Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Prof. Dr. Atilla Yayla: Rektör olmanın yolu Kemalist olmaktan geçiyor

İzmir’de AKP Gençlik Kolları’nın toplantısında yaptığınız bir konuşmadan sonra, Gazi Üniversitesi Rektörü Prof. Kadri Yamaç, sizin Atatürk’ten bahsetme biçiminizden hoşlanmadığı için derslerinize son verdi. Bir rektörün böyle bir hakkı var mı? Konuşmasından, fikirlerinden hoşlanmadığı her akademisyeni üniversiteden atabilir mi?

Üniversite adını gerçekten hakeden bir yerde böyle bir şey olamaz. Üniversite akademik özgürlük demektir. Söylediklerimin tartışılacağı yer akademik camiadır. Söylediklerimi tartışacağım makam rektör veya dekan değildir. Üniversitenin yapması gereken, akademik özgürlüğe sahip çıkmaktır. Ama Türkiye’de bir kafa karışıklığı var. Bizim üniversitelerde devlet memuru zihniyeti ağır basıyor. Bu, hem rektörlerin yetkilerinin çok geniş olmasından, hem de birçok üniversite hocasının kendisini sıradan bir memur gibi görmesinden kaynaklanıyor.

Türkiye’deki devlet üniversitelerinde ders veren her hoca o üniversitenin rektörüyle aynı biçimde düşünmek ve aynı biçimde konuşmak zorunda mı yani?

Tatbikat, fiili durum böyle olduğunu gösteriyor. Türkiye’de akademik özgürlük yeterince yok. Birçok öğretim üyesi, kendisini üniversite rektörü gibi düşünmek ve konuşmak zorunda hissediyor veya buna zorlanıyor. Birçok öğretim üyesi kendisini otosansüre tabi tutuyor. Bu, üniversite kavramına aykırıdır. Çünkü üniversite demek, evrensel bilginin üretildiği, serbestçe kullanıldığı ve nakledildiği yer demektir. Her türlü görüşün barınabileceği bir muhit demektir. Üniversitenin resmi görüşü olmaz. Çünkü herkesin aynı olduğu bir üniversitede düşünce üretilmez.

Ama Türkiye üniversite kavramını da kendisine uydurmuş vaziyette.

Bizde üniversite yönetiminin resmi görüşü nedir?

Bugün rektörler arasında neredeyse liberal birini bulamazsınız. Dindar, muhafazakâr bir rektör de bulamazsınız. Rektörler genellikle bana saldıran türden Kemalist çizgiye yakınlar. Genellikle devletçiler. Oysa üniversitenin resmi bir görüşü, duruşu olmaz. Bütün üniversitelerin rektörleri liberal olsa ve biz liberaliz diye ilan etseler, bu da kabul edilemez. Çünkü üniversiteler görüş bildiremez. Üniversitelerde herkesin görüşü kendisini bağlar, herkes kendi görüşünün peşinden gidebilir. Ama bizdeki üniversite sistemi böyle değil. Bizde ise tek tip görüş var. Kemalizm’in bir çeşit yorumu, bir çeşit ulusalcılık anlayışı, bir çeşit devletçilik görüşü, rektör olmanın neredeyse önşartı haline gelmiş vaziyette.

(...)

Kemalizm nedir?

Tam ne olduğunu kimse bilmiyor. Herkesin kabul edebileceği standart bir tanım yapan biriyle hiç karşılaşmadım. Herkes işine geleni söylüyor. Bir ideoloji olarak yansıtılmaya çalışılıyor ama ben ideolojilerle çalışan biri olarak biliyorum ki, Kemalizm’i biz dünya ölçeğinde ideolojiler arasında saymıyoruz. İdeoloji olabilmesi için İngiltere’de de, Amerika’da da anlam ifade etmesi lazım. Bu yüzden Kemalizm bir çeşit ideolojimsi yani ideolojiye benzetilmek istenen ve ideolojiye benzeyen bir yaklaşım. Bir çeşit fikirler, ilkeler demeti gibi bir şey. Kemalizm’in ne olduğu konusunda kaynaklara gittiğinizde tutarlı bir bütün ortaya çıkmıyor. Mesela hem Batılılaşma taraftarı hem de Batı karşıtı. Hem siyasi çoğulculuğu hem de siyasi tekelciliği kabul ediyor. O zaman da kafanız karışıyor. Bundan dolayı büyük Kemalist fikir adamlarına ihtiyaç var. Mesela Kemalist çevrelerin bir karışıklığına daha işaret edeyim. Bağımsızlık ve cumhuriyet diyorlar. Bu tartışılmalı.

Hangi açıdan tartışılmalı?

Bağımsızlık bir ülkenin kendi kendini idare etmesi, kendi kararlarını kendisinin alması, bir ülkenin koloni olmaması demektir. Bir liberal olarak ben de bağımsızlık taraftarıyım. Türkiye’de bağımsızlık taraftarı olmayan biri olduğunu da hiç duymadım ama... Bağımsızlık acaba tek değer midir? Bağımsızlık uğruna bütün değerlerden vazgeçilebilir mi? Mesela bağımsızlık ve özgürlük çatıştığı zaman ne olacak? Ben, bağımsızlığı, özgürlüğün aleyhine olacak şekilde savunmam. Bağımsızlıkla özgürlüğün iç içe geçmesini isterim. Türkiye Cumhuriyeti bağımsız da olmalı ama aynı zamanda özgürlükçü de olmalı. Vatandaşları özgür olmalı. Bazı Kemalist yorumlara baktığınızda...

Ne görüyorsunuz?

Onlar bağımsızlık adına özgürlüğü bastırmaya, bireysel özgürlükten vazgeçmeye hazır görünüyorlar. Cumhuriyete gelince, tek bir cumhuriyet değil, çeşit çeşit cumhuriyet var. Türkiye’de cumhuriyete karşı olan birini de hiç görmedim ben. Padişahlığı, monarşiyi savunan kimse yok. Ama eski Sovyetler Birliği de cumhuriyetti, İran da cumhuriyet. Dolayısıyla cumhuriyetin vasıflandırılması lazım. Benim vasıflandırmam şöyle. Ben demokratik cumhuriyet taraftarıyım. Kemalistler arasında da demokratik cumhuriyeti savunanlar olabilir ama önemli bölümü demokrasiyi önemsemiyor. ‘Demokratik cumhuriyet olup olmaması önemli değil, cumhuriyet olmalıdır’ diyen bir çizgideler.

Kemalizm’in askerin siyasetteki yeriyle ilgili tutumu nedir peki?

Egemen yorum şu. Demokratik olup olmadığına bakmaksızın, cumhuriyet nosyonunu korumak için silahlı kuvvetlere özel bir görev biçiyor. Cumhuriyet’in, bir hayat tarzı, bir çeşit uygarlık projesi anlamında korunması gerekiyor. Bunu korumakta da baş görev orduya düşüyor. Oysa iktidara kim gelirse gelsin bir hayat tarzı empoze edememelidir. Bunda mutabık kalırsak Türkiye çok rahatlar. Ama Kemalizm buna yakın durmuyor. Çünkü onlar iyi hayatın, iyi toplumun, iyi insanın ne olduğunu bildiklerini varsayıyorlar ve bunu kendileriyle özdeşleştiriyorlar. Kendi hayat tarzlarını korumakla Cumhuriyet’i korumayı aynı kaba koyuyorlar. Onların temel derdi şu: İktidar bizim elimizde olsun. Çünkü devlet iktidarı İslamcı çevrelerin elinde olursa, bize dayatmada bulunurlar. Ben de diyorum ki, devlet iktidarının kimin elinde olacağı önemsiz olmalıdır. Çünkü devlet iktidarı bir hayat tarzını bastırmak ya da teşvik etmek için kullanılmamalıdır.

(...)

Siz, olay yaratan konuşmanızı AKP’nin bir toplantısında yaptınız ama AKP yöneticileri de size sahip çıkmadı. Hatta suçlayan bir tavır takındılar. Korktular mı?

Zannediyorum korktular. AKP zaten sırtında kamburu olan bir parti. Mürteci diye damgalanan bir kesimi temsil ettiği düşünülen bir parti bu. Hem genel olarak bundan korkuyorlar hem de özel olarak cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşırken, egemen elit çevreyle çatışmaya girmek istemiyorlar. Uslu çocuk olurlarsa, kimseyi ürkütmezlerse cumhurbaşkanlığının önlenmeyeceğini düşünüyorlar. Ayrıca AKP, özgürlük fikrinin ne olduğunu ciddi olarak kavrayamadı. Felsefi altyapısının hazırlandığını da söyleyemem. AKP bir süreç içerisinde. Doğal olarak önce kendi işine yarayan, kendi çevresinin özgürlük alanlarına hassasiyet gösteriyor. Bu nedenlerle benim olayımda AKP’liler kenara çekildiler. Hatta ‘Biz daha da Kemalistiz’ dediler.

Radikal, 11.12.2006

Konuşan: Neşe Düzel

12.12.2006


 

Ağar’ın Benelüks modeli

DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar, ilginç şeyler söylüyor. “Dağda çatışacaklarına düz ovada siyaset yapsınlar” diyerek Kürt veya Güneydoğu meselesine ‘köklü bir çözüm’ getireceğini ima ediyor.

“Bir siyaset aracı yapmak istemiyoruz” dese de, ‘başörtüsü’ denen bir sorunun varlığını kabul ediyor, bu sorundan binlerce insanın ve ailenin mağdur olduğunu belirtiyor. Gelir bölüşümünde adalet sağlanamadığı için, üretim, istihdam ve işsizlik yönüyle “reel ekonomi” büyük sorunlarla karşı karşıya. Kendini ‘şanslı’ sayıp iş bulabilen nüfusun neredeyse yarısı asgari ücretle çalışıyor, asgari ücretin bir aileyi kaç gün ayakta tutabileceği ortada. Ağar, bu sorunu nasıl çözeceğini söylemiyor; ama ‘çözüm cebimde’ diyor. Kürt meselesi, başörtüsü sorunu ve ekonomiye ilaveten büyük kentlerde giderek artan güvenlik sorunlarında kamuoyunun kendisinden bir ‘beklentisi’ olduğunu düşünüyor ve esasında bunun ‘çok zor bir konu olmadığı’nı söylüyor. İfadesine göre, iyi bir planlama, motivasyon, tecrübe ve emniyet güçlerine verilecek güvenle büyük kentlerdeki kapkaç olayları, hırsızlık, şiddet ve diğer suçlar birkaç hafta içinde son bulur.

Bunların ötesinde Ağar’ın son günlerde dile getirdiği bir konu var ki hepsinden önemli. Bu da bölgenin genel durumu ve önümüzdeki dönemde alacağı şekille ilgili görünmektedir. Ağar’a göre, bölge ülkeleri arasında (Türkiye, Suriye, Irak, Ermenistan) geçmişte Hollanda, Belçika ve Lüksemburg arasında varolan modele benzer bir işbirliği ve yakınlaşma projeleri uygulanabilir. Bunun ismini de koyuyor: “Benelüks modeli!” Bu dört ülke kendi aralarında çok daha yakın bir işbirliğine girebilirler, girmelerinde zaruret vardır. Ağar, modelin iki koordinata dayandığını söylüyor: İlki, komşu ülkelerle iyi ilişki, ihtilafların sıfırlanması için azami iyi niyet, karşılıklı işbirliği, anlayış, diyalog; diğeri ‘büyük güçler’in oyuncağı olmama basiretinin gösterilmesi. Üçüncü şahısları aradan çıkarıp biz komşularımızla oturup konuşalım.

Ağar’ın seslendirdiği modele, küçük ölçekli bir “AB modeli” gözüyle bakılabilir mi? Bakış açısına göre değişir. Benelüks modelinde kararlar hükümetler arasında yapılan doğrudan görüşmelerle alınıyor; uluslararası yetkilere sahip organlar bulunmuyordu. Ağar, açıklıkla bölge ülkeleri arasında düşünülen yakın işbirliğinin Türkiye’nin AB’ye alternatif arayışı veya AB üyelik sürecinden kopuşu anlamına gelmeyeceğini belirtiyor. Bu aşamada Türkiye, AB baskısı altında olsa bile, süreci sona erdirecek adımlar atmayacaktır. Çünkü AB üyelik sürecinin hükümetleri aşan bir tercih olduğu malum. Öyledir, ama AB her geçen gün bizi “istenmeyen aday” pozisyonuna itiyor.

AB bizi tam üyeliğe kabul eder mi? Büyük bir ihtimalle, AB’nin büyük devletlerinin zamirlerinde “imtiyazlı ortaklık” formülü yatıyor. Bu Türkiye’yi ne kadar tatmin eder, ayrı bir konu. Ancak sürecin bu istikamette seyri, Yunanistan ve Rum kesiminin Türkiye’nin zaafını istismar etmesi gibi bir sonucu doğuruyor. Bu süreçte Rumlar şark kurnazlığı yapıyor, arkalarında duran AB’nin büyük ülkeleri de garp tamahkârlığından vazgeçmiyor. Hele müzakere süreci kısa süreliğine dahi ‘dondurulacak’ olsa, Türkiye demoralize olacak. Bunun mevcut iktidara bir maliyeti olacağı muhakkak.

İşte tam bu sırada Ağar’ın Benelüks modelini ortaya atması kamuoyunda psikolojik bir rahatlama sağlaması bakımından fonksiyonel. Bunun, ülkenin ve kamuoyunun psikolojisi ile politik bakımdan “iyi bir hamle” olduğunda hiç kuşku yok. AB sürecini “zaruri” kılan başka önemli faktörler var ki, bunlar da temel hak ve özgürlükler ile hukukun üstünlüğü konularıdır. DYP’nin bu konulardaki somut önerileri de merak konusu.

Zaman, 11.12.2006

Ali BULAÇ

12.12.2006


 

Kıbrıs, asker, siyaset

Hükümet AB sürecindeki tıkanmayı aşmak için Kıbrıs konusunda taktik bir açılım yaptı: Türkiye bir veya iki limanını Rumlara açabilirdi ama karşılığında KKTC’deki Ercan Havaalanı ile Mağusa limanı üzerindeki izolasyon kalkmalıydı...

Hükümet, belli ki, AB sürecindeki yavaşlamanın Türkiye’ye getireceği maliyeti azaltmak için diplomasi yapıyor. Peki, bu uğurda “Kıbrıs’ta devlet politikası değişiyor” mu?

Kıbrıs konusunda Türkiye’nin elinde tuttuğu ve nihai çözüm olmadıkça hiçbir ödün vermeyeceği üç temel ilke vardır:

Rum yönetimini devlet olarak tanımamak...

KKTC’deki asker sayısını azaltmamak...

Maraş’ı açmamak...

“Devlet politikası” budur. Hükümet bu üç konuda en ufak bir taviz sinyali bile vermeden, sözlü olarak sunduğu “liman önerisi” ile AB sürecini Türkiye lehine etkilemek istiyor. Hepsi bu.

Öneri AB’de şok etkisi yaptı, Türkiye’nin dostlarının elini güçlendirdi. En azından, kara kilit vurulması önerilen “8 fasıl” artık sayıca artmayacak, hatta azalma ihtimali bile belirdi.

Diplomatik savaş sürüyor.

Bizde de iç politika savaşı!

Askerin konuşması

Gel gör ki, Türkiye’deki sen-ben kavgası, bu olumlu ‘diplomasi taktiği’ne gölge düşürdü. Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt’ın basın açıklamasıyla çıkış yapması, hele de “Bize sorulsaydı, cevabımız hükümetin yaptığının tam tersi olurdu” şeklinde konuşması iyi olmadı.

Demokraside askerlerin siyasi konularda konuşmamasının sebebi sadece ‘felsefi’ değildir. Pratikte de görülmüştür ki, devlet yönetiminde tek seslilik olmalı, yetki-sorumluluk kargaşasına meydan verilmemelidir.

Gerçi Org. Büyükanıt, yetkinin hükümette olduğunu belirtiyor; bu iyi bir dikkattir. Ama Türkiye’de ordunun siyasetteki ‘normal-üstü’ ağırlığı biliniyor. Böyle açıklamalar hükümetlerin uygulama yeteneği hakkında uluslararası platformlarda şüpheler, nihayet ülke hakkında istikrarsızlık görüntüleri yaratabilir. Türkiye bunu çok yaşadı!

Askere bilgi verilmedi, hayır müsteşarın ziyaretinde bilgi verildi şeklindeki tartışma bir kenara... Doğrusu, Genelkurmay Başkanı’nın Başbakan’la görüşerek ya da gazeteciyle yaptığı gibi telefonlaşarak eleştirisini bildirmesi, görüşünü iletmesiydi.

Devletin tepelerinde

Türkiye’de büyük bir sorunun küçük bir modelidir bu son tartışma: Seçilmişlerle atanmışlar arasındaki yarım yüzyıllık güvensizlik! Bazen artıyor, bazen azalıyor ama sürekli var. Cumhurbaşkanı Sayın Sezer’in kriz ve gerilim dönemlerinde “devlet organlarının uyumlu çalışmasını sağlamak” için tarafları bir masaya oturtup diyalog sağlayarak ortamı yumuşattığını hiç görmedik. Aksine, o da bilinen içe kapanık duruşuyla devletin tepe noktalarındaki diyalog ve sıcaklık eksikliğini artırdı. Bu konuda merhum Ecevit’in sözleri hâlâ hafızalardadır.

Devletin tepesinde sadece rutin ve kurumsal toplantılar, görüşmeler oluyor; o kadar.

Hal böyle iken elbette aşağıdan alması, ortamı yatıştırması gereken taraf, “seçilmişler”dir; Başbakan’dır. Sayın Başbakan’ın tepkisi de maalesef sert oldu.

Halbuki ortada “devlet politikası”na dokunan hiçbir şey yok, demokrasilerde tamamen hükümetlerin yaptığı diplomatik bir manevra var.

Üstelik iyi planlanmış bir manevra... İç politikanın gölgesinde kaldı maalesef.

Milliyet, 11.12.2006

Taha AKYOL

12.12.2006


 

Medya ve sahiplik

Bilgi insanı güçlendirir. İnsan ne kadar çok bilgi sahibi olursa, o kadar özgürleşir, geleceği ile ilgili kararları kendisi verebilir.

Günümüzde bilginin en önemli kaynağı medyadır.

Yazılı basın, televizyon, internet, cep telefonu gibi araçlar bize sürekli bilgi sağlar.

Ama gelen bilgi kadar bu bilginin niteliği de önemlidir.

Günümüzde platform içeriği belirleyen çok önemli bir araçtır. Bu platforma kimin sahip olduğu, neyi nasıl ilettiği ve bu platformlarda kimin çıkarının savunulduğu özgür bireyler ve sağlıklı demokratik bir toplum için sorulması gereken kritik sorulardır.

Amerika’da medya sahipliğinin belirli ellerde toplanmış olması, Irak Savaşı’nın yeterince ve sağlıklı olarak tartışılması önlemiştir.

Irak’tan Amerikan kamuoyuna aktarılan görüntülerde hep temiz, akıllı bombalar vasıtasıyla yürütülen bir savaş anlatılmıştır.

Eğer Amerikan halkı savaşla ilgili gerçek görüntülere sahip olabilse Irak’taki maceraya ilk başta daha şiddetle karşı çıkabilirdi diye düşünüyorum.

Çünkü Amerikan medyasını Murdoch, General Electric, Time Warner, Disney, Viacom ve Bertelsmann’dan oluşan küçük bir grup yönetiyor ve yönlendiriyor.

Haber ve yorumlarda bu şirketlerin görüşleri dışına çıkılmıyor.

Bu nedenle İsrail işgaline karşı çıkan Filistinliler terörist, İsrail’in tanklarla Filistinli aileleri toptan yok etmesi üzücü bir kaza olarak niteleniyor.

Bunları niye yazıyorum?

Çünkü şu anda zaten çok sağlıklı bir yapısı olmayan medya sahipliği için tehlikeli bir dönemin önü açılıyor ülkemizde.

Kendine “muhafazakâr demokrat” diyen iktidar, ne muhafazakârlığa ne de demokratlığa yakışacak bir tutum izliyor bu konuda.

TGRT’nin Murdoch’a satışı yasalar ayaklar altına alınarak onaylanabiliyor. Çünkü herkes ortada bir hile olduğunu biliyor.

Veya varoluş felsefesi olarak Amerikan hegemonyasının ve İsrail devletinin varlığının sürdürülmesini kendine ilke edinmiş Axel Springer’in Doğan TV’nin yüzde 25’ini alması, üstelik yasalar yine ayaklar altına alınarak, “iyi bir şey” diye sunulabiliyor.

Temel felsefesini, Suudi Arabistan rejimiyle Hamas’ın Filistin’de hâkimiyet sağlaması olarak açıklayan bir medya grubu Türkiye’ye girmeye kalksa ne kıyamet kopardı düşünebiliyor musunuz?

Veya benzer bir grup İsrail’e adım atabilir miydi?

Ama bizim muhafazakârlarımız da bir tuhaf olduğu için Türkiye’de olabiliyor.

RTÜK, bu alışverişleri kendisini ilgilendirmeyen bir konu olarak izliyor. Kabine ve Meclis, Kıbrıs önerisindeki kadar bilgilendiriliyor ve katar yoluna devam ediyor.

Sonra ne oluyor, Axel Springer ile masaya oturan grubun en büyük gazetesi, İsrail’in 18 Filistinli kadın ve çocuğu öldürmesini haber olarak niteleyip birinci sayfasına taşımıyor.

Unutmayın, medyada kimin neye sahip olduğu çok önemlidir. İnsana, neye inanacağını onlar anlatır çünkü.

Sabah, 11.12.2006

Ergun BABAHAN

12.12.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004