Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: Türk modernleşmesi materyalist temele dayanıyor

ABD’deki Princeton Üniversitesi Yakındoğu Araştırmaları Bölümü’nde öğretim üyesi ve bölüm başkanı olan Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu’nun geçenlerde bir kitabı yayımlandı, Türkiye’de. Hanioğlu ‘Osmanlı’dan Cumhuriyet’e: Zihniyet, Siyaset ve Tarih’ (Bağlam Yayınları) başlığını taşıyan kitabında belirttiği dönemler içinde toplumsal ve siyasal planda çok etkili olmuş çeşitli konu, olgu ve kavramlar hakkında son derecede önemli gözlemlerde bulunuyor ve çözümlemeler yapıyor.

Kitap yakın geçmişimizin ve tarihimizin algılanması açısından olduğu kadar bugün tartışılan sorunların tarihsel zihinsel kökenlerini kavramak açısından da üstünde durulması, düşünülmesi gereken saptamalar içeriyor. Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi ve geçen yıl Princeton’da Hanioğlu’yla aynı bölümde bulunan Doç. Dr. Hasan Bülent Kahraman kitaptan hareket ederek çeşitli konular hakkında görüştü.

* Şuradan başlayalım: Kitabınızın bir çok yerinde Türkiye’nin sui generis, mutlak manada kendisine özgü bir toplum olmadığını belirtiyorsunuz. Oysa özellikle siyasal tartışmalarda Türkiye’nin tam da böyle bir özelliğe sahip olduğu vurgulanır. Bu iddia nereden kaynaklanıyor, gerçekliği nedir ve siz kendi yaklaşımızını nereye oturtuyorsunuz?

Bir toplumun sui generis olduğu savının varsayımlarından en önemlisi o toplumun idaresinin de kendine özgü olmasının gerekli olduğudur. Nitekim bu tez, Türkiye’de demokrasinin belirli kısıtlamalar dahilinde uygulanmasının zorunlu olduğu fikri arka planında savunulmaktadır. Bu tezin müdafiilerinin aynı zamanda kendi merkezli, içine kapanmış, kuşatılmışlık psikolojisi içinde yaşayan bir toplum özlemi içinde olmaları da tesadüfi değildir. Halbuki Türkiye’nin hiçbir meselesi sui generis değildir. Bu sorunlara özgünlükler seviyesinde değil de onların ait oldukları kavramsal sınıflamalar düzeyinde baktığımızda bunu görmek zor değildir. Zaten böyle bakıldığında her hususiyeti kendine özgü, diğerleriyle hiçbir benzerlik göstermeyen bir insan topluluğu da yoktur. Mesela etnik ayrılıkçılık sorunu pek çok toplumun temel meselelerinden birisidir; din-devlet ilişkileriyle egemen dini değerler karşısında diğer inanç sistemlerinin nasıl korunabileceğinin sorun olmadığı ülke yok gibidir; çok sayıda üçüncü dünya memleketinde silahlı kuvvetler modernleşmenin motor gücünü oluşturmuş olduğundan siyaset üzerinde belirleyiciliğe sahip olmak istemektedir ve bölgelerarası iktisadi gelişim farklılıklarına sahip olmayan bir yapı bulmak oldukça zordur.

* Acaba bu olguyu ‘biz bize benzeriz’ mantığıyla bütünleştirebilir miyiz ve kitabın birçok yerinde çok yetkin biçimde ele alınan bir diğer sorunsal olan ‘devlet aklı’ veya ‘hikmet-i hükümet’ yaklaşımının bu olguyla doğrudan bir ilkişkisi vardır denebilir mi? Özellikle demokrasi bağlamında bakınca bu kavramı kendisine ait tarihsel kapsamla nasıl değerlendiriyorsunuz?

Pek tabii yukarıda da belirttiğim gibi toplumumuzun hem demokratik olup hem de “devlet aklı’ rehberliğinde ‘hikmet-i hükümet’ gereklerine uygun olarak yönetilmesinin uygun olacağının düşünülebilmesinin nedeni budur. Toplumumuzda nasıl olup da sosyologların ‘darbelerin, siyaseti eğitme işlevi icra ettiğini’ ileri sürebildikleri de ancak bu bağlantı göz önüne alındığında anlaşılabilir. (Muhtemelen bundan sonraki darbeyle siyasetimiz doktora tezini verip eğitim sürecini ikmal edecektir.) Bu tür fikirleri cehalet ya da egzantriklik ürünleri olarak mütalaa etmek kanaatimce doğru değildir. Böylesi tezlerin entelektüel olarak tavsifi mümkün olmayan ancak toplumumuzun entelektüel tartışmasını belirleme iddiasıyla ortaya çıkan literati tarafından savunulması sözkonusu yaklaşımların, farkında olunmadan, ne denli içselleştirildiğini bize gösterir.

Yukarıda belirttiğimiz bağdaştırmada sorun görüldüğünde darbe savunuculuğundan siyasi katılım ve demokrasinin ‘karşıdevrim’ olarak yorumlanmasına varan yaklaşımlar benimsenebilmektedir. Son zamanlarda sıklıkla vurgulanan ‘cumhuriyet-demokrasi’ çatışması tezi ve demokrasinin gereğinde feda edilmesi gereken bir alt değer olduğu fikri de bunun ürünüdür.

* Türkiye’nin Tanzimat’tan beri devam eden bir kimlik sorunu olduğu öteden beri söylenir ve sürekli olarak tekrarlanır. 21. yüzyılda bu kavramın geldiği yer sizce neresidir? Özellikle kitapta değindiğiniz üstkimlikler kavramı etrafında bu sorunu ele alabilir misiniz?

Türkiye’de karşımıza çıkan iki farklı kimlik sorunu bulunuyor. Bunlardan birincisi Tanzimat sonrasında içine girdiğimiz ve Cumhuriyet ile ivme kazanan kimlik sorunu, ki Batı ile yaşadığımız aşk-nefret ilişkisi de bunun tabii bir neticesidir. Bunun günümüzde aldığı biçim kendini ancak ‘ötekileştirerek’ anlayabilmektir. Nitekim kitapta da ele alınan İslâmi Kalvinistler tartışması bu yaklaşımın ürünüdür. Karşımıza çıkan ikinci kimlik meselesi ise tıpkı Tanzimat sonrası yaratılan yeni ‘Osmanlı’ kimliği gibi buna dayanılarak üretilen ve Cumhuriyet sonrasında benimsettirilmeye çalışılan yeni üst kimliğin toplumun bazı kesimlerince içselleştirilmemesi hatta bir Türkleştirme projesi olarak reddedilmesidir. Genellikle varsayıldığının aksine bir üst kimliğin kapsayıcı, herkese açık olması bunun benimsenmesi için (gerekli olmakla birlikte) yeterli değildir. Zaten Osmanlı son dönem tarihi de bu alandaki mücadele ve başarısızlığın tarihidir. Böylesi bir laboratuvara sahip olan bir toplumun bu alanda yeni siyasetler üretmesi zorunludur.

* Kimlik tartışmalarının Türkiye’deki bir uzantısı laiklik ve türban tartışmaları. Kitabınızın en önemli temalarından birisi olan modernleşme ve pozitivizm ve nihayet kamusal alan çerçevesinde bu sorunu biraz açar mısınız?

Türk modernleşmesi, modernliğin en önemli niteliği olan şüpheciliği (scepticism) reddederek kendisine ‘tarihin gidişini değiştirme misyonu’ yükleyen otoriter ve baskıcı bir harekettir. Bu hareket bilimciliği (scientism) merkezine yerleştirmiş ve 19. asır Alman vülger materyalizmiyle, pozitivizmin Littré tarafından yapılan yorumu ve 18. asır materyalizmini (bilhassa d’Holbach’ın tezlerini) birleştirerek yarattığı dünya görüşü çerçevesinde toplumu dinin ‘zararlı’ etkilerinden kurtarmayı temel hedefi olarak görmüştür. Bu nedenle böylesi bir bilimci- materyalist temele dayanan Türk modernleşmesi ve onu esas alan Türk resmi ideolojisi her türlü dindarlığa tedavisi gereken bir hastalık olarak yaklaşmaktadır. Bu teze göre modernlik ile dindarlığın bağdaştırılması mümkün değildir ya da bu ancak dinin kendi tezleri çerçevesinde yeniden ıslahı sonrasında gerçekleşebilir. (Yâni gelenek modernliğe cevap veremez fakat modernlik tarafından yeniden inşa edilebilinir.) Türban takılması ise bu nedenle modernlikle bağdaşamayacak bir yaklaşım olarak görülmektedir. Bu modernleşme tezi kendine atfettiği ‘aydınlatmacılığın’ bu tür modernlikle bağdaşamayan hastalıkları tedavi eden bir şua tedavisi olarak kullanılacağını savunmaktadır. Tabii bunun yanı sıra resmi ideolojiyi benimseyen Türk seçkinlerinin bir bölümü de yaşadıkları ve yukarıda değindiğimiz kimlik bunalımı nedeniyle toplumda yaygın kabul gören inanç ve gelenekleri anlamlandırabilmekte güçlük çekmektedirler. Şüpheciliği reddeden Türk modernliği karakuşi ancak kategorik ‘doğru-yanlış/çağdaş-çağdışı’ benzeri sınıflamalar yaratarak özgürleştirme işlevi ifa ettiğini düşündüğünden uyguladığı yasakçılığın özgürlük sorunu yaratmayacağını varsaymaktadır. Mesela, bu otoriter modernlik yaklaşımı genç kızları ikna odalarında başlarını açmaya zorlamayı bir insan hakları ve inanç hürriyeti ihlâli değil ‘özgürleştirme’ eylemi olarak mütalaa etmektedir. Kamu alanı ise Türk resmi ideolojisi tarafından yeniden yorumlanarak anlaşılması pek de kolay olamayan bir kavram halinde sokulmuştur. ‘Zabıtanın kimlik sorduğu her yerin kamu alanı olduğu,’ ‘kamu personelinin özel alanlarının olamayacağı’ benzeri tezlerle ortaya konulan sahanın kapsamının ne olduğunu anlamak pek de kolay değildir. Bunlara ek olarak kamu alanının avamı dışlayıcı, âdeta Osmanlı askeri-re’aya ayrımını vurgulayan bir çerçevede tanımlandığı da gözden uzak tutulmamalıdır.

* Türkiye’nin son zamanlarda en yoğun biçimde tartıştığı bir başka sorun da tarih ve tarihyazıcılığı. Kemalizm, Ermeni sorunu gibi tartışmalar da bu açıdan bakılarak yapılıyor ve gelişiyor. Siz, kitapta, ‘mükemmel tarih yaratma tutkusu’, ‘altın çağcılık’ gibi yazılarda bu olguyu irdeliyorsunuz. Aynı süreç CHP tarihini de özgül biçimde kavrıyor. Burada da aynı soruna son dönemde ortaya çıkan ve sizin neo-Cumhuriyetçilik dediğiniz temelede bir daha dönebilir misiniz?

Neo-Cumhuriyetçilik ya da ‘ulusalcılık’ anakronizm temeline dayanan bir hareket olduğu için sadece ‘mükemmel tarih’ yaratmakla kalmıyor, bu mükemmel tarihi, geçmiş olmaktan çıkartarak güncelin parçası haline getiriyor. Nitekim bu hareket Türkiye-AB ilişkilerine güncel değil İstiklâl Harbi koşullarınında gerçekleşen bir gelişme, dış ilişkilerde farklı açılımları savunanlara yerli işbirlikçiler, bu görüşleri dile getiren gazetecilere ‘Mütareke Basını mensupları’ olarak yaklaşıyor. Bunları söylerken yirmibirinci asırda Kuva-yı Milliye hareketi örgütleyen bir harekete toplumumuzda gereğinden fazla ehemmiyet verildiğini ifade etmek isterim. Bu hareket entelektüel tartışmayı belirleme iddiasıyla ortaya çıkan literati arasında bulduğu destek nedeniyle olduğundan daha büyük göründüğü gibi (bu görüşü savunan siyasi partilerin aldıkları oy oranı bize bu alanda daha iyi bir fikir verebilir) savunduğu tezlerin ne denli anakronik oldukları da pek vurgulanmıyor.

* Türkiye’de son dönemde çok ilgi toplayan ve yeni bir toplumsal bölünmeye yol açan Ermeni sorununu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu soruna benimsediğimiz ‘mükemmel tarihe uyumluluk’ paradigmasını dışına çıkarak yaklaşmamız gerekli. Meseleye bu zaviyeden yaklaşan, siyaset olarak da ‘tarihi tarihçilere bırakalım’ benzeri bir tezin ötesinde bir şey üretemeyen bir toplum ortada neden bir sorun olduğunu dahi anlayamamaktadır. Mükemmel tarih yaklaşımının önemli bir zaafı, geçmişle hesaplaşmayı reddetmesi, daha doğrusu bunu kendi mükemmellik yorumu çerçevesinde bir kavgaya dönüştürmesidir. Tarihe bakış açımızı değiştiremediğimiz sürece bu konuda ciddi bir siyaset üretebilmemize imkân yoktur. Bu aynı zamanda meseleye neden hep ‘tehdit,’ ‘ihanet’ benzeri paradigmalarla yaklaştığımızı da anlayabilmemize yardımcı olmaktadır. Günümüzde bu paragdigmalar çerçevesinde İttihad ve Terakki söyleminin dahi ötesine giden bir retorik geliştirmemizin temel nedeni o dönemde güncel nitelik arzeden bir meselenin günümüzde ‘mükemmel tarih’imiz ile eklemleştirilmesidir.

* Bütün bunlarla birlikte baktığınızda Türkiye’nin 21. yüzyıl için hangi nirengi noktalarını saptıyor ve gene Türkiye için nelere isnat eden, etmesi gereken bir gelecek tasarlıyorsunuz? O geleceği sağlamanın araçları neler olacaktır?

Türkiye 21. asırda resmi ideolojisini, modernlik anlayışını, özgünlük yorumunu, tarihe bakış açısını yeniden tanımlamak, rejiminin temel niteliklerini toplumsal bir uzlaşma çerçevesinde yeniden yorumlamak zorundadır. Bunu yapmayan bir Türkiye’nin toplumsal huzura kavuşması ve içinde yaşadığı dünyaya uyum sağlaması son derece zordur. 19. asır vülger materyalizmi ve bilimciliğini merkezine yerleştirmiş bir modernlik anlayışıyla dünyaya bakan, devlet-birey ilişkilerinin temelde ‘aydınlatma-aydınlanma’ zaviyesinde ele alındığı bir yapının günümüzde toplumsal huzur içinde yaşamasının imkânı yoktur. Aynı şekilde meselelerimizin sui generis değil her toplumda karşılaşılan türden sorunlar olduğunu kabul etmediğimiz sürece Türkiye’nin sınırları dar bir demokrasi çerçevesinde yönetilmesinin önüne geçebilmek mümkün değildir. Bu çerçevede tarihle ilişkimizin de ‘mükemmelleştirilmiş tarih’ öğretisi çerçevesinde geçmişle kavga ya da onu güncelin parçası haline getirme zemininden çıkarılması gerekir. Saydıklarımızın ciddi açılımlar ve yaklaşım değişiklikleri gerektirdiği şüphesizdir. Ben günümüz Türk toplumunun bunu gerçekleştirecek entelektüel birikime sahip olduğunu düşünüyorum.

Radikal, 3.1.2007

Konuşan: Doç. Dr. Hasan Bülent

04.01.2007


 

Önce gerçek, sonra hamaset

Bir olaya, bir soruna elbette çeşitli açılardan bakılabilir. Farklı çıkar ve ilgilere sahip gruplar, söz konusu olayı kendi pencerelerinden değerlendirebilir. Birinin ak dediğine, diğeri kara diyebilir.

Tamam ama tartışırken hiç olmazsa sayılarda anlaşsak! Sayılar, rasyonel düşüncenin temelidir çünkü. Yorumlar o sayılardan hareketle yapılır.

Mesela doların, lira karşısında değer kazanması iyi midir, kötü mü? Ekonomideki konumunuza bağlıdır vereceğiniz cevap: İhracatçı iseniz işinize gelir, ithalatçı iseniz iflas dahi edebilirsiniz.

Hükümetseniz bu durum karşısında farklı konuşursunuz, muhalefetseniz farklı.

Ancak o sırada değişmeyen bir şey vardır: Sayılar! “Bir dolar, şu tarih itibariyle, bu kadar liradır.” Nokta!

*

Sadece bugünü değil, tarihi yorumlarken de rasyonel düşüncenin özelliklerinden yararlanmak şarttır: Olaylar nasıl bir seyir takip etmiştir ve söz konusu olaylara ilişkin sayılar nelerdir?

Mesela geçenlerde Sarıkamış şehitleri (Aralık 1914-Ocak 1915) anıldı. Sıkça söylenen Sarıkamış’ta 90 bin askerin kurşun atmadan şehit olduğuydu.

Enver Paşa’nın torunu Arzu Enver Sadıkoğlu, “Orada 18 bin askerimiz şehit oldu” diyor (Sabah, 1 Ocak 2007).

Murat Bardakçı önce “75 bin kişilik ordu nasıl 90 bin şehit verebilir” diye sorduktan sonra, bu sayının 40 bin civarında olduğunu belirtmişti. (Hürriyet, 1 Ocak 2006)

18 bin de, 40 bin de başlı başına büyük sayılar. Ne yani, 90 bin değil diye, Sarıkamış’ta ölenler anılmayacak mı? Tabii ki anılacak.

Ancak önce gerçekleri bilelim! Çanakkale Savaşı’ndaki şehit sayısı 66 bindir. Toplam ölü sayısı ise 110 bin civarındadır. Bunlar tüyler ürpenten sayılar. Tasavvur edebilmek için 55 bin kişilik Fenerbahçe Stadı’nı gözünüzün önüne getirmeye çalışın.

Peki ‘250 bin şehit’ lafı nereden çıktı? Bilmiyoruz. Birileri bunu uygun görmüş. Yukarıda da belirttiğim gibi: Ne yani 250 bin şehit verilmemişse, sayı daha azsa, Çanakkale şehitleri anılmayacak mı? Ya da Çanakkale’nin önemi mi azalacak? Olur mu öyle şey?

Geçenlerde siyasal tarihçi Cemil Koçak, Kurtuluş Savaşı’daki zayiatın (şehit+yaralı+kayıp+esir) 30 bin civarında olduğunu söyledi diye topa tutuldu. (Radikal, 13 Kasım 2006)

Efendim Milli Mücadele’nin önemini azaltıyormuş. Sayı, diğer bazı savaşlara kıyasla azsa, olayın önemi de azalmaz ki! Tersine, “İyi ki daha fazla olmamış” diye sevinmek varken, niye abartmayı tercih ediyoruz?

*

Rasyonel düşünceyi sakatlayan bir başka yaklaşım da “Başka türlü olamazdı” iddiasıdır. Mesela geçenlerde birisi, erken cumhuriyet döneminde tek parti iktidarının zorunlu olduğunu yazıyordu.

Elbette olaylara tarihsel bağlamı içinde bakacağız. Bugünkü değer yargılarımızı geçmişe yansıtırsak, saçma bir durum çıkar ortaya.

Ancak şu soru geçerlidir: “Başka türlü olabilir miydi?” Evet olabilirdi! Tam da o günün şartları içinde olabilirdi. Gelin şartlara bakalım: Misak-ı Milli’yi ilan eden kim? Ocak 1920’de Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı (yani milletvekilleri). Kurtuluş Savaşı’nı yürüten organ kim? Türkiye Büyük Millet Meclisi. Dünya Savaşı’nın galip devletleri Lozan Antlaşması’nı kimle imzaladı? Büyük Millet Meclisi hükümetiyle.

Demek ki neymiş: Ülkenin kaderini belirleyen en önemli, en hayati kararlar, halkın temsilcilerinden oluşan, çok sesli meclislerce alınmış.

Hal böyleyken kalkıp da “Efendim, dönemin şartları itibariyle tek parti yönetimi zorunluydu” denebilir mi? Denemez. Zorunlu filan değildi, öylesi tercih edildi.

Gerçeği mi arıyorsunuz yoksa nutuk mu atmak istiyorsunuz? Önce ona karar verin.

Sabah, 3.1.2007

Emre AKÖZ

04.01.2007


 

Meriç yeni Demir Perde olmasın

Yılbaşında komşu Bulgaristan ve Romanya’da çifte bayram vardı. Çünkü bu iki ülke, sadece yeni yıla girmedi. Aynı zamanda Avrupa Birliği’nin tam üyesi oldular. Bu yüzden Sofya ve Bükreş’te pazar günü gece yarısından itibaren yeni yıl kutlamalarıyla, üyelik kutlamaları birlikte yapıldı.

Bükreş’te hükümet binasına AB bayrağının çekildiği törenlere AB’nin önde gelen isimleri katıldı. Romanya Cumhurbaşkanı Traian Basescu’nun şu sözleri iki başkentteki havayı yansıtıyordu: “Gururlanın ey Romen halkı, işte Avrupalıyız artık!”

Sade vatandaşların çoğu, ücretleri değiştirmezken fiyatları yükseltecek bu gelişmeye kaygıyla yaklaşıyor. Ancak bu adım, II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da meydana gelen bölünmüşlüğü ortadan kaldırma açısından önemli bir hamle. İki üyenin eklenmesiyle AB’nin nüfusu 492 milyona ulaşırken, üye sayısı da 27’ye çıkmış oldu. AB’nin sınırları Karadeniz’e dayandı. Bugün kurucu ülkelerde, Avrupa Birliği’ne güven yerlerde sürünüyor olsa da eski Varşova Paktı üyesi iki ülkenin Birliğe katılması, Avrupa’yı bütünleştirme projesinin stratejik boyutuyla yürüdüğünü göstermesi bakımından önemli.

Bu gelişmeye, Balkanlar açısından bakıldığında da olumlu bir tablo çıkıyor karşımıza. Çünkü AB şemsiyesinin, dinler ve etnisiteler mozaiği Balkanlar’da istikrar ve barış için, Roma ve Osmanlı gibi siyasi sistemlerin geçmişte sağladığı huzur ortamını sunabileceği yönünde büyük umut var. Aksi halde Balkanların, dünya çapında krizlere yol açma potansiyeli hepimizin malumu. Dolayısıyla Soğuk Savaş’ın ardından patlak veren Bosna ve Kosova krizlerinin yerle bir ettiği umudu yeniden yeşertme potansiyeli taşıyan tek somut proje AB.

Proje başarılı şekilde yürürse, bölge içindeki sınırların yol açtığı suni bölünmeler ortadan kalkacak. Bölge ülkeleri arasındaki ticaret kolaylaşarak artacak. Belki tek vizeyle tüm bölge gezilebilecek. Daha da önemlisi sınırların böldüğü aynı dinî ve etnik gruplar, panist ideolojilere ihtiyaç kalmadan yeniden buluşabilecek. Mesela Yunanistan ile Bulgaristan arasındaki siyasi sınır yüzünden ayrı dünyalarda yaşayan Batı Trakya Türkleri, belki yıllar sonra ilk kez rahat rahat bir araya gelebilecek. Proje ilerlediğinde, yarın Kosova, Arnavutluk ve Makedonya’da birbirinden ayrı olarak yaşayan Arnavutlar, AB şemsiyesi altında pan-Arnavutçu projelere gerek kalmadan buluşmuş olacaklar. Aynı durum Sırplar, Hırvatlar ve Boşnaklar için de geçerli olacak.

Bu arada Balkanları entegre eden Avrupa Birliği önemli bir Müslüman ve Türk nüfusunu da bünyesine katmış olacak. Bu gelişme, AB içindeki Müslüman sayısını 16 milyona çıkarırken, Birlik içindeki Türk sayısını da 6 milyona taşıyacak. 800 bin civarındaki Türk kökenli Bulgar vatandaşı şimdiden Avrupa Parlamentosu’ndaki Türk kökenli vekil sayısını 3 artırmış durumda.

Çoğu itibarıyla Türkiye’nin de yararına olacak gelişmeler bunlar. Ama Türkiye’nin aynı zamanda bir Balkan ülkesi olduğunu hatırlarsak, bu gelişmenin taşıdığı riskleri de görmemiz gerekir. Bunların başında da AB’ye tam üye olmaması halinde Türkiye’nin Balkanlar’daki etkisinin azalması ve AB ile aramızdaki sınırı oluşturan Meriç Nehri’nin adeta post-modern bir Demir Perde’ye dönüşmesi riskleri geliyor.

Belki de ilk zorluk ulaşımda yaşanacak. Bulgaristan ve ötesindeki Türk ve Müslüman varlığına ulaşmak için artık AB sınırını geçmenin zorlukları ile karşılaşacağız. Kaçınılmaz olarak ekonomiden kültüre, enerjiden güvenliğe her konuda bölgeyle ilgili politikalarda ağırlık Brüksel’e kayacak. Türkiye AB üyesi olmadığı halde, bu süreçlerin dışında kalacak. Nitekim Balkan ülkeleri daha AB’ye üye olmadan Brüksel’de söz sahibi Yunanistan’a kıyasla Türkiye’nin bölgedeki etkisi hayli gerilemişti.

Bütünleşen Avrupa’nın dışında kalmanın muhtemel olumsuz etkilerini fazla tartışmıyoruz. Bu konuyu gündeme getirme bakımından Kemal Derviş’in 2 yıl önce Meclis’ten ayrılmadan önce yaptığı konuşmayı hatırlıyorum: Reformlar ilerlesin, ama AB olmazsa da olur mantığına katılmıyorum. Olması gerekiyor. Bizim orada tam üye olarak karar mekanizmasına katılmamız gerekiyor. Bunu başaramazsak Türkiye olarak, Meriç Nehri kuzeyi ve güneyiyle bir nevi demir perde olur. Buna müsaade etmemeli. Biz bu coğrafyanın parçasıyız, tarih boyunca da parçası olacağız.

Zaman, 3.1.2007

Abdülhamit BİLİCİ

04.01.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004