizin dininiz?”

“Ben bir Müslüman âlimiyim. Kalbinde iman olmayan birisine kıyam etmem”

Mesele anlaşılmıştı. Bu esir dinini bahane ederek koskoca Rus devletine isyan ediyordu. Hemen cezası verilmeli idi. Aslında şuracıkta bir emirle cezasını verebilirdi, ama bu ne komutanlık şanına, ne de Rus devletinin büyüklüğüne yakışmazdı.

Son gücünü toplayıp kamp komutanına gür bir sesle bağırdı:

“Hemen divan-ı harp kurulsun. Esir mahkeme edilsin. Cezası idam olacak.”

“Emredersiniz…”

Sık adımlarla kapıya yönelip kendini dışarı attı Nikolaviç.

“Biz Osmanlıyı yıkalım derken, bir tek kişi az kalsın koca Rus devletinin itibarını ve şerefini yerle bir edecekti.”

Asıl şimdi ağırlaşmıştı koğuşun havası. Nikolaviç’ten arta kalan pis koku kara bir duman gibi çökmüştü esirlerin üzerine. Şimdi ne yapacaklardı? Herkes şaşkındı. Savcı da, yargıç da, tasdik makamı da... Nikolaviç olduğundan idam kararı kesin gibi bir şeydi. Kamp komutanı bile huzursuz olmuştu bu karardan. O da Rus olmasına rağmen, esirler kadar seviyordu Bediüzzaman’ı. Çünkü Bediüzzaman’ın olduğu yerde nizam vardı, intizam vardı, esir bile olsalar huzur vardı, kampı idare etmesi kolaydı.

“Lütfen Hocayı ikna edin, özür dilesin Nikolaviç’ten. Bizim komutanın insafı yok” diye yakın arkadaşlarından birisine fısıldadı. Kamp komutanı da biliyordu böyle bir şeyin olmayacağını, ama yine de söylemek istemişti.

—Devamı yarın—

Halil AKGÜNLER

08.12.2006


Çocuklarımızın ruh tarlalarına neler ekiyoruz?

Kâinat, madde ve mânâdan müteşekkildir. Kâinatın küçük bir misâli olan insan da böyledir. Bu bakımdan insanın hem maddî, hem de manevî ihtiyaçları vardır. İnsan, maddî hayatını devam ettirmek için nasıl ki yeme, içme ve havayı teneffüs etmeye muhtaçsa; manevî hayatını devam ettirmek için de manevî gıdaları almaya muhtaçtır. Aksi halde manevî rahatsızlıklar baş gösterecektir. Günümüzün stres, depresyon vb. bir dizi yaygın psikolojik rahatsızlıklarının temelinde, işte bu manevî yönün eksik bırakılması yatmaktadır.

Çoçuklarımızın manevî eğitimi de bu açıdan önem kazanmaktadır. Onlara, gerekli manevî eğitimi vermekte gecikmemeliyiz. Bu tür bir gecikmenin faturası ağırdır zira. Bediüzzaman şöyle der bu konuda:

“Bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imânî alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Âdeta gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer.”1

Evet, ağaç yaş iken eğilir; kurumuş bir ağaç dalını ne kadar eğebilirsiniz ki? Olsa olsa kırılır. Çocuklara bazı şeyleri sonradan vermeye çalışmak da—eğer o da usûlünce olmazsa—yapıcılıktan çok yıkıcılıkla sonuçlanabiliyor. Kaş yapayım derken, göz çıkartmak misâli hadiseler, çokça vuku buluyor..

Günümüz çocukları, hem maddî, hem de manevî yönden tam bir tehlike altında. Maddî anlamdaki tehlikeler de zaten, manevî sahada yaşanan bozulmalarla tetikleniyor. Bunun acı örneklerini medyada sık sık görüyoruz. En yakın örneğini de, geçenlerde bir ilköğretim beşinci sınıf öğrencisinin ağzından çıkan müessif sözlerde gördük.

Bu gibi problemlere karşı gerekli tedbirleri almak, en başta anne ve babaya düşüyor; daha sonra da okuldaki eğitime.

Anne baba, küçük yaşlarda çocuklarının maddî aşılarını ihmal etmedikleri gibi manevî aşılarını da ihmâl etmemelidir. Özellikle, çocukla en yakın temas halindeki anneye bu konuda önemli görevler düşüyor. Bediüzzaman “İnsanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir”2 der ve kendi hayatından, çocuk terbiyesiyle ilgili olarak önemli ipuçları içeren bir tesbitte bulunur:

“Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinât ve mânevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda, adeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum. Demek, bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma merhum validemin ders ve telkinâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esâsiye müşahede ediyorum.”3

Evet, annenin, daha bir yaşlarında iken çocuğuna verdiği telkin ve nasihatler, çocuğun ruhunda bir çekirdek hükmüne geçerek, ileriki hayatının şekillenmesinde etkisini gösterebiliyor. Ne ekersek, onu biçiyoruz yani. Rüzgâr ekenin ise, fırtına biçmesi kaçınılmaz. Buna da şu sözleriyle işaret ediyor Bediüzzaman:

“Bilhassa, peder ve validesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir. O halde o çocuk, dünyada peder ve validesine hürmet yerinde istiskal edip çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nevî belâ olur.”4

Evet, ne ektiğimize dikkat edelim. Çocuklarımızın kalp ve ruhları, birer tarla gibidir. Onlara zamanında iyi tohumlar ekersek, sonrasında iyi ekinler biçebiliriz. Tarlalarımıza yabancı tohumların girmesine de kesinlikle izin vermeyelim. Bunu mutlaka kontrol edelim. Gözümüzden kaçan yabancı tohumlar, ileride yeşerdikleri vakit, iş işten geçmiş olacak, başımızı ağrıtacak ve Bediüzzaman’ın tâbiriyle ‘pek zor ve müşkül bir tarzda’ izale edilebilecektir.

Öyleyse çocuklarımızın ruh tarlalarına, iman hakikatleri tohumlarını ekmekte gecikmeyelim. Onların ruhlarına yaratılıştan konulan kabiliyet çekirdeklerini ‘İslâmiyet suyu ile, imânın ziyâsıyla, ubûdiyet toprağı altında’5 terbiye edelim. Unutulmamalıdır ki, emanetçisi olduğumuz çocuklarımızın dünya ve ahiret mutluluğu, bu formülde saklı.

Dipnotlar: 1- Emirdağ Lâhikası, s. 39 2- Lem’alar, 24. Lem’a, 1. Nükte, s. 202 3- A.g.e. 4- Emirdağ Lâhikası, s. 39 5- Sözler, s. 291

İsmail TEZER

08.12.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004